Tasavvufta İlk ve Son Ders

HAYATIMIZ

Büyüklerin tâbiriyle; “Tasavvufta ilk ders incitmemek, son ders de incinmemektir.” İncitmemek, çoğu zaman insanın elindedir. Dolayısıyla da kolaydır. Fakat incinmemek elde değildir. Zira kalpte irâde yoktur. Mâruz kaldığı hatâ ve kusurlar karşısında kalbin îtiraz ve şikâyetini susturabilmek, yani gönle söz geçirebilmek hiç de kolay değildir.

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Nâkıs işi hep hatâ isyân olur,
Kâmil işi af ile ihsân olur…

Allâhʼın affına nâil olabilme arzusuyla Oʼnun kullarından gelen ezâ ve cefâları müsâmaha ile karşılayabilmek, Cenâb-ı Hak hatırına Oʼnun kullarından incinmeyip af fazîletini sergileyebilmek, yüksek bir kalbî dirâyet ve olgunluk ister.

İşte Hak dostları, fânîlerden gelen ezâ ve cefâları, günahlarının affına, nefislerinin tezkiyesine, mânevî derecelerin terfiine, velhâsıl Hakkʼa yakınlaşmaya vesîle bilen, kâmil, fâzıl ve ârif şahsiyetlerdir. Onlar, karşılaştıkları menfî hâlleri birer imtihan olarak telâkkî edip bunları Hakkʼın râzı olacağı şekilde karşılamaya gayret gösteren sâlih mü’minlerdir.

CİLALANMADAN NASIL AYNA OLACAKSIN?

Hak dostlarının hissiyâtına tercüman olan Mevlânâ Hazretleriʼnin şu nasihati, bu gönül ufkunu ne güzel îzah eder:

“Her zahmete kızmakta, öfkelenmektesin. Her terbiyesize kin gütmektesin. Peki ama cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?..”

Bunun içindir ki sâlih ve ârif kullar, gâfil ve nâdanların ufak-tefek kusurlarına takılmaz, kendilerine sataşan câhillere aldırmaz, onlara mütebessim bir çehreyle “selâm” deyip geçer, onlarla faydasız tartışma ve ağız dalaşına girmezler. Zira muhâtabını; hatâsını anlamaya, nedâmete ve hâlini ıslâha sevk edecek bir irşad ve îkazın, sert ve kaba bir tartışma üslûbuyla değil, ancak suyun akışı gibi gönle ferahlık veren yumuşak bir lisan, kalplerin kilitlerini açan hikmetli sözler ve iç ısıtan güzel nasihatlerle yapılabileceğini bilirler.

Şüphesiz ki her hususta olduğu gibi bu fazîlette de zirve şahsiyet, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. Zira O Rahmet Peygamberi:

“Hiçbiriniz; «Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparlarsa ben de iyilik yaparım, kötü davranırlarsa ben de kötü davranırım.» diyerek (başkalarını taklit eden) şahsiyetsiz kimselerden olmasın! Aksine; insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa haksızlık etmemek (zulme sapmamak) için nefsinizi terbiye edin.” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 63/2007)

EFENDİMİZİN HAYATINDAN HAYATIMIZA IŞIK TUTAN SAHNELER

Zira âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluverir.” (Fussilet, 34)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayatının her safhasında kötülüğe bile iyilikle mukâbele etme fazîletinin eşsiz numûnelerini sergilemiştir. Meselâ;

Bedir Harbi’nden bir gün evvel müşrikler, Efendimiz’in yanında bulunduğu kuyudan su almak istediler. Sahâbe-i kirâm, bir gün sonra kılıç kılıca gelecekleri düşmanlarına su vermek istemediler. Lâkin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâmʼın savaşta bile sahip olduğu merhamet ufkunu sergileyerek, onların su almalarına müsaade edilmesini emir buyurdu.

