Ruh ve Bedeni Terbiye Eden Açlık

Oruç

Ruh ve beden nasıl terbiye edilir? Orucun ruh ve beden sağlığı açısından önemi nedir? Bir doktorun bakışıyla orucun bedensel ve ruhsal faydaları.

Son derece karmaşık bir yaratılışa sahip olan insanın maddî yapısı bugün tam mânâsı ile anlaşılamamış, çeşitli ilim dallarında yıllarca emek verip çalışmalar yapan bilim insanları, her gün yeni bir gelişme ile yeni sırlar keşfetmeye devam etmiştir.

Muvakkat hayatını bir imtihan çerçevesinde yaşamak üzere dünyaya gönderilen Âdemoğlunun, burada çeşitli mükellefiyetleri bulunmaktadır. Hiçbir varlığa gücünün üzerinde bir vazife yüklememiş olan merhametli Rabbimiz; yerlerin göklerin kaldıramayacağı “kulluk vazifesi” ile mes’ûl tuttuğu insanın mayasına, bu büyük sorumluluğu yerine getirebilme istîdâdını da koymuştur. Bu; bütün varlık âleminde cereyan eden bir yaratılış kanunudur. Tohuma ağaç, dişiye anne olma, toprağa besleyiclik, buluta yağdırma ilh... istîdâdının sırlanması gibi, insana da “Rabbini tanımak ve bilmek, O’nu severek O’na dost olabilmek, emirlerine itâat” olarak tarif edilen kulluk vazifesini yerine getirebilme kabiliyeti verilmiştir. Yani ilâhî emirlere muhatap olan insana, tâkati üzerinde bir emir teklif olunmamıştır.

Mükemmel bir sanat harikası olarak halk edilen insanın bedenindeki en büyük hücre, yumurta hücresidir. Bunun sebebi; anne rahmine yerleşip oradaki kan damarları ile beslenme başlayana kadar zigotun aç kalmamasıdır. Onun daha nutfe safhasında bile hücre içindeki gıdaları yemesi söz konusu olup, bu anlamda beslenmesi görmezden gelinmemiştir. Zigot, embriyo ve fetüs gibi, insanın gelişimini ifade eden safhaların her birinde en mühimi; yavrunun beslenmesidir ve bu, büyük bir ihtimamla sağlanmaktadır. Bebek daha doğmadan, anne rahminde beslendiği gıdaya benzer muhtevada yeni bir gıda anne bedeninde hazır edilmekte, ilâhî kudretin ikrâm ettiği bu tertemiz gıda, dünyaya gözünü açan bebeğin hem lokması hem ilâcı olup, psikolojik olarak da onu takviye etmektedir.

Varlık sahnesine çıktığı ilk andan itibaren, adım adım gıda ile tanıştırılan insanın hayatında mühim bir yeri hâiz olan yeme-içmenin, mükellefiyet yaşına gelindiğinde senede bir ay, belli saatler arasında sınırlandırılması, hakikaten üzerinde düşünülmesi gereken, câlib-i dikkat bir konudur. Sâir zamanlarda da îfâ edenler için büyük mükâfatların vaad edildiği oruç ibadetinin zâhiri, belli vakitlerde mideyi lokmadan men etmeye ve onu bozan diğer hâllerden uzak durmaya dayanmaktadır. Her ne kadar mânevî hayata dikkat edilmemesi onun bâtınına zarar verse de, fıkhî olarak orucu bozan şartların içinde yer almamaktadır.

Maddesi ile türâbî (topraktan) bir yapıya sahip olan ve topraktan gıdalanan vücut sisteminin, bir mânâda dünya ile olan bağlantısını belli bir müddet sınırlayan oruç ibadeti ile; yıllarca canı istedikçe yemeye alışmış olan bünyede neler olmaktadır? O, hakikaten bedeni zorlayan ve güçten düşüren, vücutta devam eden milyonlarca kimyevî reaksiyonu baltalayan ve hücrelerin dengesini bozan bir açlık hadisesi midir? İnsan, sırf etten-kemikten ibâret olmadığına göre, ulvî bir niyet ortaya koyarak aç kalmanın onun elle tutulup gözle göremediğimiz tarafına herhangi bir tesiri var mıdır?

Oruç tutarken kişinin, bedenini yemek-içmekten uzak tutması, vücuduna sadece zâhiren lokma girmesine mânî olmaktadır. İnsan yemek yemese de hücreler beslenmelerini sürdürmektedir. Gıdanın ağızdan girmesine sınırlama getirilen saatlerde, vücudumuzda sıra sıra kimyevî reaksiyonlar devreye girmekte ve hücrelerin enerji temini devam etmektedir. Bunun için kandaki şeker dengede tutulmakta, su-tuz seviyesi korunmakta, vücut ısısı muhafaza edilmekte, kalp-beyin-böbrek hücrelerinin beslenmesi ile beraber vazifelerini idâme ettirmeleri temin edilmekte, yürümek-koşmak gibi enerji harcatan bir hadisede ise, devreye giren kimyevî hadiselerle, gerekli güç depolardan sağlanmaktadır.

ORUCUN BEDENSEL VE RUHSAL FAYDALARI

Oruç; dayanılması zor olan bir açlık değil, yeme-içme davranışını ilâhî emre göre belli bir vakte hasreden bir ibâdet şeklidir. Yani kendi canı istediği zaman değil, ilâhî irâdeye boyun eğerek, O yüce kudretin istediği zamanlarda yiyip-içmektir. Bu da kişinin kendine mâlik olmadığını, kendisinin bir sahibi, var edeni, düzenleyicisi ve emredeni olduğunu gösteren; insana en çok acziyetini, tâbiri câizse “haddini bildiren” bir durumdur. Belli saatlerde “aç kalmak” kimine çok zor gelse de ve hattâ belki de zorlamak merhamete muhalif gibi görünse de; aslında bu ibadetin içinde en çok sevgi ve merhamet müşâhade edilmektedir.

İnsanın vücut sistemi, sürekli yediği zaman kendine zarar verecek bir yapıdadır. Zira o; canı her istediğinde yemeye tahammül edecek şekilde halkedilmemiştir. Yemekler tüketilirken, haddinden fazla yenilen gıdalar, vücutta çeşitli yerlerde birikerek insanın sağlığını ve ömrünü tüketmektedir. Bedenimizdeki sistemler, hiçbir şey yemeden sadece su içmekle bile günlerce açlığa dayanabilecek şekilde yaratılmıştır. Hâl böyle iken, sürekli yeme-içme ve atıştırma faaliyetleri, ömrü zaten mahdut olan insanın hayat kalitesini düşürecek ve zamanını kısaltacaktır. Asrın hastalığının obezite olduğunu göz önüne alırsak, ne demek istediğimiz daha iyi kavranacaktır.

İnsan ne kadar ölçülü yerse, o kadar sıhhatli olur. “Tıp ilmini iki satırda topluyorum.” diyen İbn-i Sînâ, az yemek ve hazım için sindirim sistemine zaman tanımaktan bahsederek:

“Yediğin zaman az ye! Yedikten sonra 4-5 saat bir şey yeme. Şifa hazımdadır. Kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemektir!” demiştir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâb-ı kirâmın yaşadığı nezih hayata baktığımızda, az hasta olmalarının sebebinin; “acıkmadıkça yemek yememek ve doymadan yemekten kalkmak” olduğunu müşâhede ediyoruz.[1] Hakikaten sağlık ve tıbbın özeti olan “açlık ve az yemek diyeti”, insan sağlığı için en ideal hayat tarzıdır.

Özellikle son yıllarda oruç ayı Ramazan’ın uzun günlere tekabül etmesinden ötürü, istediği her vakitte yemeye alışmış bünyenin 16-17 saat nasıl aç duracağı, merak konusu olmaktadır. Ve bir anda ortalıkta saatlerce nasıl aç kalınacağına, iftarın ve sahurun nasıl yapılması gerektiğine dair şuurlu-şuursuz pek çok bilgi dolaşmaktadır.

“-Şunları yerseniz uzun süre tok kalır ve acıkmazsınız, şunları içerseniz susamazsınız, aman şunları da yiyin ihmal etmeyin, vitaminsiz-proteinsiz kalmayın, iyi bir diyet düzenleyin.” gibi sayfalarca yazının veya bir sürü videonun sosyal medyada yayılacağı, sır değil!

Biz de dergi vasıtasıyla orucun nasıl tutulması gerektiğine dair yazılar kaleme aldık. Lâkin hekim olmak hasebiyle merakımızı en çok celbeden, orucun sağlığa faydaları olduğundan, yazılarımız da daha çok bu minvalde oldu.

“-Şu uzun günlerde nasıl oruç tutacağız?” sorularının çoğunlukta olmasına bakarak, bünyemizin aslında kaç saatlik açlığa programlandığını mükerreren belirttik.

