Tasavvufta Tevazu ve Hiçlik

TEFEKKÜR

Abdullah Dehlevî Hazretleri çok yüksek makamlara sahip olmasına rağmen dâimâ tevâzû ve hiçlik hâlinde yaşardı.

Bir gün karşıdan gelen bir köpeğe bakarak:

“–Yâ Rabbî! Şu mahlûkun hürmetine bana merhamet eyle! Ben kimim ki her taraftan insanlar, Cenâb-ı Hakk’a kavuşmak için akın akın geliyor, bizi vesîle ediniyorlar. Hâlbuki ben, o gelenlerin hatırı için Rabbimden istiyorum!” buyurdu.[1]

Tevâzû ve hiçliğin, tasavvuf yolunun esâsı olduğunu şöyle ifâde ederdi:

“Dâimâ istiğfâr üzere, hep suçlu ve mahcup, sürekli kırık kalpli olmak, bu işin hiç şaşmayan, en doğru ifâdesidir.”[2]

Mütevâzı gönlünden dökülen samîmî ifâdelerle müzeyyen bir mektubunda şöyle buyurur:

“Bu ihtiyarın ömrü hep günahlarla geçti. Bilhassa şikâyet, gıybet, insanlara dil uzatmak, onları kötülemek, büyükleri tanıyamamak, onların hâllerine îtirazda bulunmak, huşû ve huzûrdan mahrum kılınan bunca namaz, tecvide riâyet etmeden yapılan bunca kıraat, boş ve lüzumsuz şeyler karıştırarak tutulan oruçlar, mânâsı düşünülmeden yapılan tilâvetler, Allah Teâlâ’yı hatırlamadan geçen zamanlar, haşyet hissinden uzak geçen vakitler ve gafletle alınıp verilen nefesler, amel defterimizi kararttı.

Yazıklar olsun, binlerle yazıklar olsun! Cihan bağına gül toplamak için geldik, ama diken hamallığı yapıyoruz.

Yazıklar olsun, binlerce yazıklar olsun ki, sıhhat, âfiyet, rahatlık ve birçok imkânlar verildiği hâlde, hepsinin şükründe kusur ettik.

Eyvahlar, binlerce eyvahlar olsun ki, bize Kur’ân-ı Kerîm ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi iki muazzam nîmet lûtfedildiği hâlde onlara da lâyıkıyla şükredemedik. Hâlbuki şükre şâyan en büyük nîmetler bunlardı.

Allah korusun! Şaşkın vaziyetteyiz! Zira yarın kıyâmette hangi yüzle Allah ve Rasûl’ünün huzûrunda kabûl göreceğiz? Bu ne biçim anlayışsızlıktır?! Bu kadar liyâkatsiz bir hâl ile şefâat ve mağfirete nâil olmak, Allah Teâlâ’nın rahmeti yetişmezse imkânsızdır. Allah Teâlâ, kaçırdığımız fırsatları ancak lûtf u keremi ile tekrar ihsân edebilir, yoksa hiçbir özrümüz yok!

İnnâ lillâh. (Biz ancak Allâh’a âidiz.) Ölüm başucumuzda, kıyâmet ise çok yakın! İşe yarayan hangi ameli işledik? Sâlih kullar cennete gidip, nîmetler içinde ve Allah Teâlâ’nın cemâlini seyrederek mütelezziz olurken, biz gâfiller, elli bin senelik olan o günde hesap için tutuluruz. Vâh hâlimize! Keşke dünyaya hiç gelmeseydim. Bugün bunları düşünmek zorundayız ki, yarın üzülmeyelim!

Amel-i sâlihlere sarılalım! Seher vakti kalkıp, gözlerden hasret yaşları akıtalım. Bizden önce yaşayan Hak dostlarının ne mücâhedeler yaptıklarını ve ne büyük fedâkârlıklarda bulunduklarını işitiyoruz. Allah Teâlâ bizlere gayret ve utanma versin!”[3]

DİPNOTLAR

[1] Abdülganî bin Ebî Saîd, a.g.e, s. 150.

[2] Abdullah Dehlevî, Mekâtîb-i Şerîfe, s. 65, no: 65.

[3] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 158, no: 91.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları