Sesli Bir Kainat Kur'an'ı Kerim

Peygamberler Tarihi

Kâinat, sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir kâinattır. İnsan ise, ilâhî esrârın bir tecellî âbidesi olarak, bunların özü ve zübdesi gibidir. Kur’ân, bir beyân mûcizesi ve Hak nutkudur. Kur’ânî hakîkatlerden uzak bir gönül ise, içine katran yağmışçasına karanlık, nursuz ve iki cihan bedbahtıdır.

Ancak gönül hassâsiyeti inkişâf etmiş olan insanlar, her seste bu tesbîh sesini hissederler. Onlar, tıpkı Hazret-i Mevlânâ’nın, bir kuyumcu dükkanı önünden geçerken işittiği çekiç sesinin nağmelerindeki zikirden vecde gelip huşû içinde semâ ederek Allâh’ı zikre dalması gibi, kâinattaki umûmî zikrin âhengine bürünerek yaşarlar.

Zikrullâh’ın esrâr âleminde yaşayan gönül erlerinin hâlini, Şâir Necip Fâzıl, mısrâlarında ne güzel ifâde eder:

O erler ki, gönül fezâsındalar,

Toprakta sürünme ezâsındalar!

Yıldızları tesbîh tesbîh çeker de,

Namazda arka saf hizâsındalar!

İçine nefs sızan ibâdetlerin,

Birbiri ardınca kazâsındalar.

Günü her dem dolup her dem başlayan,

Ezel senedinin imzâsındalar...

Kâinattaki bu umûmî zikir keyfiyeti; harf, hareke ve ses gibi kayıtlardan âzâde ve her kulağın işitemeyeceği bir zikirdir. Bu sırrî zikri duymak, ancak erbâbına mahsus bir keyfiyettir. Yûnus Emre’nin, sarı çiçekle büyük bir vecd içinde sohbet etmesi, bu kabildendir.

Gönlü her dem zikir ile meşgul bulunan ve zikirle hem-hâl olmayı tabiat-i asliye hâline getirebilen kimseler, bu merhaleden sonra işittikleri her sesteki zikir cihetini idrâk ederler.

Kısaca Hak indinde, -harfli veya harfsiz- seslerin en güzeli, zikirdir. Zikir, kendi husûsî mânâsının yanında ilâhî kitaplara da isim olmuş zengin muhtevâlı bir kelimedir. Nitekim âyet-i kerîmelerde Tevrât-ı Şerîf ve Kur’ân-ı Kerîm’den “Zikir” olarak da bahsedilmektedir.

Bu itibarla sesler ve nefesler, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki ilk fermânı olan: «Yaratan Rabbinin adıyla oku!» emri mûcibince Kur’ân sadâsı ile de husûsî bir zikir izzet ve şerefi kazanmıştır.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Kur’ân’ı seslerinizle süsleyiniz (onu güzel seslerle doğru ve güzel bir şekilde okuyunuz)!” (İbn-i Mâce, İkâmet, 176)

“Kur’ân’ı seslerinizle güzelleştiriniz. Çünkü güzel ses, Kur’ân’ın güzelliğini daha da artırır.” (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir başka rivâyette de:

Kur’ân’ı tegannî ile okumayan kimse bizden değildir.” (Buhârî, Tevhîd, 44; Ebû Dâvud, Vitr, 20) buyurmuşlardır. Bu hadîs-i şerîfteki “tegannî”den maksadın “ses güzelliği” olduğunu söyleyen âlimler, sesi güzel olmayan kişilerin ise, mümkün olduğu kadar güzel okumaya gayret göstermeleri gerektiğini ifâde etmişlerdir.

Çünkü kelâmların en güzeli Kur’ân-ı Kerîm olduğu için, beşere âit sesin nihâî ihtişam ve güzelliği de Kur’ân sadâsıyla ortaya çıkar.