“-Şunu da mı yesem, şunu da mı iftar-sahur sofrasına eklesem!” fikir ve davranışlarının ekserîsini dikkate alarak:

“-Çeşidi azaltırsak rahat ederiz, şunları da sofradan kaldırsak bir şey kaybetmeyiz, en fazla kilomuzu kaybederiz.” demeye çalıştık.

Okulların açık olduğu sezonda oruç ayını idrâk etmekten mütevellit:

“-Öğrenciler oruç tutarsa zihinleri açık olur, sınava girenler de korkmadan oruç tutabilir, hattâ orucun zihnî fonksiyonlara faydası olur!” dedik. Hâmilelerin bile oruç tutabileceğini, hangi hastaların orucu tutmayabileceklerini belirttik.

ORUÇ TUTMANIZ SİZİN İÇİN DAHA HAYIRLIDIR

Orucu farz kılan âyet-i kerîmeyi müteâkip, merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimiz, kimlerin oruç tutmayabileceğini bildirmekle birlikte, “...(Ancak) oruç tutmanız (ise) -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 184)

Biz de hekimler olarak çeşitli hastalıkları bulunanlara, “Oruç tutmayınız!” demek yerine, orucun pek çok hastalığı bir hekim gibi, hattâ çok daha ötesinde nasıl tedavi ettiğini, iyi huylu tümörleri iyileştirdiğini, tansiyon, kalp ve damar hastalıklarına, mide yaralarına, şişmanlık ve şeker hastalığına ilh... nasıl iyi geldiğini, ilmî çalışmalar eşliğinde bugün rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

Yurt dışında yapılan bu araştırmaların neticesinde, kemoterapi gören kanser hastalarında bile, yıpranmış ve çökmüş bağışıklık sisteminin tamiratı ve desteklenmesi, vücut sisteminin kendini revize etmesi için “oruçtan” istifade edilmeye başlanması, hakikaten heyecan vericidir. Gerek bu çalışmalardan ve gerekse neticelerinden habersiz geçirilmiş öğrencilik yıllarımızın, büyük kayıp olduğunu itiraf etmekte fayda var. Ancak şayet ömrümüz var ise, zamanla bunların nicesine şahit olacağımız için de bahtiyarız.

Hekimlerinden gizli gizli oruç tutmaya çalışanların yerini, uzman tavsiyesi ile ve bizzat onların gözetiminde, üstelik sadece senede bir ay değil, sâir zamanlarda da -haftanın ve ayın belli günlerinde- oruç tutanların alacağını göreceğimiz günler, hiç de uzak olmasa gerek!.. Zira bir süredir yabancı hekimlerin hastalarını oruçla tedavi ettiklerini bilmekteyiz. Yakın zamanda hücre yenilenmesinde oruç benzeri açlığın tesiri ile alâkalı olarak, Nobel ödülü almış olan çalışma da; bu konuda çığır açıcı niteliktedir.[2]

Mağfiret iklimi üç ayların ve Ramazan’ın feyzinden istifade etmek isteyenler, ağır bir hastalığa sahip olsa bile oruç tutmanın yollarını ararken, “farz olan” bu orucu, maalesef basit sebeplerle terk etmek isteyenlerin de olduğunu müşâhede etmekteyiz. Her iki durumun da uygun olmadığını, kişinin rahatsızlığı ile ilgili olarak, alanında mütehassıs bir hekimin görüşüne başvurmak gerektiğini belirtelim. Lâkin kişinin oruç tutup-tutamayacağı konusunda fikir beyan edebilmesi için, hekimin de belli bir dînî hassasiyete sahip olması gerektiğini hatırlatalım.

Daha geçen sene dünya ile birlikte ülkemizi de tesiri altına alan Covid salgını sebebiyle, bir kısım insanların -herhangi bir ilmî zemine dayandırmadan- bu salgın zamanında oruç tutulamayacağını iddia etmelerine karşı, sahasında uzman hekimlerin, immun sistemin direncinde ve enfeksiyon hastalıklarıyla mücadelede, orucun müsbet tesirlerine dair yaptıkları açıklamaları ve yönlendirmelerini zikredersek; mevzuyu daha sarîh olarak ifade etmiş oluruz.

Orucun farziyetini bildiren âyet-i kerîmede, bizden önceki ümmetlere de farz kılındığı, yani bu ibadetin, insanlık tarihi ile birlikte başladığı belirtilmekte ve:

“...Umulur ki, Allâh’a karşı gelmekten sakınır, korunursunuz!” buyrularak, takvâya vurgu yapılmaktadır. (Bkz. el-Bakara, 183)

Belli bir müddet yeme-içmeden uzak kalmanın, kişinin mânevî gelişimi ile nasıl bir ilgisi bulunmaktadır?

