Tasavvuf, İslam'a Sonradan mı İlave Oldu?

İSLAM

Mânevî hayat ve tasavvufî düşünce, bâzı kimselerin iddiâ edegeldikleri üzere sonradan îcâd edilerek dîne ilâve olunmadı.

Artık yeniden îtikâdî ve amelî hükümler vaz edilemeyeceği için Ce­nâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’in ardından Kur’ân-ı Kerîm’in tahrif ve tağyîre uğramaması husûsunda ilâhî bir teminat bahşetmiştir. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsını, beşerin kıyâmete kadar bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek müstesnâ ve eşsiz bir kemâle sahip kılmıştır.

EVLİYALAR ENBİYALARIN VARİSLERİDİR

Ayrıca Hazret-i Peygamber’den sonra tebliğ ve irşad va­zi­fesini yürütecek ulemâyı da müteselsil bir sû­ret­te beşeriyetin hizmeti için lûtfetmiş ve edecektir. Buna ilâveten Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’in en büyük va­zi­felerinden biri olan nefisleri tezkiye ve kalpleri tasfiye va­zi­fesini de inkıtâya uğratmamış, bu mânevî sahayı verese-i enbiyâ olan evliyâullâha tevdî buyurmuştur.

TASAVVUF, DİNE SONRADAN İLAVE OLMAMIŞTIR

Dolayısıyla mânevî hayat ve tasavvufî düşünce, bâzı kimselerin iddiâ edegeldikleri üzere sonradan îcâd edilerek dîne ilâve olunmuş değildir. Zira peygamberlerin tebliğ faâliyeti iyice tedkîk edildiğinde görülür ki onların idrâk, iz’ân ve mânevî feyiz itibâriyle yüksek istîdat sahibi bâzı kimselere yaptıkları tebliğlerdeki seviye, herkese mahsus olandan çok farklıydı.

Bundan dolayıdır ki tarîkat silsileleri, Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e rûhî yakınlık bakımından ashâb arasında çok farklı bir durumda olan Hazret-i Ebû Bekir veya Hazret-i Ali’ye dayandırılır.

Diğer taraftan “ehl-i suffe” denilen ve hayal ötesi bir sû­ret­te zühd ü takvâ içinde yaşayan bâzı sahâbîler de, Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’in husûsî terbiyesi ile zirveleşerek ümmete numûne olmuşlardır. Tebük seferi gibi en büyük ve en meşakkatli bir gazveden dönülürken Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’in beyân ettiği:

“Şimdi küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz!” tarzındaki hikmet de, nefisle uğraşmanın hem güçlüğünü ve ehemmiyetini, hem de onun zarûretini ifâde etmektedir. Tasavvufta sâlike kazandırılmak istenen de, fânî dün­yaya karşı tavır, nefse galebe ve kalbin mâsivâdan korunmasıdır.

PEYGAMBERİMİZİN İFÂ ETTİĞİ BAŞLICA 3 VAZİFESİ

Burada Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu âlemde îfâ ettiği va­zi­felerin başlıcalarını umûmî bir nazarla hatırlatmak gerekir:

  1. Allâh’ın âyetlerini okumak, Kitâb’ı ve hikmeti öğretmek, yani
  2. Allah Teâlâ’dan aldığı vahiyleri şerh ve îzâh etmek; gerektiğinde icti­had­da bulunmak,
  3. Allâh’ın emir ve nehiylerini icrâ etmek ve ettirmek,
  4. Kalpleri tasfiye ve nefisleri tezkiye etmek, bu vesîleyle ruhlarda tasarrufta bulunmak.

Bir de bunlara ilâveten Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sel­lem-’in husûsî bir va­zi­fesi daha vardır ki, bu da Cenâb-ı Hak’tan ahkâm tebellüğ etmektir.

İslâm âlimleri, Hazret-i Peygamber’in zâtına mahsus olan Allah’tan ahkâm tebellüğ etmek va­zi­fesinin dışındaki üç va­zi­feyi de onun haleflerinde bir meşrûluk şartı olarak görürler. Böyle bir halîfenin hilâfetine de “hilâfet-i kâmile” adını verirler.

Ancak bu üç va­zi­fenin üçünü birden gerçekleştirmenin, ancak sohbet-i Peygamberî bereketiyle mümkün olabileceğini ifâde ederek bunların hepsini kendilerinde cem edemeyenlerin hilâfetine ise, “hilâfet-i sûriyye”, yani “şeklî hilâfet” adını verirler.

Gerçek mânâda hilâfet-i kâmileyi de, hulefâ-i râşidîn diye vasıflandırılan ilk dört halîfeye tahsîs ederler. Onlardan sonra bu üç va­zi­fenin bir kişide toplanmasının mümkün olamayacağı noktasından hareketle, ictihâdın zâhir ulemâsına, icrâın devlet reisine, nefisleri tezkiye ile ruhlarda tasarrufun ise meşâyıha tevdî edildiği şeklinde bir tasnif yaparlar. Bunu da, maslahat sebebiyle meşrû kabûl ederler.

