Şükür Borcu Ödenmeyen Nîmetler

HAYATIMIZ

Nâil olduğu nîmetlerin devamını ve bereketlenmesini arzu eden her müʼmin, kavlî ve fiilî şükre sımsıkı sarılmalıdır. Kendisine lûtfedilen nîmetleri, onlardan mahrum bulunanlarla gönül huzuru içinde paylaşmayı en büyük saâdet bilmelidir. Aksi hâlde şükür borcu ödenmeyen nîmetlerin elden çıkacağını unutmamalıdır!..

EN BÜYÜK VAZÎFEMİZ

İnsan olarak en büyük vazîfemiz, Rabbimize olan şükür borcumuzu ödemeye çalışmak. Yoktan var edilmiş olmak bile şükründen aciz kalınacak bir nîmet… Hâl böyleyken; varlıklar içinde insan, insanlar içinde ehl-i îmân, -rivâyete göre- 124 bin küsur peygamber içinde Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmak, ne muazzam mazhariyetler!..

Bütün bu nîmetler karşısında Rabbimize şükür secdesine kapanıp bir ömür başımızı kaldırmasak, yine de az, yine de noksan, yine de “hiç” hükmünde…

Şu hadîs-i şerîf, bu hakîkati ne kadar da net bir sûrette îzah ediyor:

“Bir adam, doğduğu günden, yaşlanıp öldüğü güne kadar Allah rızâsı için ve tâat niyetiyle alnını yerden kaldırmayıp gayret etse, o adam yine de (Allâh’ın kendisine lutfetmiş olduğu nîmetlerin şükründen aciz kaldığı düşüncesiyle) kıyâmet günü amellerini az görür.” (Ahmed, c. IV, s. 185)

Yani böyle bir ibâdet hayatı bile ebedî kurtuluşumuza kâfî değil. Zira Cenâb-ı Hak, amellerimizle birlikte asıl kalplerimize bakacak. Rabbimiz, bizden selîm bir kalp istiyor. Selîm bir kalp de, Hakk’a karşı “hiçlik ve acziyet” duygularıyla dolu bir gönül kıvamına bağlı…

Hak katında yegâne kıymetimiz de:

  • O’na bu gönül kıvâmıyla itaat, hamd, şükür, duâ ve kulluk üzere bir hayat yaşayabilmek…
  • İlâhî rahmet tecellî etmediği takdirde, hiçbir sâlih amelimizin bizi kurtaramayacağının farkında olmak…
  • Duâlarımız gibi ibâ­det­le­­ri­mizin de ilâhî kabûle muhtaç olduğunu unutmamak…
  • Ameline güvenmek yerine, hiçliğe bürünerek Rabbinin affını ümîd etmek…

İşte hâlis bir kulluğun özünü teşkil eden gönül kıvamı…

HER ŞEY HİÇLİKTEN SONRA BAŞLAR

Bu gönül kıvâmıyla yaşanan bir ibâdet hayatı, kulu Hakk’a dostluk iklîmine yüceltir. Zira kalbin pencereleri, hiçlikte mesâfe alınmadan açılmaz…

Bu yüzden hiçliğin zıddı ve düşmanı olan “benliği” mümkün olduğunca bertaraf edebilmek, tasavvufun en mühim meselelerinden biridir. Nitekim insanı bu hususta îkaz eden ifâdelere sahip hüsn-i hat levhalarının dergâh duvarlarını süslemesi, öteden beri süregelen güzel bir an’anedir.

Bu îkaz levhalarından birinde de “هيچ/ hîç” ifâdesi  yer alır ki; ilâhî esrardan nasîb alabilmenin, evvelâ nef­sâniyetin bertarâf edil­­me­sine bağlı olduğunu telkin eder. Yani benlikten sıyrılıp hiçliğe varılmadan mânevî tekâmülden söz edilemez.

Her insanın iç âlemi, fücur ve takvâ temâyülleri arasında bir seyir takip eder… Nefsânî hayat, her hâdisede dâimâ “benlik”; rûhânî hayat ise “hiçlik” yani her nîmetin Allâh’ın lutfu olduğu telkini verir.

İçimizdeki kavga da, benlik ile hiçliğin kavgasıdır. Nefsânî arzuları ve fücûru bertaraf edebilirsek “ben”i, yâni kibir, gurur ve enâniyeti “hiç”e döndürürüz. Mânevî olgunlaşma yolunda her şey de “hiç”i “ben”e gâlip getirdikten sonra başlar.

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ/“Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” sırrı bu noktadan sonra idrâk edilir, yani “mârifetullah”/“Rabbi kalben tanıyabilmek” nasîb olur.

Hiçlik hâline ulaşarak mâ­ri­fe­tul­lah’tan nasip almış bir mü’min, bu fânî cihandaki ilâhî sır ve hikmetleri gönül âleminde okumaya başlar. O bahtiyar kul hakkında, ârifler sultânı Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin Hak katından mânen işittiği:

“Ben insanın sırrıyım…”[1] hikmeti tecellî eder.

Bunun içindir ki Hak dostları ömürleri boyunca -tâbir câizse- benliğe iptal damgası vurabilmenin gayreti içinde olmuşlar ve:

“Bir kişide benlikten bir harf kalırsa, o Allah dostu olamaz.” buyurmuşlardır.

Zira Hakk’ın dergâh-ı izzetine yol bulabilmek için evvelâ benlik perdesini aradan kaldırmak gerekir. Bunun içindir ki ârif gönüller; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” demişlerdir.

Dipnot: 1) Bkz. Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2009 – Ağustos, Sayı: 282, Sayfa: 032