Tehaddî Ne Demek? Tehaddî Ayetleri

KUR’ÂNIMIZ

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın mûcize bir kitap olduğunu, inkârcılara meydan okuyup onları müsâbakaya çağırmak (tehaddî) sûretiyle ispat etmiştir.

Kur’ân’ın meydan okuması; inkârcıları birdenbire şaşırtmamak, onlara kendi imkân ve kuvvetlerini yeterince kullanabilecekleri bir mühlet vermek için dört safhada gerçekleşmiştir. Böylece onların Kur’ân’a benzer bir söz getirmeye güç yetiremeyecekleri kesin olarak ispat edilmiş olmaktadır.

1- Birinci safhada, müşriklerden Kur’ân’ın tamamına benzer bir kitap getirmeleri talep edilmiştir:

(Resûlüm!) De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (bana ve Mûsâ’ya inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona tâbî olayım!” (el-Kasas, 49)

“De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (el-İsrâ, 88)

“Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz getirsinler.” (et-Tûr, 34)

2- Müşrikler, Kur’ân’ın benzeri bir kitap getirmekten âciz kalınca, ikinci safhada saha biraz daha daraltıldı. İnkârcıların işleri kolaylaştırılarak Kur’ân sûrelerine benzer on sûre getirmeleri talep edildi. Mekke’de nâzil olan Hûd Sûresi’nde şöyle buyrulmaktadır:

“Yoksa, «onu (Kur’ân’ı) kendisi uydurdu» mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin!” (Hûd, 13)

Fakat inkâr edenler, bu dâvete de herhangi bir mukâbelede bulunamadılar.

3- Üçüncü safhada Kur’ân’ın herhangi bir kimse tarafından uydurulmuş bir söz olmadığı, Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’dan geldiğinde şüphe bulunmadığı te’yîd edildi ve inkâr edenlerden Kur’ân’ın sadece bir sûresinin benzerini getirme­leri istendi:

“Yoksa onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep birlikte) onun benzeri bir sûre getirin!” (Yûnus, 38)

4- İnkârcılar buna da cevap veremeyince, dördüncü safhada Kur’ân onları, tam misli olmasa da kısmen kendisine benzeyen bir söz söylemeye dâvet etti:

“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun sûrelerinden birine (herhangi bir yönden) benzer bir sûre getirin, eğer iddiânızda doğru iseniz Allah’tan gayri şâhitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın!”[1] (el-Bakara, 23)

Müşriklere ilk önce Kur’ân’ın bir benzerini getirmeleri teklif edilmişti. Meydan okuma husûsunda en son nâzil olan bu âyette ise, Kur’ân’a herhangi bir yönden birazcık olsun benzeyen bir söz getirmeleri (yâni tahdîdî değil, takrîbî/yaklaşık bir nazîrede bulunmaları) istenmiştir. (Draz, en-Nebe’, s. 84)

Son meydan okumanın devamındaki âyet-i kerîmede[2] ise inkârcılar îkaz edilerek hiçbir zaman Kur’ân’a benzer bir söz getiremeyecekleri, dolayısıyla isyandan vazgeçerek ilâhî azaptan kurtulmalarının kendileri için daha hayırlı olduğu haber verilmiştir. Bu âyetteki “وَلَنْ تَفْعَلُوا: ki asla yapamayacaksınız” ibâresi öyle bir eminlik ve kat’îlik hissini ifâde etmektedir ki, böylesi bir hüküm ancak ilmi ve kudreti sınırsız, tam ve kusursuz olan bir zât, yani Allah tarafından verilebilirdi. Hakîkaten Allah’tan başka hiç kimse, beşer açısından gayb, yani belirsiz ve kapalı olan istikbâle dâir böylesi bir kesinlikte hüküm veremez ve kat’î ifâdeler kullanamaz.

İNKARCILARI SUSTURAN AYETLER

İnkârcılar, acziyetlerini ilân eden bu ilâhî sözleri duydular ve bu sözler içlerine oturdu, hırslarını iyice artırdı, lâkin bir şey yapamadılar. İlâhî beyan, her tarafa yayıldı ve böylece Kur’ân’a benzer bir söz söylenemeyeceği iyice anlaşılmış oldu. Bu âyet, onların âcizliklerini dilden dile dolaştırıp ufuktan ufuğa taşıdı, zaafiyetlerini tescil etti ve dillerini âdeta mühürledi. (Râfi’î, İ’câz, s. 142)

Şâyet bu âyetlere muhâtap olan kimseler, Kur’ân’a cevap vermeye güç yetirebilselerdi, Hazret-i Peygamber’in nübüvvet dâvâsını iptal etme husûsundaki aşırı hırsları sebebiyle, ellerinden gelen her şeyi yapar, ne pahasına olursa olsun, bunu gerçekleştirme yollarını ararlardı. (Sâbûnî, Mâturîdiyye Akâidi, s. 47, 113)

Lâkin edebiyat fuarlarında birbirleriyle kıyasıya yarışan bu kudretli şâirler ve edibler, bir araya gelip Kur’ân’a benzer bir söz söyleme, bir benzerini vücûda getirme cür’etini gösteremediler. Kur’ân’ın hak olduğunu vicdânen kabûl ettikleri hâlde, nefsâniyetleri sebebiyle reddettiler.

KUR’AN İNKARCILARININ GÖRÜŞLERİ NELERDİR?

Müşrikler, Kur’ân’ın meydan okumasına cevap veremedikleri için onun yerine; yalanlama, kışkırtma, hakâret ve iftirâ gibi saldırganca tavırlar takındılar:

“Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir”[3],

“Süregelen bir sihirdir”[4],

“Bizzat kendisinin uydurduğu bir yalandır”[5],

“Öncekilerin masallarıdır”[6] gibi hakîkate uymayan, âcizliklerini ifâde eden, ayrıca kendi kararsızlık ve tenâkuzlarını gösteren birtakım asılsız iftirâlarla meşgul oldular. Nihâyet:

“Bu Kur’ân’ı dinlemeyin! Okunurken gürültü yapın, belki gâlip gelirsiniz!”[7] diyerek, her ne kadar inkâr etseler de aslında ilâhî kudret karşısında tamamen mağlûb olduklarını ortaya koymuş oldular.

Kur’ân’ın meydan okuması, zamanımıza kadar bütün münkirlerin hüsrânı ve âciz kalmaları ile neticelenmiş, onun sûrelerine benzer bir sûre vücûda getirilememiştir. 1400 seneden beri bu dâvete bir cevap gelmediği gibi, kıyâmete kadar da gelmeyecektir. Böylece Kur’ân’ın lisandaki mûcizesi ebediyyen devâm edecektir.

Kur’ân’ın, tesirinden hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelen mûcizevî bir kitap olduğunda hiç şüphe yoktur. İlmî keşiflerin artmasıyla onun mûcizevî yönü daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. İlk nâzil olmaya başladığı günden zamanımıza kadar, Kur’ân’ın bir sûresini bile taklit edebilen bir kimse çıkmamıştır. Bunu tecrübe etmek isteyenler ise bütün insanlığın huzurunda rezil olup fevkalâde gülünç duruma düşmüşlerdir. Yazdıkları da insanları güldüren hezeyan yığınından öteye geçememiş, sadece ahmaklıklarını ortaya koymuştur. Neticede kıyamete kadar kendilerinden ayrılmayacak bir utanç yüklenmişlerdir.[8]

HURÛF-İ MUKATTAA HARFLERİNİN SIRLARI

Kur’ân’ın meydan okumasındaki bir yön de şudur:

Birtakım sûrelerin evvelinde; “Elif, Lâm, Mîm; Elif, Lâm, Râ; Hâ, Mîm; Yâ-Sîn” gibi “Hurûf-i Mukattaa: Kesik kesik harfler” vardır ki, bunlardan bir kısmı, bulundukları sûrenin birer âyetini teşkîl eder. Müteşâbih[9] de denilen bu tür âyetlerin mânâsını ancak Allah Teâlâ bilir. Bu hususta söz sahibi bâzı âlimler, Hurûf-i Mukattaa ile alâkalı şu açıklamaları yapmışlardır:

1- Allah Teâlâ, bu harflerle ins ve cin âlemine âdeta şöyle bir meydan okumaktadır:

“İşte elinizdeki Kur’ân’ın kelimeleri bu harflerden teşekkül etmiştir. Buyurun, gücünüz yetiyorsa, siz de bu harfleri yan yana dizin ve Kur’ân’ın bir benzerini meydana getirin!..”

2- Bu harfler, kendilerinden sonra gelecek olan mevzûlara hazırlık açısından dikkatleri toplamak üzere yapılmış bir edebî sanattır. Zîrâ, bâzen söze üstü kapalı olarak başlamak ve meseleyi sır dolu bir îmâdan sonra îzah etmek, daha fazla alâka uyandırır.

3- Bunlar, öğrenmenin harflerle başladığına işâret etmektedir. Zîrâ Araplar, o güne kadar harflerin bu şekilde münferit okunuşlarını bilmiyorlardı. Bunu onlara, ilk olarak Kur’ân-ı Kerîm öğretmiştir.

Hulâsa Hurûf-i Mukattaa, esrârı Cenâb-ı Hakk’a âit olan ve bütün beşeriyeti âciz bırakan Kur’ân’ın bir i’câzıdır.

[1] Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak her defâsında, diledikleri bütün mahlûkâttan yardım alabileceklerini de ifade etmek sûretiyle Kur’ân’ın beşer kelâmı olmadığını çok kesin bir şekilde îlân etmiş olmaktadır.

[2] el-Bakara, 24.

[3] el-Müddessir, 24.

[4] el-Kamer, 2.

[5] el-Furkân, 4.

[6] el-En’âm, 25; el-Enfâl, 31, vb.

[7] Fussılet, 26.

[8] Bkz. Bûtî, Ravâi’, s. 126, 129, 130; İsmâil Karaçam, Sonsuz Mûcize Kur’ân, İstanbul 1987, s. 159-175; Nasrullâh Hacımüftüoğlu, Kur’ân’ın Belâğatı ve İ’câzı Üzerine, Erzurum 2001, s. 58-62, 90.

[9] Müteşâbih: Kur’ân-ı Kerîm’de mânâsı kapalı, birçok mânâya gelebilen, tefsîrinde güçlük çekilen âyet veya kelimelerdir. Bunlara müteşâbihât denir. Hangi mânâya geldikleri, hâricî bir delil olmadan hakkıyla anlaşılamaz.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Rahmet Peygamberi, Erkam Yayınları