OSMANLI, MANEVİ TERBİYE İŞİNİ MÜRŞİDLERE VERMİŞTİR

Bu tasnif dolayısıyladır ki Osmanlı Devleti, şerîat işlerini yürütmeyi şeyhülislâma, icrâını pâdişâha ve mânevî terbiyeyi de mürşid-i kâmillere vermiştir. Böylece Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’in yapmış olduğu va­zi­feleri üçlü bir sacayağına oturtarak ulvî bir tevhîd ile i‘lâ-yı kelimetullah yolunda muazzam bir hizmet yürütebilmiştir.

Diğer taraftan ifâde etmek gerekir ki, hükümlerin herkese âit olanlarının ıstılâhî adı, kısaca “şerîat”tır. Şerîat, zâhirle uğraşır ve muhâtabın zâhirî ahvâlini düzeltmeye çalışır.

Ancak fiillere yön veren çoğu kere akıl ve idrâkten ziyâde hisler ol­du­ğundan, aklın şer’î ölçülerle terbiye ve kontrolu kadar hislerin de İs­lâm’ın özüyle yoğrulması bir zarûrettir. Bu da, aklî faâliyetler kadar kalbî faâliyetlerin de düzenlenmesini gerektirir.

İşte tarîkat, şerîate râm olmuş bir akılla zâhirini düzeltebilmiş olanların “mükemmel bir mü’min” olabilmek için hislerinin de terbiye edilip yönlendirilmesi ihtiyâcının eseridir. Bu demektir ki şerîat, zâhiri; tarîkat ise, bâtını düzeltme vâsıtasıdır.

ŞERİATSIZ TARİKAT OLMAZ

Dolayısıyla “şerîatsiz tarîkat olmaz” sözü, bu yolun kâmil erbâbı tarafından her vesîleyle tekrar edilegelmiştir. Bilinen bir tâbirle; “pergelin sâbit ayağı şerîat, seyyar ayağı ise tarîkat” olarak ifâde edilmiştir.

Va­zi­fesi itibâriyle tarîkat, insanların kalp âlemiyle meşgûl olduğu için, kâinâtın yaratılış sâikı olan muhabbeti de tabiî olarak kullanmaya mecburdur.

Bu yüzden o, “aşk ve muhabbet yolu” olarak da vasıflandırılmıştır. Aşk, bir coşkunluk olduğundan irâdenin erimesi ve ayağın kolayca kayması gibi bir tehlikeyi de beraberinde getirir. Bundan korunabilmek için, zâhirî ilimler ile mânevî hayatı birleştirmiş olan kimselerin rehberliğinde yürümek lâzımdır.

Bununla beraber irşad va­zi­fesiyle mükellef olanlar, zâhirî ilimlerde lüzumlu bir kudret ve seviyeye ulaşmadığı takdirde aşk ve muhabbet yolundaki tehlike yine büyüktür.

BAZI TARİKATLAR ŞERİATIN DIŞINA ÇIKABİLİYOR

Bunun bertarâfı için “Tarîkat-i Nakşibendiyye”, mürşidlerini zâhirî ilimleri hazmetmiş insanlardan seçme usûlünü tercih etmiştir. Böylece işâret edilen tehlikeden kendisini muhâfaza edebilmiştir. Bektâşîlik ve Mevlevîlik gibi bâzı tarîkatlerde ise cezbe ve coşku sebebiyle görülen ayak kaymalarının, insanı zaman içinde şerîate muhâlif birtakım davranışlara götürdüğü de müşâhede edilmektedir.

Bunun için Osmanlılar, şerîat hükümlerini gerçekleştirmeyi devletlerine temel gâye edinmeleri yanında, akıl ve irâdeleri kadar kalplerini de terbiye etmeyi va­zi­fe bilmelerinden dolayı -bilhassa son devir ulemâ ve devlet ricâlinde görüldüğü üzere- Nakşî tarîkatini diğerlerine nazaran daha çok tercih etmişler ve böylece bu tarîkat, Devlet-i Aliyye bünyesinde geniş bir sahaya yayılmıştır.

NAKŞİLİK MÜSTESNA BİR VAZİFE GÖRDÜ

19. yüzyılda pozitivizmin neticesinde dinden uzaklaşan Avrupa’nın tesiriyle memleketimizde de şer’î hassâsiyetler ve mânevî duygular zayıflamaya başlamıştı. İşte bu zamana tesâdüf eden Hâlidîliğin yayılması, başlayan bu menfî cereyanlara engel olma husûsunda pek müstesnâ bir va­zi­fe görmüştür. İşte Mevlânâ Hâlid Hazretleri, böylesine mühim ve hassas bir mevsimde hizmet etmiş bulunan mürşid-i kâmillerin başında gelir.

O, yüzlerce halîfe yetiştirerek yolunu Osmanlı coğrafyasında daha da şümûllendirip olgun müslümanların adedini çoğaltma husûsunda pek büyük ve kıymetli bir hizmet yürütmüştür. Belki de millî tarihimizin buhranlarını büyük ölçüde geciktiren âmillerin başında bu rûhânî yayılma ve genişleme gelir ki, bu da, halkın mâneviyâtının korunmasında büyük bir âmil olmuştur. Din, bid’atlerden muhâfaza edilmiştir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş / Osmanlı, Erkam Yayınları