Toplumun Saadeti İçin Adalet

HAYATIMIZ

Zulüm ile âbâd olunamayacağı gibi, adâlet olmadan da devletler ayakta duramaz.

Bir hırsızlık hâdisesinde, cezânın tatbik edilmemesi için ricâda bulunmak üzere gelen kişiye Fahr-i Kâinât Efendimiz, en sevgili kızını misâl vererek: “Allâh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim.” buyurmuştur. (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9) Zîrâ fert ve toplumların saâdeti için adâlet zarûrîdir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hakîkate şu veciz sözüyle işâret eder:

اَلْعَدْلُ أَسَاسُ الْمُلْكِ “Adâlet, mülkün (devletin, bağımsızlık ve iktidârın) temelidir.” İslâm târihinde beşinci büyük halîfe sayılan Ömer bin Abdülazîz’in, doksan iki yıllık Emevî saltanatı içindeki iki buçuk senelik hilâfeti sırasında, hudutların İspanya’yı dahî kuşatacak kadar genişleyip ahâlînin emniyet ve sükûn içinde yaşaması, ülkesindeki hak ve adâlet tevzîinin bir netîcesidir. Zîrâ zulüm ile âbâd olunamayacağı gibi, adâlet olmadan da devletler ayakta duramaz. Yine târihimizde bir hristiyan mîmarla mahkemeye çıkan Fâtih Sultan Mehmed’in, bizzat kendisinin kadı tâyin ettiği yakın dostu Hızır Bey tarafından haksız bulunarak aleyhine hüküm verilmesi, Osmanlı Devleti’nin asırlarca devâmını temin eden adâlet esâsının bir tezâhürüdür.

 Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Gönül Bahçesinden Öyle Bir Rahmet ki, Erkam Yayınları, 2007, İstanbul