Sünnet Dışındaki Hayat Tarzlarında Hayır Yoktur!

İLİM

Cenâb-ı Hak, kâmil insan modelini en mükemmel şekliyle Peygamber Efendimiz’in şahsında insanlığa sergilemiştir. Dolayısıyla en büyük rehberimiz, örneğimiz ve mürşidimiz; şüphesiz ki Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Peygamber Efendimiz’in üç vazifesinden biri olan, âyetleri okuyup haram ve helâlleri tebliğ etmek, âlimler tarafından; nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye demek olan irşad vazifesi ise, mürşid-i kâmiller tarafından günümüze kadar îfâ edilegelmiştir.

Gerçek mürşid-i kâmiller, peygamber vârisi olan örnek şahsiyetlerdir. Nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yani onlar, Hazret-i Peygamber -sallâllahu aleyhi ve sellem- ve ashâbını görme şerefinden mahrum olanlar için örnek alınacak “kâmil insan modelleri”dir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasihatleri de, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir.

Mürşid-i kâmillerin yaptıkları hizmet; peygamberlerin bu tezkiye vazifesinin îfâsı ve devâm ettirilmesi gayretinden ibârettir. Bu yönüyle tasavvuf da Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.

SÜNNETE RİÂYET HASSÂSİYETİ

Gerçek mürşidlerin en mühim özelliği ve âdeta alâmet-i fârikası; Allah Rasûlü’ne olan müstesnâ bağlılık ve itaatleridir. Onların en bâriz vasfı, Kur’ân-ı Kerîm’e ve onun fiilî bir tefsiri demek olan Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet’lerine titizlikle riâyet etmeleridir. Sevenlerini de aynı titizlik ve hassâsiyetle yetiştirmeleridir.

Dolayısıyla, Sünnet’e riâyet etmeyen veya bu hususta kusur, ihmal ve tâvizleri bulunan birinin, kâmil bir mürşid olması imkânsızdır. Şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

Büyük mürşid-i kâmillerden Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullahi aleyh- bir gün, insanlar arasında velî diye meşhur olmuş bir kişiyi görmek için, müridleriyle yola çıkmıştı. Ziyaretine gitmekte oldukları zât evinden çıkıp mescide giderken kıbleye doğru tükürdü. Bâyezîd -rahmetullahi aleyh-, o zâtın bu ham ve lâkayd hâlinden son derece mahzun oldu ve selâm bile vermeden derhal geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:

“Bu zât, Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in öğrettiği edeplerden birine riâyet hususunda bile güvenilir değil! Cenâb-ı Hakk’ın esrârı hususunda kendisine nasıl güvenilecek?!.” [1]

Yine Bâyezîd -rahmetullahi aleyh-, her hâlini Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâliyle mîzân ederdi. Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- onun için tam bir fiilî kıstas idi. Onun mühim nasihatlerinden biri de şöyledir:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm kıraatini ve zühd hayatını terk eder, cemaate devam etmez, cenâzelere katılmaz, hastaları ziyaret etmez de sûfî olduğunu iddiâ ederse, o ancak bid’atçidir.” [2]

Yani değil bir mürşid, herhangi bir mürîd bile, bu nevî sünnetlerden, yani ferdî ve ictimâî kulluk vecîbelerden uzak kalıyorsa, onun yaşayışının da tasavvufla bir alâkası yok demektir.

Teheccüd namazı ve seher vakitlerinin ihyâsı da mühim bir sünnettir. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz teheccüd namazını uzun ve meşakkatli seferlerinde bile terk etmemiştir. Bu bakımdan tasavvuf ehlinin teheccüd ve seherlere bîgâne kalması düşünülemez. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullahi aleyh-:

“Geceler gündüz olmadan bana hiçbir sır fetholmadı.” buyurmuştur.

Yine Bâyezîd Hazretleri’nin şu sözleri, Sünnet-i Seniyye’ye riâyet hassâsiyetine dâir, ne güzel bir ölçü vermektedir:

“Allah Teâlâ’dan beni yeme-içme ve zevce ihtiyacından kurtarmasını istemeyi düşündüm, sonra kendi kendime:

«Allah Teâlâ’dan böyle bir şey istemek benim için nasıl câiz olabilir ki?! Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- böyle bir şey istememiş!» dedim ve bu düşüncemden vazgeçtim.” [3]

AŞIRILARIN EDEPSİZLİKLERİ

Demek ki zühd ve takvâ adı altında Allah Rasûlü’nün sünnetinde bulunmayan hâl ve tavırlara bürünen kimselerin de peşinden gitmemek îcâb eder. Zira bu gibi zevât, girdikleri aşırı riyâzet ve mücâhede hayatıyla kendilerini -hâşâ- Allah Rasûlü’nden daha dindar ve zâhid bir mevkîye koymaya çalışmış olurlar ki, bu ancak büyük bir cür’et, gaflet ve sapıklıktır.

Nitekim âyet-i kerîmede bu nevî hadsizlik ve edepsizliklerden îkaz sadedinde şöyle buyrulmaktadır:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûl’ünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun!..” (el-Hucurât, 1)

Unutmayalım ki Cenâb-ı Hakk’a en yakın kul olan Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- her hususta îtidâli tavsiye etmiş, kendisi de bunun canlı bir misâli olmuştur.

Şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün ashâb-ı kirâma kıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’ûn’un evinde toplandı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el-etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibadetle geçirmeye, et yememeye, hanımlarına olan alâkayı azaltmaya, güzel koku sürmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler.

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bundan haberdar olunca, önce onları îkaz buyurdu, sonra da ashâb-ı kirâmı toplayıp şöyle hitâb etti:

“Bazı kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme-içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dînimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak olmadığı gibi, dünyadan el-etek çekip manastırlara kapanmak da yoktur. [4] Ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlıkları (takvâları) ise cihaddır.

Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dîni kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların bakiyeleridir.”

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (el-Mâide, 87) (Bkz. Vâhidî, s. 207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)

SÜNNET DIŞINDAKİ HAYAT TARZLARINDA HAYIR YOKTUR

Demek ki Allah Rasûlü’nün beşerî hayata dâir koyduğu ölçülerin dışında kalan hayat tarzlarında hayır yoktur. Bilâkis bu, insanı birtakım rûhî zaaflara sürükler. Huzursuzluk, stres, dengesizlik, asabîlik veya gayr-i meşrû yollara düşmek gibi…

Bu bakımdan, helâl dâiresindeki beşerî ihtiyaçları sünnete uygun şekilde karşılamak, en doğru yoldur. Dîne hizmet veya Hakk’a daha yakın olabilmek gibi, sûret-i haktan görünen gerekçelerle bâzı helâlleri kendine haram etmek, aslâ dindarlık gereği olarak görülemez.

Dolayısıyla mü’min, her şeyden evvel, en büyük rehberinin Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- olduğunu unutmamalıdır. O’nu yakından tanımaya gayret etmelidir. Her hâlini O’nun hâliyle mîzân etmelidir. Bunu yaptıktan sonra, kimin Allah Rasûlü’nün yolunda olduğunu, kimin olmadığını, kime uyup kime uymaması gerektiğini anlaması gâyet kolaydır.

Müfessir Bursevî bu hususta şöyle der:

“Tâbî olacaksan, peygamberlerin efendisi Muhammed -sallâllahu aleyhi ve sellem-’e tâbî ol! O ki, Âdem -aleyhisselam- ve ondan sonraki bütün peygamberler ve velîler O’nun sancağının altındadır. O’nun ümmetinden birine tâbî olmak istediğinde ise, sırf halk arasında meşhur, idareciler ve sultanların yanında makbul olduğu için tâbî olma! Bilâkis sana gereken, önce hakkı tanımak, sonra onunla insanları tartmaktır. Bu konuda, Rabbânî ilmin kapısı Hazret-i Ali -radıyallahu anh- şöyle der:

«Hakkı, (gâfil) insanlar vâsıtasıyla tanıyan; sapıklık girdaplarında çırpınır durur. Bunun için önce  (Kur’ân ve Sünnet’ten)  hakkı tanı, böylece hak ehlini zâten tanırsın.»” (Rûhu’l-Beyân, c. 6, sf. 370-371, Erkam Yayınları)

KUR'AN'A VE SÜNNETE UYMAYANLARIN SERGİLEDİKLERİ HÂLLER TUZAKTIR

Bu bakımdan, kendi yaşayışlarında Kur’ân ve Sünnet’e riâyet hassâsiyeti bulunmayan kimselere -velev ki onlar halk arasında mürşid olarak meşhur olmuş bulunsalar bile- îtibar edilmemesi gerekir. Onlardan, keşif, kerâmet ve fazîlete benzer hâller sâdır olsa bile, bunlara ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Zira bunlar ekseriyetle kerâmet ve fazîlet değil, şeytanın tuzağı olan istidraçlardır. [5]

Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh- bu hakikate dikkat çekerek:

“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap ve Sünnet’e uymuyorsa, bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.” buyurmuştur.

Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri de, “fenâ-yı nefs” mertebesine, sadece bir eline Kur’ân-ı Kerîm’i, diğer eline de hadîs-i şerîfleri alıp bunların nûruyla aydınlık yolda yürüyen kişinin ulaşabileceğini ifâde etmiştir. [6]

Ayrıca bir mürîdine de şu nasihatte bulunmuştur:

“İlim öğrenmekten hiçbir zaman uzak kalma! Fıkıh ve hadis ilmini öğren! Câhil sofulardan uzak dur ki onlar, din yolunu zaafa uğratanlardır... Sünnet-i Şerîfe’ye sımsıkı sarıl ve selef-i sâlihîn imamlarının yolundan git!..”

Dipnotlar: 1)  Kuşeyrî, Risâle, s. 57, 416-417. 2)  Beyhakî, Şuab, III, 305; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü iblîs, s. 151. 3)  Kuşeyrî, a.g.e, s. 57; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, VI, 108. 4)  Tasavvufun telkin ettiği de budur. Yani kesrette vahdeti yaşayabilmek, kalabalıklar içinde dahî kalben Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmektir. 5)  İstidraç: Kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan zuhûr eden hârikulâde hâller. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları yavaş yavaş helâke sürükler. 6)  Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds (thk. Mahmud Âbidî), Tahran 1375 hş./1996, s. 384.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Ekim, 2014.