Daha önce kaleme aldığımız yazılarda duânın hastalıkları iyileştirmedeki rolünü ve bu konuda yapılmış ilmî araştırmaları incelemiştik. Ve görmüştük ki; insan, her ne kadar maddeden ibaretmiş gibi görünse de, onun en sırlı tarafını “iç âlem”i tabir olunan rûhânî yapısı oluşturmakta; insan, madde ve mânâsı ile bir bütün olup her iki âlem de birbirini tesir altına almaktadır. Dolayısıyla, zâhiren yeme-içme davranışının belli kurallara bağlanması demek olan oruç da, ilk bakışta görüldüğü gibi, sadece insanın maddî yapısına tesir eden bir hâdise değildir.

İmtihan hikmetine binâen dünyaya gönderilen insan, hayra da şerre de meyilli olarak yaratılmıştır. Onun iki dünyasını kâbusa çevirecek olan, günahlara dalarak hayvandan aşağı düşme potansiyeli iç yapısında mevcut olduğu gibi; bunlara karşı durarak meleklerin üstüne çıkabilme kâbiliyeti de kendisine verilmiş, maddî-mânevî teçhizatı buna müsait olarak ikrâm edilmiştir. O; bu hususta yalnız bırakılmayarak peygamberler ve vahiy ile takviye edilmiş, ilâhî emir ve yasaklara riâyet ederek, nasıl kemâle ve huzura ereceğinin yolu da kendisine pratik olarak öğretilmiştir. Hem de bir lûtuf olarak, ilk insandan itibaren... Vahye kulak verip, iç âlemine sırlanan güzellikleri keşfedip onları besleyebilen insanoğlu, bu takdirde kötülüklerden uzak durmayı başarabilecektir.

ORUÇ İBADETİNİN HİKMETİ

Yazımızın muhtevası itibariyle, oruç ibadetine bu minvalde bakarsak; Bakara sûresinin 183. âyet-i kerîmesinde bu ibadetin hikmeti ile alâkalı olarak, “takvâya” vurgu yapılmaktadır.

“Takvâ”, sözlükte, “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek” anlamlarındaki “vikâye” masdarından türeyen bir kelimedir. Takvâ, kalbi mâsivâdan, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden korumaktır. Kulun, azametinden korkarak ve rahmetini ümit ederek, Rabbine karşı kulluk vazifelerini yerine getirmesi, emirlerini tutup yasaklarından kaçınması, bu sûretle kalbi, cemâlî tecellîlerin mâkesi (aynası) hâline getirmesidir. Yani, içimize konan gönül aynasını, bütün tortularından arındırarak parlak, cilâlı bir hâle getirmek; böylece Cenâb-ı Hakk’ı râzı edecek davranışları o aynada seyrederek tatbik etmektir. Ezcümle; bir mânevî arınmadan, iç temizliğinden bahsedilmektedir.

Daha önceki yazılarımızda, oruç sırasında yaşanan açlık sayesinde, damarların iç çeperinde, bağırsak-karaciğer gibi iç organlarımızda zamanla biriken ve sistemi zehirleyen atık maddelerin nasıl temizlenerek ortamdan uzaklaştırıldığını; bu sebeple kokan bir nefes, ter, dışkı ve koyu renkli idrar meydana geldiğini; zehirli maddelerin vücuttan atılmasına bağlı olarak baş ağrısı, hâlsizlik, yorgunluk ve eklem ağrısı hissedildiğini açıklamıştık.

Oruç, gözle görülmeyen hücrelerimizde ciddî bir temizlik ve zehirsizleştirme, hattâ tümör hücrelerinde birtakım faaliyetlerle küçültme ameliyesi yapmaktadır. Lokmalardan kısa süreliğine menedilen sistem, hemen kendini onarmaya, revize ederek tazelemeye almaktadır. Madde ve mânâsı ile bir bütün olan insanın vücut sisteminde yapılan bu temizlik, onun bâtınını da tesiri altına almakta; kazandırdığı müsbet enerji ve güç ile oruç; kişinin iç âlemini temizlemektedir.

Fazla yemek; hücrelerde toksinlerin (zehirlerin) birikip bünyenin zehirlenmesine sebep olduğu gibi, kişinin iç âlemini de hevâ ve hevesinin peşinden gitmekle zehirlemekte ve gönül aynasını karartmaktadır. İnsanın günahlardan uzak durmayı başarabilmesi (takvâ); günaha girmemek için gayret göstermek, bu günahları işleyenlerin başlarına gelenleri öğrenmek, verilen nasihatlere kulak vermek, yasaklamaları ve caydırıcı cezaları dikkate almak vasıtası ile olur.

İnsanın içinde yer alan temel dürtülerden en mühimi olan beslenme ve üremenin; meşrû şekilde, ulvî bir kudretin emrine uyarak ve sağlam bir niyet ortaya koyarak kontrol altına alınması; onu günah ve yasaklara iten duyguların baskısının bu şekilde azaltılması ve bu baskıya karşı, irâdenin gücünün artırılmasını sağlayacak eğitim metotları; bu sakınmanın en tesirli yolunu oluşturmaktadır.

ALLAH’A BOYUN EĞMEYİ ÖĞRETEN İBADAET

Bedenin arzularını frenlemek ve isteklerini karşılama hususunda kısıtlamaya gitmek, insanın rûhî yapısını güçlendirerek kişilik gelişimine müsbet tesir eden; irâdenin gücünü artırarak onu sağlamlaştıran bir eğitim metodudur. Kişinin yeme-içme ve şehevî arzularını bastırması, ertelemesi ve daha sonra iftarla bunu neticelendirmesi ile oruç; insanlara sabretmeyi, en önemlisi de kendi davranışlarını kontrol etmeyi, böylece hevâ ve hevesinin peşinden gitmeyip ilâhî kudrete boyun eğmeyi öğreten ulvî bir ibadettir.

Ramazan orucunun bir ay süreyle farz kılınması da irâde eğitiminde zamanın önemine dikkat çekmesi bakımından kayda değerdir. Ramazan; sabır, sebat, tahammül, rızâ, sakınma ve itaat gibi duyguların tâlim edildiği, kişinin kendisine peşin hükümsüz bakabilme, yani farkındalık becerisi kazandığı, böylece kendini kontrol etmeyi başarabildiği bir aydır.

Şahsiyet gelişimine müspet tesiri müşâhede edilebilen, irâde ve sabır eğitiminde mühim bir yeri hâiz olan oruç ibadetinin, sigara gibi madde bağımlılıklarıyla mücadelede de önemli bir yeri vardır. Dünya Sağlık Örgütü tespitlerine göre, tütün ürünleri ve sigaraya bağlı hastalıklar sebebiyle yılda yaklaşık 6 milyon kişi hayatını kaybetmekte ve insan sağlığını tehdit eden en yaygın zararlı madde olan sigara yüzünden 2025 yılında bu rakamın daha yüksek boyutlara çıkacağı tahmin edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı araştırmalara baktığımızda, sigara içenlerin yüzde 70-80’inin sigarayı bırakmak istediğini görmekteyiz. Sigarayı bırakmak isteyenlerin yüzde 20-30’u her yıl sigarayı bırakmayı denemekte, ancak bunlardan yüzde 3-5’i sigarayı yardımsız bırakabilmektedir.

Sigara; bir madde bağımlılığıdır. Sigarayı yardım almadan bırakmaya çalışanlar, bağımlılığın psikolojik, davranışla alâkalı ve fizikî tesirleri ile başa çıkmak zorunda kalmaktadır. İşte orucun ehemmiyeti, tam da burada devreye girmektedir. Zira her üç tesir ile başa çıkmak; orucun sağlamış olduğu sağlam bir irâde, tahammül, sabır, sebat, kararlılık, ibadet niyeti… gibi unsurlarla, yaşanan mânevî iklim ve iç huzuru gibi kazançlar sayesinde kolaylaşıp mümkün hâle gelecektir. Zira sigara tiryakilerini, psikolojik bağımlılıktan kesin olarak kurtaracak bir çareden söz edilememektedir.

Oruç ibadeti; gerek psikiyatrik bazı rahatsızlıkların, gerekse sigara, alkol ve benzeri madde bağımlılıklarının temelinde yatan irâde zaafı ile alâkalı olarak da, güçlü bir tedavi vesîlesidir. Ramazan ayını bu açıdan değerlendirdiğimizde; psikiyatri uzmanları, bu ayın bağımlılıklardan, kötü alışkanlıklardan kurtulmak için en uygun dönem olduğunu, oruç tutmanın; sigara ve alkol gibi alışkanlıklardan uzak tutarken, rûhu da terbiye ettiğini, hazzı erteleyebilmenin kişiliği olgunlaştırdığını belirtmektedirler.

Yapılan araştırmalar, bu ayda sigara ve alkol kullanımının giderek azaldığını, bir kısım insanların bu alışkanlıklarından vazgeçmek için bu ayı özellikle tercih ettiğini göstermektedir. İftardan sahura kadar sigara içmeden durabilenlerin, yine bu aya hürmeten oruç tutmasa bile alkol almayı bırakanların; bir ayda kazandıkları mânevî güç ile, bunu başarabileceklerine olan inançları artmaktadır.

Psikolojik bağımlılıklarla mücadelede en önemli şey, hür irâdedir ve oruç, bunu güçlendirmektedir. Zira Hakk’a boyun eğerek, nefsânî arzularına gem vuran insanda, en fazla kuvvet bulan yapı, hür iradedir. Lâkin insan, basit bir varlık olmadığı için, onun gözle görülmeyen tarafında bir eğitim ve kuvvetlendirme yapmak, hafife alınmamalıdır. Her eğitimde olduğu gibi, bunun da belli kuralları vardır ve burada en önemlisi, zamandır. Bu açıdan farz orucun birkaç günle sınırlandırılmayıp, bir aylık zaman dilimine yayılması; adaptasyon süresindeki ufak zorlukları aşabilmek adına, rahmet mevsimi olan üç ayların içinde, farz olan oruç ayının en sonda gelmesi; “üsve-i hasene” mesâbesindeki Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, bu aylarda mûtad olarak tuttuğu orucu artırması; câlib-i dikkattir.

Üstelik Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, senenin sâir zamanlarında yeme-içme konusunda kendi rızâsı ile hep asgarî seviyede kalmış, “İnsanoğlunun midesinden daha kötü bir kap doldurmadığını” beyan buyurmuştur.[1] Eline geçen lokmayı, öncelikle muhtaç olanla paylaşmış, açları doyurmanın mânevî hazzı ile sürur bulmuş, çeşitli vesîlelerle hem haftanın, hem ayın belli günlerinde oruç tutarak, bu ibadeti bütün seneye ve ömrüne yaymıştır. Böylelikle hem ondan müstefîd olmaktan geri kalmamış, hem de aç ve muhtaç olanlarla hemhâl olmuştur.

Ayrıca O’nun, evlenmeye güç yetiremeyenlere de orucu tavsiye etmesinden, irâde eğitiminde ve arzuların kontrol altına alınması hususunda, belli saatlerde lokmaya “Dur!” diyen oruç ibadetinin, ne kadar mühim olduğunu idrak etmekteyiz.

Hâl böyle iken, asabî bir kişinin, “Ne yapayım, oruç tutuyorum; bu sebeple çok sinirliyim!” türünden bahanelerinin hiçbir mâkul gerekçesi olamaz. Eğer oruç sebebiyle gerçekten çevresine ve kendisine zarar verici bir tutuma giriyorsa ve bunu kendi şahsî çabaları ile önleyemiyorsa, mutlaka profesyonel yardıma muhtaç durumda demektir. Unutmamalıdır ki, oruç tuttuğu için aşırı sinirli olan birinin, bu davranışları oruç tutmadığı zamanlarda da göstermesi yüksek ihtimaldir. Bu sebeple; nâkıs ve taraflı bir bakış açısıyla, “oruç ibadetini” suçlamadan; profesyonel bir inceleme ile, bu aşırı duygu patlaması probleminin altındaki gerçek sebepler araştırılmalı ve bir an önce tedavi edilmelidir.

En yüce kudrete boyun eğerek oruç tutmak ve belli vakitlerde yeme-içmeden uzak kalmak, kişiye kim olduğunu, nereden geldiğini hatırlatmakta; kulluk hususunda büyük bir şuur kazandırmaktadır. Açlık, insana en çok acziyetini öğretmekte; açların hâlini hissettirmekte; mahrum ve muhtaçların derdini düşündürmektedir. İbadetlerin sevaplarının katlanarak verildiğinin bildirildiği bu zaman diliminde, toplumun genelinde hayır faaliyetlerinin artması; zekâtların tercîhen bu ayda verilmesi; fıtır sadakasının bu zamana mahsus vâcip olması; oruç tutmaya güç yetiremeyenlerin fidye ile muhtaç olanları doyurma mükellefiyetleri; hem bu ibadetin içtimâî boyutunu göstermesi, hem de iyilik yapma duygusunu güçlendirmesi bakımından, câlib-i dikkattir.

