Ya’kub’un (as) Evlatları İçin Yaptığı İstiğfar

TARİHİMİZ

Büyük mükâfâtlar, dâimâ büyük sabırların, musîbetlerin ve iptilâların arkasından gelir. Hz. Ya’kub’un ve Hz. Yusuf’un yıllarca birbirlerinden habersiz olarak yaşadıktan sonra Allah’ın lütfu ile tekrar kavuşmaları da bunun bir örneğidir.

(Oğulları) dediler ki:

«–Ey babamız! (Allâh’tan) bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günahkâr olduk.»

(Ya’kûb da):

«–Sizin için bir müddet sonra Rabbimden af dileyeceğim. Hakîkaten çok bağışlayan ve çok merhamet eden ancak O’dur.» dedi.” (Yûsuf, 97-98)

Ya’kûb -aleyhisselâm- «Sizin için bir müddet sonra istiğfâr edeceğim!» demek sûretiyle, önce mazlum tarafından affedilmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir. Nitekim onlar için istiğfârı da, Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile görüştükleri zamana kadar ertelemiştir.

Ya‘kûb -aleyhisselâm-’ın bu tavrını, duâ ve istiğfârı daha makbul olduğu bir vakte bıraktığı şeklinde îzâh edenler de bulunmaktadır.

Nitekim Muhârib bin Dessar’dan şöyle rivâyet edilmiştir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir seher vakti mescide geldiğinde birinin:

“–Allâh’ım çağırdın, icâbet ettim; emrettin, itaat ettim. İşte şu seher vakti beni bağışla!” dediğini işitti.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- sese kulak verdi ve sesin, Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-’dan geldiğini anladı. Durumu Abdullâh’a sorunca şöyle dedi:

“–Şüphesiz Ya’kûb -aleyhisselâm- oğullarına: «Sizin için bir müddet sonra istiğfâr edeceğim.» diyerek istiğfârını seher vaktine tehir etmiştir. Nitekim Allâh Teâlâ «Seherlerde istiğfâr edenler.» (Âl-i İmrân, 17) âyetiyle böylelerini medheder.” (Taberî, Tefsîr, XIII, 85)

Bir rivâyette de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Rabbimiz her gece dünyâ semâsında iner[1] ve:

«Tevbe eden yok mu, onun tevbesini kabûl edeyim? İsteyen yok mu, ona istediğini vereyim? İstiğfâr eden yok mu, onu bağışlayayım?» diye nidâ eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 168-170)

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise:

“Hazret-i Ya’kûb, oğulları için istiğfâr etmeyi Cuma gecesine tehir etmiştir.” (Tirmizî, Deavât, 114) buyrulmaktadır.

VUSLAT VE GERÇEKLEŞEN RÜYÂ

Hazret-i Yûsuf’la beraber hükümdar ve bütün halk, Hazret-i Ya’kûb ve âile efrâdını karşılamaya çıkmışlar, saf tutmuşlardı. Karşı karşıya geldiklerinde Hazret-i Ya’kûb, Hazret-i Yûsuf ve orada bulunanlar atlarından indiler ve iki peygamber birbirini hasretle kucakladı.

Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

(Hep beraber Mısır’a gidip) Yûsuf’un yanına girdikleri zaman O, ana ve babasını kucakladı. (Onları yanına aldı ve):

«–Allâh’ın irâdesi ile hepiniz emniyet içinde Mısır’a girin!» dedi.” (Yûsuf, 99)

Hazret-i Ya’kûb -aleyhisselâm- bu kavuşmanın hemen ardından ellerini kaldırıp Allâh’a şükrederek şöyle duâ etti:

“Allâh’ım! Yûsuf için feryâdlarımı, onun ayrılığından dolayı sabrımın azlığını ve oğullarımın kardeşlerine yaptıklarını mağfiret eyle!”

Hazret-i Yûsuf da büyük bir şükür ve hamd hâlindeydi:

“Anne ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi O’na kavuştukları için secdeye kapandılar.

(Yûsuf) dedi ki:

«–Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyânın tahakkukudur. Gerçekten Rabbim onu doğru çıkardı. Hakîkaten Rabbim bana (çok şey) lutfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim, dilediğine lutfedicidir. Şüphesiz ki O, çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir.»” (Yûsuf, 100)

HZ. YUSUF’TAN MÜSLÜMANLARA GÜZEL BİR ÖRNEK DAVRANIŞ

Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, Allâh’ın kendisine lutfettiği nîmetlerin kemâle erdiğini görünce, bu dünyânın karar kılınacak mekân olmadığını, burada bulunan her şeyin fânî olduğunu ve kemâlden sonra zevâlin geleceğini anlamıştı. Kendisine lutfedilen büyük nîmetleri zikrederek Rabbi’ne gücü nisbetinde şükür ve niyazda bulunmaya devâm etti:

“Ey Rabbim! Mülkten bana (nasîbimi) verdin ve bana (rüyâda görülen) hâdiselerin tâbirini de öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyâda da âhirette de benim sâhibimsin! Benim cânımı müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101)

Dikkat edilirse bu âyet-i kerîmelerde Yûsuf -aleyhisselâm-, bütün mü’minlere örnek teşkil edecek güzel davranışlar sergilemektedir. Canına kastederek kendisini kuyuya atan kardeşlerinden intikam alabilecek kuvvet ve iktidar sâhibi olduğu hâlde onlara gösterdiği âlicenaplık, nezâket, olgunluk ve müsâmaha, ahlâkî kemâlâtın zirvelerine işâret etmektedir. O, kölelikten sultanlığa yükselişini hep Allâh’ın lutfuna bağlamış ve nefsine en ufak bir pay dahî çıkarmamıştır. Kardeşleri tarafından şahsına karşı yapılan en kötü hareketi bile te’vîle gayret etmiş ve hatâyı şeytana nisbet ederek kusurlarını yüzlerine vurmamıştır. Sonunda Cenâb-ı Hakk’a yaptığı ilticâsı da O’nun Allâh Teâlâ ile nasıl bir maiyyet içerisinde bulunduğunu ve dâimâ “son nefes” endişesi taşıdığını göstermektedir. Tasavvufun en esaslı düsturlarından biri olan “sâlihlerle beraber olma” hassâsiyetinin en bâriz bir misâlini Yûsuf -aleyhisselâm-’ın bu duâsında görmekteyiz.

Rivâyete göre, Hazret-i Ya’kûb -aleyhisselâm- Mısır’da oğlu Yûsuf -aleyhisselâm-’ın yanında yirmidört sene kaldıktan sonra vefât etti. Vasiyeti üzerine nâşı, Şam’da defnedilmiş bulunan babası İshâk -aleyhisselâm-’ın yanına gömüldü. Hazret-i Yûsuf da babasından sonra yirmi üç yıl daha yaşadı. O’nun nâşını da Mısırlılar mermer bir sandık içine koyarak Nil’e gömdüler. Mısırlılar O’nu çok sevdikleri için Hazret-i Yûsuf’un kendi memleketlerinde kalmasını istemişlerdi. Daha sonra Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, O’nun nâşını bularak babası Ya’kûb’un yanına götürüp defnetti. Aleyhimüsselâm!..

Hadîs-i şerîfte:

“Ölüm, mü’mine hediyedir.” (Deylemî, Müsned, IV, 238) buyrulur.

İnsan ölümle, en başta kendi nefsinden kurtulmaktadır. Çünkü insanın en büyük düşmanı, kendi nefsidir.

YÛSUF SÛRESİ’NİN SON ÂYETLERİ

Müşrikler, yahûdîlerden aldıkları akılla Peygamber Efendimizi imtihan edercesine bazı suâller sormuşlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da bu âyet-i kerîmeleri inzâl etti.