Yine bir gün kendisinden, müslümanlara zulmeden müşriklere lânet etmesi istendi. Efendimiz ise:

“Ben lânetçi olarak gönderilmedim, âlemlere rahmet olarak geldim.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118)

İslâm’ı tebliğ için Tâif’e gitti. Fakat taş kalpli insanlar tarafından taşlandı. Efendimiz mahzun bir hâlde geri dönerken, Cenâb-ı Hak Cebrâil -aleyhisselâm- ile Dağlar Meleği’ni gönderdi. Melek:

“‒Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Cenâb-ı Hak işitmektedir. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun?

Eğer dilersen şu iki dağı (Mekke’deki Ebû Kubeys ile Kuaykıân dağlarını) onların başına geçireyim.” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların nesillerinden sadece Allâh’a ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler getirmesini dilerim.” buyurdu. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Yani kendisini taşlayanlara dahî bedduâ yerine hayır duâda bulundu.

Mekke Fethi, tam da kendisine ve müslümanlara yıllarca en acımasız ezâ, cefâ ve zulümleri revâ görmüş olan müşriklerden intikam alınacak / kısas yapılacak zamandı. Fakat O, eşi görülmemiş bir âlicenaplık sergileyerek;

“‒Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu.

Kureyşliler:

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ben de Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi;

«Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok!»[1] diyo­rum. Haydi gidiniz, serbestsiniz!” buyurdu, umûmî af îlan etti. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143)

Münâfık Lebîd, Peygamber Efendimiz’e sihir yaparak hastalanmasına ve ıztırap çekmesine sebep olmuştu. Efendimiz bunu vahiy yoluyla öğrendi. Lâkin Lebîd’in ne yüzünü gördü ne de bu suçunu dile getirip başına kaktı. Hayatına kastetmiş olan Lebîd’i ve onun mensub olduğu Benî Zurayk Kabîlesi’nden hiç kimseyi cezalandırmadı.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz:

“–Yâ Rasûlâllah! Sihir yapan kimseyi teşhir edip rezil rüsvâ etsen olmaz mı?” dediğinde ise Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Allah Teâlâ bana şifâ verdi, ben de insanlar üzerine şerri yaymak ve onlara kötülük etmek istemem.” (Buhârî, Edeb, 56)

Hattâ Efendimiz’e kızı Hazret-i Zeyneb’i şehîd eden Hebbâr bin Esved geldi. “Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r-Rasûlullah” dedi. Efendimiz kelime-i tevhîdin hatırına onu da affetti.

“Bu zulmü kızıma niçin yaptın?!” diye dahî sormadı. (Vâkıdî, II, 857-858)

İşte af fazîletinde de sonsuz bir cömertlik ummânı olan Allah Rasûlü’nün nebevî terbiyesinde yetişen ashâb-ı kirâm ve onları âdeta bir gölgenin vücuda olan sadâkatiyle tâkip eden Hak dostları, Allâhʼın kullarından gördükleri şahsî kusurları affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelebilmeyi, düstur edinmişlerdir.

ALLÂH’IN SİZİ BAĞIŞLAMASINI ARZULAMAZ MISINIZ?

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli bir fakire devamlı yardımda bulunuyordu. Kızı Hazret-i Âişe’yi hedef alan “İfk” (yani iftira) hâdisesinde, Mıstah’ın da iftiracılar arasında yer aldığını öğrenince, bir daha ona ve âilesine yardım etmeyeceğine dâir yemin etti. Fakat Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan duruma düştü. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler. Affetsinler, bağışlayıp geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını isterim!” dedi. Ardından yemin kefâreti vererek, yapmakta olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)

O hâlde bir düşünelim:

Bizler; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi, ashâb-ı kirâmı, evliyâullâhʼı, sâlih müʼminleri örnek almamız gerekirken; şahsımıza yapılan kötülüklere nasıl karşılık veriyoruz? “…Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?..” (en-Nûr, 22) âyetinin muhtevâsına ne kadar girebiliyoruz?..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2022 – Haziran, Sayı: 436