Hem insanın maddî-mânevî yapısında, hem toplumun içtimâî gelişiminde mühim bir yeri hâiz olan oruç ibadetini; ne insanın ne toplumun kemâliyle bir münasebeti bulunmayan ve zihinleri bulandıran açlık oruçları ile, aslâ karşılaştırmamalıyız. Açlık diyetiyle bünyesini detoksa alanların, şahsî kazançlarını bir ibadet gibi sunmak ve bu şekilde hâdiseyi yaygınlaştırmanın vebâli de büyük olsa gerektir.

İbadet hayatında aşırılığa yer vermeyen Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, sünneti üzere oruç tutmaktan daha üstün bir oruç olmayacağı konusunda, âlimler fikir beyan ediyorlar. Bizler de hekim olarak, sağlık için de bunun üzerinde bir orucun olamayacağını, bugünkü ilmî verilerin ışığında rahatlıkla söylemekteyiz. Bu konuda açlık tâbirinin, doğrudan oruçla eşleştirilmesinin yanlış olduğunu, yabancı yayınlarda oruç ibadetinden bahsederken, açlık/perhiz mânâsına gelen gelen (fasting) kelimesinin yanına -İslâmî- ifadesi eklenerek; orucun, diğer açlıklardan ayrıldığını belirtelim.

Başka hiçbir gücün, insanı kendi rızâsı ve gönül huzuru ile saatlerce aç kalmaya teşvik edemeyeceği âşikardır. Bir şekilde aç kalınsa bile, ibadet niyeti olmadan vukû bulan açlıkların, insan bünyesinde birtakım tahribata da sebep olacağını unutmamak îcap eder. Oruca niyet etmekle birlikte, peşpeşe devreye giren kimyevî reaksiyonlarla, bünye içinde bulunduğu duruma uyum sağlamakta; kalp, şeker, yüksek tansiyon gibi pek çok hastalık şifa bulmakta; iyi huylu tümörler için âdeta bıçaksız bir ameliyat gerçekleşmekte; hissedilen rûhî tatmin, kişiyi mânen tedavi etmektedir.

“Açlık orucu” olarak tâbir edilen açlıkta ise, ulvî bir niyet yoktur. Bu sebeple oruç ibadetinde devreye giren düzenleyicilerin cümlesi, burada faal değildir. Kişinin kendi başına açlık diyeti yapması, son derece mahzurludur. Herhangi bir gıdayı kısıtlamaya dayalı şuursuz diyetler bile, vücut sistemine zarar vermekte iken, uzun süreli açlıkların yapacağı tahribatı göz önünde bulundurmak îcap eder. Diyetler; kesinlikle konunun uzmanı olan sağlık personelinin denetiminde yapılmalıdır. Şuursuzca yapılan diyetlerin, istismara da son derece açık olduğu unutulmamalıdır.

Oruç; gâyesiz ve basit bir yememe-içmeme hâdisesi değil, insanın hem rûhunu, hem bedenini terbiye eden ulvî bir açlıktır. Onun farz kılındığı Ramazan ayında verilen iftar dâvetleri, okunan mukabeleler ve toplu kılınan teravih namazları; toplumda kardeşlik bağlarının güçlendirilmesinde, zararlı alışkanlıklarından vazgeçmeye çalışanlar için müsbet ortam oluşturulmasında ve bu şekilde iyilik hâllerinin muhafaza edilerek devam ettirilmesinde, mühim bir yeri hâizdir.

İnsan hayır yapma hususunda da örnek alarak taklit etmeye, teşvik edilmeye muhtaç bir yapıdadır. Ancak, geçen sene ülkemize sıçrayan Covid salgını sebebiyle, toplu hâlde yaptığımız ibâdetlere (teravih ve mukâbele gibi) ara vermek zorunda kalmıştık. Alışkın olduğumuzdan çok farklı geçen o Ramazan-ı Şerîf içimizi yakmış; ne kadar âciz olduğumuzu daha derinden hissettirmiş; aslında hiçbir şeyin mâliki olmadığımızı da “hakka’l-yakîn” yaşamıştık. Zira alınan tedbirler çerçevesinde; söz konusu hastalığa yakalanan âile fertlerinin, son nefeslerini yakınlarından ayrı verdiklerine, cenâze merasimlerine bile en sevdiklerinin katılamadığına şâhit olmuştuk. Bu durumda; sevip bağlandığımız şeylerin aslında ne kadar fânî olduğunu, bu cihandaki yolculuğumuzun en mühim kısmını oluşturan “ölüme” de, hakikatte tek başımıza yürüdüğümüzü, yeniden idrâk etmiştik. Bu; bizlere, hangi şartlar altında olursak olalım, ilâhî irâdeye râm olup Cenâb-ı Hak’tan râzı olmamız; sıkletlere sabredip tahammül göstermemiz hususunda mühim dersler telkin etmişti.

Bu satırların kaleme alındığı tarih itibariyle, bu seneki durumun hangi şartlarda gerçekleşeceği henüz belli değil. Zira, şu anda vak’a sayıları yüksekte seyrediyor. Bu sebeple uzmanların îkazlarını dikkate alarak, tedbire riâyeti elden bırakmamalı, canımızın her istediğini yapmak yerine, bütün toplumun sağlığı ve menfaati için gerekli olanı yapma hususunda gevşeklik göstermemeliyiz. Salgınla mücadele için alınan tedbirler sebebiyle, zaman zaman evlerimize kapandığımız bugünlerde; tefekkürümüzü artırmalı, irâde eğitimimizde ehemmiyetli bir yeri olan oruç ibadetinin hikmetleri üzerinde düşünmeli, onu hakkıyla îfa etmeye çalışmalı, fânîliğimizi-âcizliğimizi hatırdan çıkarmamalıyız.

İFTAR VE SAHUR VAKİTLERİNDE MUHTAÇLARIN SOFRASINA HANGİ MENÜLERİ HAZIRLASAK?

“Saatlerce nasıl aç kalacağız, iftar ve sahur sofrasına neler koysak?” diye düşünmek yerine; “İftar ve sahur vakitlerinde muhtaçların sofrasına hangi menüleri hazırlasak?” diye planlar yapmalıyız.

Bir mânâda insanın yazılımını ihtiva eden Kelâmullâh’ın, bu ayda indirilişi ile, neye davet edildiğimizi idrâk ederek; Kur’ân-ı Kerîm’i tertil üzere okuyup muktezâsınca yaşama gayretlerimizi artırmalıyız. Duâların makbul olduğu bu demleri ganimet bilerek, Rabbimiz’e içten yakarışlarla tazarrûda bulunmalı, bu virüs imtihanından da muvaffakiyetle çıkabilmeyi niyâz etmeliyiz.

Hâsılı; Sünnet-i Seniyye üzere îfâ edilen bir Ramazan sayfası açalım ömrümüze bu sene... Namazlarımızı, zikirlerimizi, hayır ve infaklarımızı artıralım. Bilhassa modern çağın dayatmış olduğu lüks, israf, oburluk ve tüketim çılgınlığı ile hem insanların, hem insanlığın tüketildiği asrımızda; asr-ı saâdetten gelecek bir Ramazan esintisi ile, oruç ibadetini ve Ramazan ayını yeniden değerlendirelim.

Böylece, asırlar ötesinden esen tatlı bir bahar meltemi gibi rûhumuzu saracak ve bizi yeniden inşâ edecek olan bu mevsimin kıymetini idrâk edip; onu gafletle ziyan etmekten muhafaza etmesi için Rabbimiz’e çokça niyâz edelim. Tıpkı selef-i sâlihîn gibi... Zira onlar Cenâb-ı Hakk’a altı ay kendilerini Ramazan’a ulaştırması için duâ ederler, senenin geri kalan kısmında da, idrâk ettikleri Ramazan’ı kabul buyurması için yalvarırlardı. Bu, gıptaya şâyan bir gönül kıvamıdır.

Rabbimiz; bizleri de bu ayı lâyık-ı vechile değerlendirerek, bu hâli bütün bir seneye, hattâ ömre yayabilmeye muvaffak kılsın. Zâhiren büyük bir musibet gibi görünen, hikmetlerini ise Cenâb-ı Hakk’ın bildiği bu zorlu günlerden, hayırla selâmete çıkabilmeyi nasip eylesin. Mâruz kaldığımız mihnetlerin cümlesi, hatalarımızın kefâreti ve terfî-i derecâtımız olsun. Yüce Mevlâmız, çekilen bu sıkıntıları, daha güzel ve ferah günlere vesîle kılsın. Âmîn!

Dipnotlar:

[1] Milaslı İsmail Hakkı, Tıbb-ı Nebevî, s. 22. [2] https://www.drozdogan.com/2016-nobel-tip-odulu-otofaji-calismalari-ile-yoshinori-ohsumiye-verildi/ İnşâallah bu konuyu, ayrı bir makalede inceleyip sizlerle paylaşacağız.[3] Bkz. Tirmizî, Zühd, 47.

Kaynak: Dr. Betül Nefise İnal, Şebnem Dergisi, Sayı: 193, 194, 195