Her güzel sese bir müddet sonra doyulur, fakat Kur’ân sadâsına asla!.. Zîrâ onun ulvî nağmeleri, nasîbi olan gönüllere âdeta cennet râyihaları bahşeder.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allâh Teâlâ, güzel sesli bir peygamberin, Kur’ân’ı tegannî ile yüksek sesle okumasından hoşnut olduğu kadar hiçbir şeyden hoşnut olmamıştır.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 19; Tevhîd 32; Müslim, Müsâfirîn 232-234)

Hadîs-i şerîfler, bizlere Kur’ân kıraatinde tertîl ve tecvîdin ne kadar mühim olduğunu göstermektedir.

Tevbekârların ve çilekeşlerin gönül huzuru da, Kur’ân nağmelerinin ruhları mesteden devâsında gizlidir. Ebedî kurtuluş yolunu arayanlar, onun ruhlara hayat bahşeden cennet lisânının irşâdına muhtaçtırlar.

Ancak Kur’ân’ın ses ve sadâsına gönül vermeyen gâfiller, hayâtın dışını bilir de, derûnî âlemin hikmet ve hakîkatlerinden mahrum kalırlar. Onlar, ömür boyu dünyâ lezzetleri ve şehvetlerinin peşinde koşar dururlar; lâkin cihânın var oluş hikmetinden gâfildirler.

Onlar, bu dünyâ sofrasından oburca istifâde ederler. Lâkin sofranın gerçek sâhibi olan “Rezzâk”ı tanımazlar.

Mezarlara yakınlarını gömerler de, toprağın altındaki büyük mâcerâdan habersiz yaşarlar. Onlar, selvilerin harfsiz-sözsüz lisânından anlamazlar.

Zelzele, fırtına ve türlü musîbetlerle tokat yediklerinde bile hakîkatlere sırt döner, “tabiî âfetler” yaygarası ile sahte tesellîlere sığınır, kaçacak delik ararlar.

Ne gariptir ki, ilâhî mülkte yaşarlar, fakat mülkün gerçek sâhibine düşman kesilirler.

Kalbi, Kur’ân nûru ile aydınlanan mü’minler ise, yüce hakîkatleri tefekkür hâlindedirler. Okudukları ilâhî kelâm, onların gönüllerine hâl lisânı ile:

“Sen, Allâh’ın kulusun; O’nun mülkünde yaşıyorsun! O’nun verdiği rızıklarla rızıklanıyorsun. Kur’ân’ın hikmet ve esrârına dal da, Rabbine kalb-i selîm ile yolculuk et!..” telkîninde bulunur.

Kur’ân’ın ilâhî telkînine gönül verenler, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a kulluk şuuru içinde bulunurlar. Kendilerine verilen nîmetlere şükreder ve fânî hayatlarını ebedî hayâtın sermâyesi yapmanın gayreti içinde yaşarlar.

Bu itibarla Kur’ân, rûhâniyet-i Muhammedî’den bir hisse alabilenler için yerin göğün lisânı, bereket ve füyûzât hazînesidir.

Hazret-i Peygamber ve Kur’ân-ı Kerîm, Allâh Teâlâ’nın kullarına ihsan buyurduğu iki büyük nûr kaynağıdır.

Allâh’ın sıfatlarının bütünüyle tecellî ettiği üç varlık mevcuttur; “Kâinat, Kur’ân ve İnsan”.

Kâinat, ilâhî sıfatların fiilî tecellîsi; Kur’ân da kelâmî tecellîsidir. İnsan ise zübde (öz) sûretinde bütün tecellîlerin mecmuasıdır. İnsansız bir dünyâ ne kadar sönük olursa, Kur’ân’sız bir insan da tıpkı öyledir.

Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kalbinde Kur’ân’dan bir miktar bulunmayan kimse, harap bir ev gibidir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)

Kâinat, sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir kâinattır. İnsan ise, ilâhî esrârın bir tecellî âbidesi olarak, bunların özü ve zübdesi gibidir. Kur’ân, bir beyân mûcizesi ve Hak nutkudur. Kur’ânî hakîkatlerden uzak bir gönül ise, içine katran yağmışçasına karanlık, nursuz ve iki cihan bedbahtıdır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları