Takva ve Marifetullah Nedir?

İSLAM

Takva ve marifetullah nedir? Takva ve marifetullah ile ilgili hadis ve ayetler nelerdir? Bu hadis ve ayetlerden ne anlamalıyız? Dr. Murat KAYA anlatıyor...

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) ashâbına bir şey emrettiği zaman (dâimâ) ellerinden gelebilecek amelleri emrederdi. O zaman ashâb-ı kirâm:

«‒Yâ Rasûlâllâh, biz senin gibi değiliz. Allâh Teâlâ senin olmuş ve olacak günahlarına meydan vermemiştir.» derlerdi.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), gazap alâmetleri mübârek yüzlerinde belirecek kadar kızar ve ondan sonra da:

«‒En ziyâde takvâ sâhibi olanınız ve Allâh’ı en çok bileniniz şüphesiz ki benim!» buyururlardı.” (Buhârî, Îmân, 13)

BU HADİSTEN NE ANLAMALIYIZ?

İmâm Buhârî (r.a) bu bâb’a başlık olarak şunları zikrediyor: “Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz; «Ben sizin Allah’ı en çok bileninizim!» buyurmuştur. Mârifet kalbin bir fiilidir. Çünkü Allah Teâlâ; «…lâkin kalplerinizin kazandığı yeminler sebebiyle sizi muâheze eder…»(el-Bakara, 225.) buyurmuştur.”

Önceki bölümde fitnelerden kaçmanın îmandan olduğu ifade edilmişti. Bu ise ancak kişinin dindeki kuvveti nisbetinde gerçekleşir. Mü’min dînine sıkı sarılıp onu muhâfaza gayretine girecek ki fitnelerden korkarak insanlardan uzaklaşabilsin! Dînin kuvveti ise mârifetin yani Allah Teâlâ’yı kalpte tanımanın kuvvetine delâlet eder. Kişi dînini kuvvetlendirdikçe Allah’ı tanıması, mârifeti de kuvvetlenir ve artar.

İlim, îmân ve mârifet kalbin amellerindendir. Kalbin amelleri ise çok şerefli, kıymetli ve ehemmiyetlidir. Allah Teâlâ’yı ve Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i sevmek de kalbin amellerindendir. Bu tür kalbî amellere, diğer âzâlarla yapılan amellerden daha fazla ecir lûtfedilir. Bu ameller, tâatlerin en yükseği ve asfiyânın derecelerinin en üstünüdür. Bu sebeple kişi, sevdiği ile beraber olabilmekte, sevdiğinin bulunduğu makama çıkabilmektedir.

Diğer bir husus da kim bir kavmi ihlâsla severse, onların amellerini işleyemese de onların zümresinden sayılır. Çünkü kalpleri arasında yakınlık hâsıl olmuştur. Bu muhabbet, büyük ihtimal kişiyi, o insanları taklit etmeye sevk edecektir. Bu sebeple kişinin, onlardan olması ve Cehennem’den kurtulması ümidiyle sâlihleri ve hayırlı insanları sevmesi teşvik edilmiştir.

Buhârî’nin tercihine göre îmân artar ve eksilir. Bu hadîs-i şerif de onun delillerinden biridir. İnsanlar mârifet cihetiyle farklı farklı seviyelerdedirler. Onların en üstünü ise Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’dir. Allah Teâlâ’yı en fazla tanıyan ve O’na karşı en çok takvâ sâhibi olan Peygamber (s.a.v) Efendimiz’dir.

Sâlih ameller mü’mini yüksek derecelere çıkarır ve günahlarının affına vesile olur.

İbâdette evlâ olan îtidâl üzere hareket etmektir. Mü’min, nâfile ibadetler husûsunda güç yetirebileceği ve devam ettirebileceği bir seviyeye tâlip olmalıdır.

Sâlih bir insan, hâlinin güzelliğine îtimâd ederek ibadetlere koşmayı terketmemelidir.

“Olmuş ve olacak günahların” ifadesi Fetih Sûresi’nin 2. âyet-i kerimesinden alınmıştır ve tekit (kuvvetlendirme) için kullanılan bir kalıptır. Yani Cenâb-ı Hak, senin hiçbir günâh işlemene meydan vermemiştir, demektir. En doğrusu, bu ifâdeyle Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mâsûm olduğu, günahlardan muhafaza edildiği kastedilmiştir.

Buradaki “günah” kelimesi için şu îzâhlar yapılmıştır:

- Günahtan kasıt Peygamber Efendimiz’in ictihad yaparken evlâ ve efdal olanı değildi daha az doğru olanı tercih etmesidir. Bu tercih normalde günah olmadığı hâlde, “günah” diye isimlendirilmesi, Allâh Rasûlü’nün yüksek makam ve mansıbına nazarandır. Çünkü ebrâr’ın hasenâtı, mukarrabîn için seyyiât sayılabilir.

- Bazıları da demişlerdir ki, burada günahın işlenmesi kastedilmeyerek terkibin bütünü muâhaze olunmamaktan kinâyedir. Gelecek günah, senin duâ ve şefaatinle affedilecek olan ümmetinin bazı günahlarıdır.

- Bununla küçük günahlar kastedilmiştir. Çünkü küçük günahlar ister sehven, isterse kasten olsun, peygamberler hakkında caizdir ve bu günahlar onları, kendilerini beğenmekten korurlar.

- Bu, O’nun ümmetini istiğfara teşvik etmektir.

- Bu âyetin nazil olduğu yer ve ahvâl göz önüne alınırsa, açıkca anlaşılmaktadır ki burada bağışlanan günahlardan maksat, geçmiş 19 sene içerisinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) önderliğinde İslam’ın yayılması için yapılan mücâdeleler, çalışmalar ve savaşlarda müslümanların yaptığı bir takım hatalardır. Bu hataları hiç kimse bilmemektedir. Hatta insan aklı, bu samîmî gayretler içinde bir eksiklik arayıp bulmakta da âcizdir. Lâkin Allah Teâlâ nazarında, en güzel ve en yüce olma ölçüsüne göre bu çalışmalarda öyle bir takım kusurlar oluyordu ki bunlardan dolayı müslümanlara müşriklere karşı kesin bir zafer nasib olmuyordu.

Allah Teâlâ’nın buyruğunda şu denmek istenmektedir: “Eğer siz bu hatalarla çalışmalarınıza ve cihâdınıza devam etseydiniz, müşrik Arabları yenmeniz, onları alt etmeniz için daha uzun zaman gerekirdi. Ama biz bütün bu kusurları ve hataları bağışlayarak, sadece kendi kerem ve lütfumuzla onları gidererek Hudeybiye’de size bu fetih ve zafer kapısını açtık. Bu zaferi kendi gayretinizle başaramazdınız.”

Burada şu nokta iyice anlaşılmalıdır: Herhangi bir gâye uğruna bir topluluk bir gayret gösteriyorsa, bu gayretin eksiklikleri, kusurları, hatâları, o topluluğun liderine yönelir. Bu kusurlar ve hatâlar, liderin şahsî hatâlarıdır anlamına gelmez. Aslında bu hatâlar bütün o topluluk tarafından işlenir. Bizâtihi o topluluğun hareketlerinin sonucudur. Ama mes’ûliyet liderde olduğu için suçlamalar lidere yöneltilir.