Allâh Teâlâ bu kıssayı ve benzeri gayb haberlerini Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vâsıtasıyla insanlara bildirerek Peygamber’inin ve Kitâb’ının hak olduğunu ispat etmiştir. Ancak kâfirler, bütün bu delillere rağmen kendilerinden herhangi bir ücret beklemeden canhırâş bir şekilde tebliğine devâm eden Allâh Rasûlü’ne yine de îmân etmediler. Onların bu inadı karşısında Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nü şöyle tesellî buyurdu:

(Habîbim!) İşte bu (Yûsuf kıssası), sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, tuzak kurmak ve hîlelerini kararlaştırmak için toplandıklarında elbette Sen onların yanında bulunmuyordun. Sen ne kadar çok arzu etsen de insanların çoğu îmân edecek değillerdir. Hâlbuki Sen bunun için (peygamberlik vazîfeni îfâ için) onlardan bir ücret de istemiyorsun! Kur’ân âlemler için ancak bir öğüttür.” (Yûsuf, 102-104)

Ayrıca kâfirlerin bu inkârı sâdece Rasûlullâh’ın peygamberliğine ve O’na vahiyle bildirilen âyetlere mahsus da değildir:

“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler. Onların çoğu, ancak ortak koşmak sûretiyle Allâh’a îmân ederler.” (Yûsuf, 105-106)

Yâni onlar, Allâh’ın varlığını büsbütün inkâr etmeseler de açık veya gizli bir şirk karıştırmadan Allâh’a inanmazlar.

“Acaba onlar, farkında olmadıkları bir sırada Allâh’ın azâbının kendilerini kuşatmasından, yahut ansızın kıyâmetin kopmasından emin midirler? (Habîbim!) De ki: «İşte benim yolum budur! Ben insanları Allâh’ın yoluna, (düşünmeksizin, taklit yolu ile değil) delile dayanarak, idrâklerine hitâb ederek dâvet ediyorum. Ben ve bana tâbî olanlar böyleyiz. Allâh’ı bütün noksanlıklardan tenzîh ederim. Ben aslâ müşriklerden değilim.»” (Yûsuf, 107-108)

Bu âyet-i kerîme de gösteriyor ki, dîne dâvet ancak belli şartlarla câiz ve istifâdeli olur. Yâni körükörüne ve birtakım bâtıl maksatlar için veya nefsânî hevesler uğruna değil; basîret üzere, ne dediğini bilerek, ihlâs ve samîmiyetle, edeb, nezâket ve hikmet çerçevesinde, ancak Allâh rızâsı gözetilerek tebliğde bulunulmalıdır. Yoksa din ve dindarlık sırf bir isimden ve boş bir iddiâdan ibâret kalır.

“Senden önce de, şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. (Kâfirler) yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, kendilerinden evvelkilerin âkıbetlerinin nice olduğunu bir görsünler! Allâh’ın emirlerine tam uyanlar için âhiret yurdu, elbette daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Yûsuf, 109)

Bu âyet-i kerîme, «Allâh, peygamber olarak melekleri gönderseydi ya!» diyen kâfirlere cevap olarak nâzil olmuştur.

“Nihâyet peygamberler ümidlerini yitirip de kesinlikle yalanlandıklarına inandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) mücrimler gürûhundan azâbımız aslâ geri çevrilmez!” (Yûsuf, 110)

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in ve Kur’ân kıssalarının insanlar için ehemmiyetini bildirerek sûreyi şöyle nihâyete erdirir:

“And olsun ki onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin, Yûsuf -aleyhisselâm- ve kardeşlerinin) kıssalarında akıl (ve gönül) sâhipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’ân) uydurulabilecek bir söz değildir. Ancak o kendinden evvelkileri tasdîk eden, her şeyi açıklayan (bir kitâb); îmân eden bir toplum için hidâyet ve rahmettir!” (Yûsuf, 111)

Hiç şüphesiz ki Azîm olan Allâh, her şeyi en doğru bir şekilde buyurmuştur!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları


Dipnot:

[1] Cenâb-ı Hak, zaman ve mekândan münezzehtir. Bu yüzden hâdîs-i şerîfteki “dünyâ semâsına iner” beyânı müteşâbihâttan kabûl edilmiş ve insanlara keyfiyeti meçhûl bir şekilde mânen yaklaşmayı ifâde sadedinde olduğu bildirilmiştir.