Türkler Nasıl Zirveye Ulaştı?

İHSAN

Ötüken’den Anadolu’ya Türkler nasıl zirveye ulaşmıştır?

Türkler, ilk anavatan olan Ortaasya’dan bu vasıfla gelmişler, Anadolu toprağında zeminin ve şartların müsâit olması sebebiyle rûhî yapıyı inkişâf ettirerek Osmanlı’da zirveye ulaştırmışlardır. Fethettikleri toprakları da bu mânevî ağ ile örmüşlerdir. Fethedilecek yere önce tekke gitmiş, zemini hazırlamış, ardından kılıç gitmiştir. Kılıç döndükten sonra yine tekke, orada hidâyeti perçinlemiş, halka sıcak bir kucak olmuş ve onların mâneviyâtını kuvvetlendirmiştir.

YENİÇERİ OCAĞI’NIN TARÎKATI

Osmanlılar, dînî telâkkîde sadece akla dayanan kısır bir görüş yerine, onu engin bir gönül iklîminde benimseyip tekâmül ettirmişlerdir. Bu sebeple tekkeler, onların yükselişlerinde en müessir rolü oynamıştır. Yalnız halk değil, pâdişâhından erine kadar bütün ordu mensupları, hayatlarını bu mânevî iklîm içinde idâme ettirmişlerdir. Hâssa ordusu demek olan yeniçeriler, o zamanlar Sünnet’e uygun ve müsbet bir hüviyeti hâiz olan Bektâşî tarîkatine topyekûn mensuptular ki Rumeli’deki fütûhatta bunların oynadıkları muazzam rol, bugün hâlâ o topraklarda onlara âit tekkelerin çokluğuyla sâbittir.

Osmanlı’nın pek ehemmiyet verdiği müesseselerden biri olan vakıflar da bu rûhî olgunluk neticesinde çoğalmış, cemiyetteki ictimâî ve rûhânî denge gerçekleşmiştir.

Osmanlı Devleti âdeta, Yaratan’dan ötürü bütün yaratılanlara, insana, hayvana ve nebâta şefkat ve merhamet mahsûlü hizmetlerin sunulduğu büyük bir hayır müessesesidir.

Bu hayır müesseseleriyle halkın garip, yalnız ve zavallı kimselerinin gözetilmesi, hattâ bu merhamet ve şefkat elinin âciz hayvanlara, kanadı kırık kuşlara kadar uzanması neticesinde gönüllerden taşan feyizli duâlar, Osmanlı’nın ömrünü bereketlendirmiştir.

OSMANLI’DAN KALAN EMANET VE HATIRALAR

Pâdişâhından sıradan bir ferdine kadar zengin mü’minlerin, ellerindeki imkânları câmi, mektep, kervansaray, sebîl, şifâhâne vb. hayır hizmetlerine takdîrin fevkinde bir sûrette infâk etmeleri, âyette buyrulan:

“...Sadakaları Allah alır (kabûl buyurur)...” (et-Tevbe, 104) beyânı üzere, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnut ve râzı edici amel-i sâlihler olarak Osmanlı için ilâhî rahmet ve bereket vesîlesi olmuştur.

Bu ilâhî bereketle zengin-fakir arasındaki ictimâî denge temin edilmiş, toplumdaki garipler, yalnızlar, kimsesizler himâye altına alınmış, cemiyetin rûhânî iklîmi, onlara sıcak bir ana kucağı olmuştur. Fertler arasındaki ictimâî yapı, kardeşlik muhabbetiyle örülmüştür. Solgun yetim yüzleri, tebessümle dolmuştur. Vakıflar, zenginlerin huzur kaynağı, muhtaçların tesellî pınarı olmuştur.

Sultânından imkân sahibi bütün fertlerine kadar, Allâh’ın verdiği nîmetleri muhtaçlarla paylaşmak, hattâ sevdiklerinden infâk edebilmek, Osmanlı toplumunda bir tabiat-i asliye hâline gelmiştir. Bugünkü toplumumuz dahî, o âlicenap ecdâdımızın yaptırdıkları müesseselerle ictimâî yapısını devam ettirmeye çalışmakta ve hâlâ onların nîmetleriyle perverde olmaktadır. Câmiler, çeşmeler, askerî kışlalar, hastahâneler, hattâ içtiğimiz sular ve daha isimlerini saymadığımız nice hayır hizmetleri, bugün onlardan kalan muazzez emânet ve hâtıralardır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları