Tevazu Sahibi Olmak

İHSAN

Bir mü’min, mânen kemâle erebilmek için evvelâ tevâzû sahibi olmalıdır. Zira kendini mükemmel kabul edenler, kusur ve eksiklerini düzeltmeye yönelmezler. Çünkü o kusurların varlığını kabul etmezler.

Âyet-i kerîmelerde, insanın gurur ve kibirden vazgeçmesi emredilir:

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37)

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!” (Lokmân, 18)

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Kim Allah Teâlâ’nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allah onu bir derece yükseltir. Kim de Allâh’a karşı bir derece kibir gösterirse, Allah da onu bu sebeple bir derece alçaltır. Neticede onu esfel-i safilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kölelerin bile davetine gider, zaman zaman merkebe binerdi. Bineğinin terkisine insanları bindirir, yemeğini yere koyup yerdi. Kaba yünden elbise giyer, oturup koyun sağar, misafirlerine bizzat hizmet ve ikram ederdi. Dulların, yoksulların, bîçârelerin işini görmek için onlarla birlikte ihtiyaçları görülünceye kadar yürümekten çekinmez ve aslâ büyüklenmezdi.[1]

MEVÂNÂ HAZRETLERİ

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Pâdişahın biri, diğer bir pâdişaha gâlip gelirse, onu ya öldürür veya zindana attırır. Fakat aynı pâdişah bir düşkün yaralıyı, zavallı bir dertliyi bulursa, yarasına merhem kor, ona ihsanda bulunur.

Kendini üstün görmek, pâdişah olduğu için kibirlenmek, bir zehir olmasaydı, o gâlip pâdişah, mağlûp olmuş sultânı, suçu olmadığı hâlde niçin öldürsün ki? Kendisine bir hizmette, bir kullukta bulunmadığı hâlde o düşkün dertliye niçin iyilik edip acısın ki? Artık bu iki duruma bakıp kibrin nasıl bir zehir olduğunu anlayabilirsin.”

SELMÂN-I FÂRİSÎ HZ.

Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- Medâin vâlisi iken, Şam’dan bir zât gelmişti. Yanında bir yük de incir vardı. Hazret-i Selmân’ın sırtında bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı zât onu tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce:

“−Gel şunu taşı!” dedi. Selmân -radıyallâhu anh- gidip yükü sırtlandı. Halk bu manzarayı görünce Şamlı zâta:

“−Yükünü taşıyan bu zât vâlidir!” dediler. Şamlı:

“−Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dediyse de Selmân -radıyallâhu anh-:

“−Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” karşılığını verdi. (İbn-i Sa’d, IV, 88)

Şâir ne güzel söyler:

Mâl ü mülke olma mağrûr, deme; “Var mı ben gibi!”

Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi…

[1] Bkz. Tirmizî, Cenâiz, 32/1017; İbn-i Mâce, Zühd, 16; Nesâî, Cuma, 31; Hâkim, I, 129/205; II, 506/3734; IV, 132/7128; Heysemî, IX, 20.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları