Tarihselcilik Safsatası

Dini ve Felsefi Akımlar

Bazı ehl-i sünnet dışı şahısların ileri sürdüğü tarihselcilik safsatası nedir?

İslâmiyet’in cihanşümûl vasfına rağmen, son asırlarda, müsteşriklerin tesiriyle bazı ehl-i sünnet dışı şahıslar, “tarihselcilik” diye bir safsatayı ileri sürmüşlerdir.

Bu bâtıl anlayış, Kur’ân ahkâmının, hattâ neredeyse anlattığı kıssalara varıncaya kadar birçok muhtevâsının, indiği döneme has ve bölgenin şartlarına münhasır olduğunu iddia eder. Sahibini küfre götürecek olan bu bâtıl anlayışa göre, Kur’ân’ın ahkâmı âdeta emekliye ayrılmıştır!.. Onun yerine insanlar, sadece Kur’ân’ın ahlâkî görüşlerinden ilham alarak, kendileri hukuk geliştirebilirler.

Meselâ, Kur’ân’ın bütün tafsilâtıyla bildirdiği miras hükümlerini[1] bir kenara kaldırıp, beşerî bir düzenle miras taksimine girilmesini teklif etmektedirler.

Bu tarafıyla aslında tarihselcilik, tamamen lâiklik ve sekülerizm karşısında mağlûbiyet psikolojisiyle, Kur’ân ahkâmını rafa kaldırmak demektir. Tarihselcilik, tıpkı Hristiyanlık’ta olduğu gibi, ahkâmın Sezar’a (yani siyâsî otoriteye) bırakılıp, dînin sadece mâbede ve vicdana hapsedilmesidir.

TARİHSELCİLİK ASLA KABUL EDİLEMEZ

İslâm, kıyâmete kadar geçerlidir ve tarihselcilik, dînimizde aslâ kabul edilemez. Tarihselciler, görüşlerini kabul ettirmek için, bazı hakîkatleri sû-i istîmâl etmekte ve çarpıtarak nakletmektedirler. Meselâ, Mecelle’deki umûmî kâidelerden biri şöyledir:

“Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunmaz.” Yani; “Zamanların değişmesiyle, hükümlerin de değişeceği inkâr olunmaz.” Ancak bu hüküm, Kur’ân ve Sünnet ile sâbit olan taabbüdî ve tevkîfî hükümlerle alâkalı değildir.

Yani zamanın değişmesiyle, Kur’ân ve Sünnet ile sâbit olan namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerde bir değişme olmaz. Haramlar helâl olmaz, helâller de haram olmaz. Bu değişim, örf ve maslahat gibi fer’î deliller ile, içtihad yoluyla konulmuş hükümlere mahsustur. Değişiklik; hükmün özünde değil, tafsilâtında meydana gelir. Zira aynı Mecelle;

“Mevrid-i nasta ictihâda mesâğ yoktur.” kâidesini de ortaya koymuştur. Yani; “Hakkında âyetin nâzil olduğu veya hadîsin vârid olduğu bir hükümde, aksi yönde içtihad yapılamaz.”

Eğer Kur’ân ve Sünnet’le sâbit hükümlerde içtihad yapılabilecek olsa, din Hristiyanlık ve Yahudîlik gibi, sözde din adamlarının oyuncağı olurdu. Sayısız dînî anlayış ortaya çıkardı. Maalesef günümüzde bu kabilden birçok bâtıl anlayış ortaya çıkmaya devam etmektedir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir îkaz mâhiyetinde şöyle buyurmuştur:

“–Ümmetim, yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası kurtulacaktır.” Ashâb-ı kirâm sordular:

“–Yâ Rasûlâllah! O kurtulan fırka, hangi fırka olacaktır?” Fahr-i Kâinat Efendimiz şu cevâbı verdi:

“–Benim ve ashâbımın takip ettiği yolu izleyenler...” (Tirmizî, Îmân, 18; İbn-i Mâce, Fiten, 17)

Hadîs-i şerîfte bildirilen 73 sayısı, kesretten kinâye olabileceği gibi, hakikî bir sayı da olabilir. Fırka-i nâciye, yani ebedî kurtuluşa giden yegâne yol, Kitap ve Sünnet istikâmetinde devam eden “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” yoludur. Zamanın değişmesiyle değişen içtihâdî hükümlere bir misal verelim:

HİÇ Mİ, TARİHİ GELİŞME VE DEĞİŞME YOKTUR?

Rasûlullah Efendimiz zamanında seferler daha ziyade kara yoluyla yapılıyordu. Deniz yolculukları varsa da mahduttu. Günümüzde ise, hepsi çok hızlanıp geliştiği gibi, bunlara hava yolculuğu da ilâve oldu. O devirlerde, seferîliğin ölçüsü 3 günlük yolculuk olarak belirlenmişti. Günümüzde ise seferîlik, geçmişte üç günde katedilen mesafe demek olan 90 km. olarak hesaplanmıştır. Burada akla şu suâl gelebilir:

Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu 15 asır öncesiyle günümüz arasında, gerçekten insanların yaşayışı, keşifler, hız vb. çok büyük gelişmeler oldu. Hiç mi, târihî gelişme ve değişme yoktur? Buna şu cevâbı vermek gerekir:

Değişim eğer, “bedîhî” denilen, yani apaçık görünen bir değişim ise, zaten onu akl-ı selîm doğrudan kabul eder. Meselâ, bugün artık kılıç, ok, at gibi âlet ve edevatla savaş yapılmamaktadır. Bu sebeple bunlardan bahseden âyet ve hadislerdeki hükümleri, zihnimiz otomatik olarak, günümüzdeki savaş âlet ve edevâtıyla değiştirir.

Yine bir asırdan fazla zamandır, kölelik müessesesi kaldırılmıştır. Dolayısıyla, âyet ve hadislerde geçen kölelerle alâkalı hükümler, günümüzde tatbik edilmeyecektir. Bunlar İslâmiyet’in -hâşâ- zamanın geçmesiyle eskidiğini değil, bilâkis cihan-şümûllüğünü ispatlamakta, zamanın ilerlemesiyle fıkhın tazelenebildiğini göstermektedir. Şöyle izah edelim:

Köle âzâdı, Kur’ân’da birkaç keffârette geçer. Fakat her birinde; “eğer bulamazsanız” diyerek başka yol da gösterilmiştir.[2]

Yani; “Kölelik kaldırıldı, şimdi Kur’ân’ın emrini nasıl yerine getireceğiz?” şeklinde bir tıkanıklık ve bir çözümsüzlük meydana gelmemiştir. Bilâkis, köle bulunamayacak bir zamanın geleceği Kur’ân-ı Kerîm’de işaretle bildirilmiş, başka keffâret yollarına da yer verilmiştir. Yine, cihadla alâkalı olarak Rabbimiz; “kuvvet” hazırlamayı emretmiştir.[3] Peygamber Efendimiz ise;

“Dikkat edin; kuvvet, atmaktır.”[4] diyerek, âdeta asırlar sonrasında îcad edilecek; top, tüfek, füze ve benzeri silâhlara işaret buyurmuştur. İslâm’ın;

“Zaruretler, mahzurlu hususları mubah kılar.”

“Âmme zararını def için, zarar-ı hâs tercih olunur.”

“Ehvenü’ş-şerreyn (yani mecbur kalınan iki kötülükten hafif olanı) tercih edilir.” ve benzeri usûl-i fıkıh kâideleri de, değişen şartlarda hükümlerin çıkmaza girmesine mânî olur. Meselâ kutuplara yakın kuzey ülkelerinde, yaz boyunca yatsı namazının şartlarının meydana gelmediği bildirilmektedir. O hâlde yatsı namazı nasıl kılınacaktır?

Usûl-i fıkıh âlimleri, burada yatsı namazı için “sebep” kılınan, yıldızların zuhur edeceği derecede havanın kararması hâdisesini, gerçekleştiği en yakın yere kıyaslayarak namazların kılınması gerektiğini söylemek sûretiyle meseleyi çözmüşlerdir. Zira havanın kararmasıyla yatsı namazı arasında, sadece ibadetin zamanlaması bakımından bir bağ vardır.

Meselâ bir kişi kıbleyi tam olarak tespit edemese de, zannî olarak bir kıble belirler ve namazı kılar. Kıbleyi tam olarak tespit edemediği için, namazı terk etmez. Su bulamayan, teyemmüm alır. Ayağa kalkamayacak derecede hasta olan, oturarak kılar; buna da gücü yetmeyen, îmâ ederek kılar.

Dipnotlar:

[1] Bkz. en-Nisâ, 11-14. [2] Bkz. en-Nisâ, 92; el-Mâide, 89; el-Mücâdele, 3-4. [3] Bkz. el-Enfâl, 60. [4] Ebû Dâvûd, Cihâd, 23.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları