Rıza ve Sabır Örnekleri

VİDEOLAR

Peygamberlerin hayatından rıza ve sabır örneklerini islamveihsan Youtube kanalımızdan sesli kitap olarak dinleyin.

PEYGAMBERLERİN HAYATINDAN RIZA VE SABIR ÖRNEKLERİ

Mâsivâ, yâni Allâh’tan gayrı bütün varlıklar, en basitinden mükemmeline doğru bir hiyerarşiye tabî olarak yaratılmıştır. Bu hiyerarşinin zirve noktası insandır. Çünkü o, Rabbin bütün sıfatlarından nasîb alan ve bu yüzden de kendisinde zıtlıkları cem eden bir varlıktır. Yâni iki ayrı ve zıt kutup olan hayır ve şer temâyülü ile techîz olunmuştur. Allâh Teâlâ’da zât-ı ulûhiyyetine mâlûm bir vasıfta ve sükûnet hâlinde bulunan zıtlıklar, insanda ebedî bir çatışma hâlindedir.

Eğer insan, irâdesini müsbet temâyülleri geliştirmek istikâmetinde kullanabilir ve kalb tasfiyesi netîcesinde şahsiyetinde hayrın galebesini sağlayabilirse, bundaki başarısı nisbetinde Rabbine yaklaşır. Buna muvaffak olan gönüller, yolun sonuna varan bir gurbet yolcusu gibi, âdeta matlûbuna kavuşmanın saâdet ve heyecanını yaşarlar. Böylece kul ile Allâh arasındaki mesâfe kısalarak hayâtın “gurbet” olma vasfı âdeta kaybolur. İdrâkte, en derin ve en köklü ıztırâbın kaynağı olan Allâh’tan uzak olmanın doğurduğu elemler, aslında hep aynı kalsa bile azalmaya başlar. Hattâ bu temel ıztırâbın üstüne ilâve edilen beşerî ıztırâbın doğurduğu kederler dahî, Rab ile beraber olmanın hazzı ve sürûru içinde âdeta hissedilmez hâle gelir. Dünyevî elem ve ıztıraplar, sanki narkoze edilmiş olur.

Bu safhada ıztıraplar, Rabbin bir iltifâtı şeklinde telâkkî olunarak sürûra döner. Rûhu istilâ eden bu sürûrun şümûlü, bazen maddî olan bedeni bile ihâta eder. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın, baldırına saplanmış olan bir oku, Rabbe en yakın olduğu namaz ânında çıkarttırmasındaki incelik, bunun pek bâriz bir misâlidir.

İdrâk, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesi netîcesinde seviye kazanınca, aldatıcı ve fânî eşyânın esâretinden kurtulup Hakk’a râm olur. İnsanoğlu, her oluşta ilk sebebe doğru uzayıp giden bir sebepler zincirinin varlığını fark eder. Ve idrâki kemâle erdiğinde de, müsebbibü’l-esbâba (sebepleri yaratan Allâh Teâlâ’ya) kadar intikâl eder. O zaman büyük bir neş’e ve istiğrak içinde:

“Hoştur bana Sen’den gelen,

Ya gonca gül, yâhud diken!”

beytindeki inceliğe erer. Bu hâle gelen kimselerin kalb gözleri açıldığından sebep ve vâsıtalara ehemmiyet vermezler. Hakîkî ve nihâî müsebbib ve sanatkârda, yâni Hâlık Teâlâ’da fânî olmaya gayret ederler. Bu kemâle ulaşamayanlar ise, ara sebeplerden birine takılır kalırlar. O sebepler, gönle bir olta olan Leylâlar mesâbesindedir ki, çoğu kez Mevlâ’ya vuslata manî olurlar.

Nefsânî ve dünyevî temâyülleri aşan dertli Yûnus, gönlün merhalelerini ve kendisinin Hak’ta fânî oluşunu ne güzel ifâde eder:

Sûfîlere sohbet gerek,

Ahîlere ahret gerek,

Mecnûnlara Leylâ gerek,

Bana Seni gerek Seni!..

Bu kemâle ulaşmanın en feyizli vâsıtası, birer ıztırap kaynağı olan iptilâlardır. Bundan dolayıdır ki hadîs-i şerîfte de ifâde buyrulduğu gibi insanların iptilâlara en çok muhâtap olanları, peygamberlerdir. Çünkü onlar, ümmetlerine numûnedirler. Vazîfeleri îcâbı Rabbe en yakın bir mevkîde bulunmak durumundadırlar ki, bu yakınlık mevkiinin zemîni de, dosta bağlılık derecesini ölçen iptilâlardır. Nitekim aşırı sürûr ve aşırı ıztırap gibi nefse tuzak olan uç noktalara sürüklenmeyip “rızâ” ve bunun netîcesi olan “sabır ve tevekkül” sâhibi olmaları sâyesinde, peygamberlerde hayâl edilmez bir tahammül müşâhede olunur.

Peygamberimizin Hastalığına Karşı Gösterdiği Sabır

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Said el-Hudrî -radıyallâhu anh- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hasta iken O’nu ziyârete gitmiş ve O’nun ne büyük acılara sabırla katlandığını bizzat müşâhede etmiştir. O şöyle anlatıyor:

“Elimi Allâh Rasûlü’nün üzerine koydum, harâretini tâ yorganın üstünden hissediyordum.

«–Yâ Rasûlallâh, harâretiniz çok fazla!» dedim.

«–Biz (peygamberler) böyleyiz. Belâlar bize kat kat gelir, buna mukâbil mükâfatları da kat kat verilir.» buyurdu.

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların en çok belâya mâruz kalanları kimlerdir?» diye sordum.

«–Peygamberler!» buyurdu.

«–Sonra kimlerdir?» dedim.

«–Sonra sâlihler!” buyurdu ve ardından şöyle bir îzahta bulundu: «Onlardan biri fakirliğe öyle mübtelâ olur ki kendini örten bir abâdan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bolluğa sevindiğiniz gibi belâya sevinirler.»” (İbn-i Mâce, Fiten, 23)

Bunun içindir ki gönle sürur veren tecellî ve hâdiseler karşısında râzı olup da gam ve kederden hoşnutsuzluk aslında doğru değildir. Fakat insan, kemâlâtın zirvesine varmadıkça, bu beşerî zaaftan kolay kolay kurtulamaz. Hazret-i Ya’kub, oğlu Hazret-i Yûsuf’un hasret ve ıztırâbını sînesine gömebildi ve: “Bana sabr-ı cemîl düşer!” diyebildi ise, O, bunu peygamberlik sâyesinde sâhip olduğu müstesnâ kemâlâta borçlu idi. Gerçekten O, hâlini Rabbinden başka kimseye açmadı. Böylece hasreti, netîcede vuslata inkılâb etti.

Hz. Yakup’un (a.s.) Sabrı

Rivâyete göre Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm-’a sordu:

“−Yakup’un Yûsuf’a hicrânı ne dereceye varmıştı?”

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“−Evlâdını kaybeden yetmiş annenin toplam hicrânına!” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−O hâlde O’nun sevâbı ne kadardır?” deyince, o da:

“−Yüz şehit sevâbıdır. Çünkü O, Allâh’a bir an bile sû-i zanda bulunmadı...” dedi. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, IV, 570)

Yâni çekilen gam ve çileler, hayatta mes’ûd olmaya mânî gibi görünürse de, öyle değildir. Sabretmesini, Allâh’tan gelenlere rızâ göstermesini bilenler için belki daha büyük bir sürûra ulaşmak içindir.

Hazret-i Mevlânâ, bu hâli veciz bir sûrette ifâde eder:

“Gam eli, gönül dalından sararmış yaprakları silkeler. Yerine, daha latîf, daha taze sürûr yaprakları gelir.”

Gam, çile ve ıztırap, nefsânî temâyülleri zaafa uğratan ve netîcede insan rûhunu yücelten en büyük müessirlerdendir. Bundan dolayıdır ki, insanlara yol göstermeye memur olan gönül erleri, mutlakâ şiddetli bir ıztırâbın haddesinden geçerler. Iztırâbın en kazandırıcı vâsıtası ise, aşktır. Bu sebepledir ki Şâir Fuzûlî:

“Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni,

Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni!” demiştir.

Ehlullâh nazarında gam ve sürûr, ikiz kardeştir. Gönül ehli, bu sürûr ve ıztırapların niçin verildiğini iyi bilirler. Dolayısıyla dâimâ büyük bir teslîmiyet içindedirler. Gönlünü bu hakîkatin sırrı içerisinde yoğuran şâir Dertlî, derdini ne güzel terennüm eder:

Aşk oduna yanmış ciğer kebâbız,

Hecr ile ağlamış dîde pür-âbız,

Yıkılmış yapılmış hâne-harâbız,

Âbâd olsak da bir, olmasak da bir!

Sihirbazların Sabrı

Nitekim Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsının karşısında acze düşen sihirbazlar:

“Biz Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine secde ediyoruz!” dediler.

Firavun, onları tattıracağı ıztırap ile tehdîd etti:

“−Kollarınızı ve ayaklarınızı çapraz kestirerek hurma dallarına asarım! Ölümün en acı şeklini sizlere tattırırım!” dedi.

Sihirbazlar ise cevâben:

“−Senin fiilin (çektireceğin ıztırap), bize bir zarar veremez! Nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz!” diyerek dünyevî ıztırapların gel-geç ve fânî olduğunu ahmak Firavun’a telkîn ettiler ve onun tehditlerine meydan okudular. Çünkü büyük bir hakîkate ulaşmanın rûhî sürûru, -evvelce de temas edildiği gibi- dünyevî ıztırapları idrâkte küçültür ve ehemmiyetsiz kılar.

Önce ülü’l-azm bir peygamber ile müsâbakaya çıkan sihirbazlar, yüce hakîkati idrâk edince, büyük bir îman vecdi içinde Mûsâ -aleyhisselâm-’ı tasdîk ettiler. Büyük bir îmân heyecanı ile şehâdet şerbetini içmeyi tercîh ettiler. Dünyâya âit ıztıraplara büyük bir tevekkülle meydan okuyarak, ilâhî sonsuzluk yolculuğunun seyyâhı oldular. Böylece işkence gibi gözüken bir zulüm, onlar için ebedî kazanç vâsıtası oldu. Hak’tan gelen kahrı da lutuf olarak kabûllenen sâlihlerden oldular.

Firavun ise, iblîs gibi gurûruna mağlûb olarak aşikâr hakîkati inkâra devâm etti. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, inat derecesinde küfre saplanmış münkirlerin hâlini şöyle tasvîr eder:

“Eğer dikkat edersen, hiçbir münkirin inkârı sırf inkâr için değildir.”

“Belki hasedinden dolayı hasmını kahretmek, yâhud kendisini üstün göstermek içindir.”

Sâdıklar için Hakk’ın cefâsı, bu geçici hayâl ve serap âleminin sürûr ve bayramlarından bin kere evlâdır! Onlar, avâmın yöneldiği lutuf zannedilen şeylerden el çekmişlerdir. Hazret-i Mevlânâ güzel tasvirlerine devamla der ki:

“Avâm için tamamiyle lutuf olan şeyler, nâzenînler, yâni ehlullâh için kahırdır.”

“Şu hâlde halk, belâ ve elem çekmeli ki, bunlar arasındaki farkı anlasın!..”

Ehlullâhın bulundukları rızâ makâmını, yâni Hak’ta fânî oluş mertebesini îzâh edecek kelime, ses ve ifâde bulmak mümkün değildir. Zîrâ o makam, âşinâ olmayanlara mahrem sır tecellîleriyle dolu apayrı bir zevk-i bediîdir.

Eyüp Peygamber’in Sabrı

Nitekim hastalığının en şiddetli günlerinde Eyyûb -aleyhisselâm-’a hanımı Rahîme Hâtun:

“−Sen bir peygambersin! Allâh Teâlâ’dan sıhhat ve âfiyet istesen de bu dertlerden kurtulsan!” deyince Eyyûb -aleyhisselâm-:

“−Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu.

Rahîme Hâtun:

“−Seksen yıl idi.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-:

“−Ey Rahîme! Şiddet ve belâ müddeti en az sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan Cenâb-ı Mevlâ’ya şikâyet etmekten hayâ ederim. Allâh Teâlâ, bizlere nîmetler verirken (râzı oluyoruz da), O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim?! Ben Rabbimden râzıyım!” dedi.

Eyyûb -aleyhisselâm-’ın bu tavrı, rızânın en güzel misâlini sergiler. Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalandığı sırada, bütün musîbet ve sıkıntılarına rağmen, hâlinden şikâyet eder bir duruma düşmemek ve takdîre rızâda îcâb eden sabrı göstermek için, hastalığını Cenâb-ı Hakk’a arzetmekten, sıhhat ve afiyet istemekten bile çekinmiştir. Nihayet zevcesinin ısrarı ile sadece:

“Sen merhametlilerin en merhametlisisin!” diye niyazda bulunmuştur.

Bu duâ üzerine Allâh Teâlâ, kullukta dâim olanlara bir rahmet hâtırası olmak üzere onun derdini gidermiş ve hastalığına şifâ vermiştir. Böylece sabır, şükür, teslîmiyet ve muhabbetullâhın netîcesinde eski zinde hayâtı Eyyûb -aleyhisselâm-’a iâde edilmiştir.

Allâh Teâlâ, Hazret-i Eyyûb’u, bütün bu olup bitenler sırasında rızâ hâlinde sabırlı bir kul olarak bulduğunu beyân buyurmuştur.

Eyyûb -aleyhisselâm-’ın sabrı ve rızâ hâli, Hak yoluna giren sâlik ve dervişlerin bilhassa ibret ve hisse alması gereken en güzel bir misâldir.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Tâif’te katlandığı ıztırap ve çile, hiçbir kula nasîb olmayan “Mîrâc” hâdisesinin zemînini teşkîl ediyordu.

Hz. İbrahim’den (a.s.) Rıza ve Teslimiyet Örneği

Bir başka tecellîye mazhariyetle Halîlullâh kılınan İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın hâli de Hakk’a meclûbiyet ve teslîmiyetin daha değişik bir tezâhürünü sergiler:

İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılırken Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi ve:

“−Bir hâcetin var mı? Benden bir arzun var mı?” dedi. O ise:

“−Hâcetim var, ama sana değil!” dedi. Sonra Cebrâîl’e sordu:

“−Ateşe yakma gücünü veren kimdir?”

Netîcede, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın Allâh’a olan aşkının tecellîsi, dünyâ ateşini bir anda gülistâna çevirdi. Çünkü İbrâhîm -aleyhisselâm-’da eşyânın isimlerinin sırları tecellî etmiş ve O, Hak’ta fânî olmuştu.

Hak’ta fânî olanlar için Allâh’tan ister lutuf, ister kahır, ne gelirse gelsin, hepsi kulun mânevî yükselişine vesîle olur. Kahırlar, çileler ve ıztıraplar, onlar için bir lutuftur. Aynen Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- gibi Cebrâîl’i dahî vâsıta olarak kullanmaktan imtinâ ederler. Çünkü onlar, Hakk’ın mazharı olmuşlardır. Işığa nâil olmak için kendini helâk eden kelebeklerden bir farkları kalmamıştır.

Ancak şuna dikkat etmek lâzımdır ki Hazret-i İbrâhîm’i yakmayan ateşi örnek alarak, bir kimsenin kendisi hakkında da aynı netîcenin zuhûrunu beklemesi, haddini bilmemek olur. Bunun sonu ise hüsrandır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- bu hakîkati ne güzel açıklar:

“Allâh yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrâhîm’lik olup olmadığını araştır! Çünkü ateş seni değil, İbrâhîmler’i tanır ve yakmaz!..”

Hâsılı bir kimsenin, kemâl sâhibi ve makâmı yüce gerçek büyüklerle kendisini kıyaslaması, tehlikeli âkıbetlere sürükleyen yersiz bir cehâlettir. Bize düşen, tedbîr imkânları dâhilinde çârelere başvurmak, netîcesine tevekkül etmek, Allâh’a sığınmaktır.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Kendisinin Allâh katındaki mevkîini bilmek isteyen, Allâh Teâlâ’nın kendi indindeki mevkîine baksın! Zîrâ Allâh Teâlâ, kulunu, onun kendisini indirdiği mevkîye indirir!” (Hâkim, Müstedrek, I, 672/1820)

Şu misâl bu hakîkati ne güzel ifâde eder:

Rivâyete göre Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hârise -radıyallâhu anh-’a:

“–Ey Hâ­ri­se, na­sıl sa­bah­la­dın?” di­ye sor­du.

Hârise -ra­dı­yal­lâ­hu anh-:

“–Ha­kî­kî bir mü’­min ola­rak!” ce­vâ­bı­nı ver­di.

Bu de­fâ Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–Ey Hâ­ri­se! Her hâl ve ha­kî­ka­tin bir de­lî­li var­dır. Se­nin îmâ­nı­nın ha­kî­ka­ti­nin de­lî­li ne­dir?” bu­yur­du.

Hâ­ri­se -ra­dı­yal­lâ­hu anh-:

“–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Dünyâ­dan el-etek çe­kin­ce, gün­düz­le­rim su­suz, ge­ce­le­rim uy­ku­suz hâ­le gel­di. Rab­bi­min ar­şı­nı açık­ça gö­rür gi­bi ol­dum. Bir­bir­le­ri­ni zi­yâ­ret eden cen­net eh­li ile, yek­di­ğe­ri­ne düş­man ke­si­len ce­hen­nem eh­li­ni gö­rür gi­bi­yim.” de­di.

Bu­nun üze­ri­ne Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–Ta­mam yâ Hâ­ri­se! Bu hâ­li­ni mu­hâ­fa­za et! Sen Al­lâh’ın, kal­bi­ni nur­lan­dır­dı­ğı bir kim­se­sin.” (Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, I, 57) bu­yur­du­lar.

Yi­ne Hâ­ri­se -ra­dı­yal­lâ­hu anh- hak­kın­da Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“Bir kim­se Al­lâh’ın kal­bi­ni nur­lan­dır­dı­ğı bir şah­sı gör­mek is­ter­se Hâ­ri­se’­ye bak­sın.” (İbn-i Ha­cer, el-İsâ­be, I, 289) bu­yur­muş­lar­dır.

İşte bu hâl, âyet-i kerîmede:

“…Allâh onlardan râzıdır, onlar da Allâh’tan râzıdırlar…” (el-Beyyine, 8) diye ifâde buyrulan sâlihlerin hâlidir. Böyle sâlih kullar, Süleymân -aleyhisselâm- gibi:

“…Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nîmete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih ameller yapmamı ilhâm eyle ve rahmetinle beni sâlih kullarının arasına kat.” (en-Neml, 19) diye duâ ederler.

Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurur:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini fedâ eder (Allâh’ın rızâsı uğruna gerektiğinde bütün şahsî menfaatlerini terk eder). Allâh kullarına karşı Raûf’tur (çok şefkatlidir).” (el-Bakara, 207)

Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi çok câlib-i dikkattir:

Suheyb er-Rûmî -radıyallâhu anh- Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hicret etmek üzere Mekke’den çıktığında Kureyş’ten bir grup onu yakalamak ve Mekke’ye geri götürmek üzere peşine düşmüştü. Suheyb -radıyallâhu anh- tâkip edildiğini fark edince devesinden inip mevzîlendi, sadağından bir ok çıkarıp yayına yerleştirdi ve bekledi. Kureyşliler bir ok atımı mesâfeye gelince onlara seslendi:

“–Ey Kureyş topluluğu! Biliyorsunuz ki sizin en iyi okçunuz benim. Siz bana ulaşmadan sadağımdaki bütün okları üzerinize yağdırırım, sonra kılıcımı alır ve elimde en küçük parçası kalıncaya kadar sizinle vuruşurum, ancak ondan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Ama bunun yerine isterseniz size Mekke’de bıraktığım malların yerlerini söyleyeyim, onları alın ve karşılığında yolumu açın, bırakın gideyim.” dedi. Onlar da bu teklifi kabûl ettiler. (İbn-i Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, I, 223; İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 260-261)

Daha sonra Suheyb -radıyallâhu anh- vakit kaybetmeden Medîne’ye doğru yola çıktı. Allâh Teâlâ da Medîne’de Rasûlü’ne bu âyeti indirdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Suheyb’i görünce ona:

“–Alışverişin kazançlı oldu, ey Suheyb!” buyurdu. Suheyb -radıyallâhu anh- ise:

“–Yâ Rasûlallâh! Yolda beni geçip Size haberimi ulaştıracak kimse olmadığına göre başıma gelenleri Size ancak Cebrâîl bildirmiştir.” dedi. (Hâkim, Müstedrek, c. III, s. 450-452)

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Erkek ve kadın bütün mü’minler, birbirlerinin dostları ve velîleridirler. Ma’rûfu emrederler, münkerden nehyederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allâh rahmetiyle muâmele edecektir. Şüphesiz Allâh Azîz’dir, Hakîm’dir.”  (et-Tevbe, 71)

“Allâh, mü’min erkek ve kadınlara, zemîninden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler va’detti. Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 72)

Bütün bu sayılan nîmetler en ileri derecedeki îman ve hizmet ehline va’dolunmuştur. Allâh’ın rızâsından olan küçücük bir şey bile, sayılan bu cennet nîmetlerinin hepsinden daha büyüktür. Çünkü her hayrın, her mutluluğun, her şerefin ve her yüceliğin mesnedi odur.

Allâh Teâlâ kendi rızâsını arayarak infakta bulunan sâlih kullarını da şöyle medheder:

“Allâh’ın rızâsını aramak ve kalblerinde olan îmânı kökleştirip takviye etmek için karşılığının verileceğine kat’î bir şekilde inanarak mallarını hayra sarf edenlerin hâli, tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin hâline benzer ki ona bolca yağmur isâbet etmiş de ürünlerini iki kat vermiştir. Böyle bir bahçeye yağmur yağmasa bile az bir çisinti dahî kâfî gelir. Allâh yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.” (el-Bakara, 265)

“O mü’minler ki, Rablerinin rızâsını arzu ederek sabrederler, namazı hakkıyla kılarlar, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizlice ve açıkça (Allâh yolunda ) sarf ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlara dünyâ yurdunun güzel âkıbeti vardır.” (er-Ra’d, 22)

Hak yolunda insanın varabileceği en yüce makam, Allâh Teâlâ’nın kulundan râzı olmasıdır ki bu da kulun Allâh’tan râzılığı ve O’na teslîmiyetinin bir mükâfâtıdır.

Ömer bin Abdülazîz, kendisine:

“−Neyi seversin?” diye soranlara:

“−Benim sevincim, yalnız mukadderâttadır. Ben Allâh Teâlâ’nın hükmünü severim...” derdi.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

(Kıyâmet günü) Allâh Teâlâ şöyle buyurur: Bu, sâdıklara sadâkatlerinin fayda verdiği gündür. Onlar için zemininden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allâh onlardan râzı olmuş, onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (el-Mâide, 119)

Cennet Ehlinin Rızası

Rivâyete göre Allâh Teâlâ cennet ehline:

“–Râzı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?” buyuracak, onlar da:

“–Ey Rabbimiz, nasıl hoşnut olmayız ki! Bize başka kullarından hiçbirine vermediğin nîmeti verdin.” diyecekler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ buyuracak ki:

“–Size bundan da büyüğünü vereceğim.”

“–Bundan daha üstün ne olabilir ya Rabbî?” diyecekler. İşte o zaman Allâh Teâlâ:

“–Sizden râzı olacağım ve artık size ebediyyen gazap etmeyeceğim.” buyuracak. (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Cennet, 9)

Sıkıntının Mükâfâtı

Rızâ, muhabbetin nihâî meyvesidir. Gönlü aşk ile dolu olan kul, Rabbinden gelen her şeyi sevgisi nisbetinde memnûniyetle kucaklar. Hattâ âşık, elemin acısını duysa bile buna o kadar râzıdır ki ıztırâba rağbet ve heves dahî edebilir. Bu, ileride alacağı mükâfat için şimdiki geçici eleme râzı olmaktır. Nitekim Şakîk-i Belhî -rahmetullâhi aleyh-:

“Sıkıntının mükâfâtını bilen, ondan kurtulmaya heves etmez!” demiştir.

Çünkü hastalar şifâ için ilâçların acılığına aldırmaz, hattâ çok ağır ve riskli ameliyatları bile kendi istekleriyle kabûl ederler.

Ancak rızânın daha üst mertebesi, mahbûbun gönlünü hoş etmek maksadına bağlıdır. Rabbin rızâsı ise, cennet nîmetlerinden daha üstündür. Bu makamdaki kulun sevgisi de, onu acıyı duymayacak bir âlemde yaşatır. Sevginin zevkine varmayanlar bu hâli bilmese de, âşıkların, bizim anlattıklarımızdan da çok acâib hâlleri vardır.

Bütün bu ahvâle rağmen şu husûsu da îzâh etmek gerekir:

Iztırap ve çilelere rızânın mükâfâtının büyük olmasına bakarak Hak’tan belâ ve musîbetle imtihan istenmemelidir. Çünkü kul, kendisinin taşıyabileceği yükün vüs’atini iyi tâyin edemeyebilir ve üstesinden gelemeyeceği sıkletlerin altında eziliverir. Ama Hak’tan gelirse, bilmelidir ki Cenâb-ı Allâh, hiçbir kula çekemeyeceği bir şeyi yüklemez!

Vaktiyle Can Baba isminde bir zât vardı. Allâh aşkıyla o kadar mütelezziz olmuş ve kendisinden geçmişti ki, birgün ellerini yüce dergâha kaldırıp:

“Yâ Rabbî! Sen’den başka hazzım yok! Beni istediğin şekilde imtihân et!” dedi.

Bunun üzerine ona çok ağır bir iptilâ verildi. Ancak yaşı ilerleyip tâkatten kesilmeye başlayınca da, gönlünü nedâmet ateşleri sardı ve küçük talebelerin okuduğu mektep kapılarına giderek önüne çıkan her çocuğa:

“−Yavrucuğum! Bu yalancı ihtiyar amcanıza duâ edin de Allâh ona şifâ ihsân eylesin!” diye yalvarır hâle geldi.

Ayrıca günah işleri ve insanı fıska götüren şeyleri kabûllenmek de rızâ değildir. İsyan, fücûr ve küfre rızâ, en büyük gaflet ve cehâlettir. Bu hususta sayılamayacak kadar îkâz-ı ilâhî vardır. Onlardan birinde şöyle buyrulur:

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler!..” (Âl-i İmrân, 28)

Yâni kötülere ve kötülüklere karşı sükût, rızâ değildir.

Büyük zâtların nasıl yüce bir kemâlât sâhibi mümtaz şahsiyetler olduklarına dikkat edildiğinde, hepsinin de, binbir çile, elem ve ıztırap ateşleriyle kavrularak bu kemâli elde ettikleri müşâhede edilir.

Şâyân-ı dikkattir ki, gönül dünyâlarını rûhâniyeti ile aydınlatan büyük velî Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh- Hazretleri, mürşidi Emîr Külâl -kuddise sirruh- tarafından, yedi sene insanlara hizmet etmek, herkesin uzak durduğu hasta hayvanları tedâvî etmek ve insanların gelip geçtiği yolları temizlemek gibi vazîfeler verilmişti. O da bütün bunları vecd içinde îfâ etti. Nihâyet bu hizmetlerdeki cefâlar, çileler ve ıztıraplar, onu erişilmez makamların ilâhî esrârına müstağrak kıldı. Onun bu ulvî makâma nasıl bir tevâzû ve hiçlik iklîminde ulaştığını, şu mısralar ne güzel ifâde etmektedir:

Âlem buğday ben saman,

Herkes yahşî ben yaman![1]

Bu gerçeğin ışığında Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-:

“Mâsıyet esâretinden kurtulmanın yegâne çâresi; çiledir, ıztıraptır ve cefâdır!” der.

Ancak bunlar da intibâha (uyanmaya) sebep olamazsa, ehl-i dünyâ, yâni nefs-i emmârenin arzusu yolunda yaşamayı saâdet zannedenler, nefsin azgın pençelerinde helâk olurlar. İşte ehlullâha göre hakîkî kahır budur.

Âhiret saâdeti için, dünyânın geçici câzibesine ve aldatıcı nağmelerine kanmamak îcâb eder. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevce-i muhteremeleri Hafsa vâlidemiz, Allâh Rasûlü’nün dünyâya karşı tavrını yansıtan bir müşâhedesini şu şekilde anlatır:

“Biz, bir kilimi ikiye katlar, O’na yatak yapardık. Bir defâsında dörde katlamıştık da, gece namaza kalkamamıştı. Bunun üzerine «altına ne serildiğini» sormuş ve her zamanki gibi serilmesini taleb etmişti. İstirahati ile fazla meşgul olunmasından da rahatsız olmuştu.” (Tirmizî, Şemâil, s. 154)

Seven Sevdiğini Anar

İlâhî ünsiyetin yolu muhabbettir. Sevilenleri takliddir. Sevenler, sevdiklerinden geleni hoş karşılamak mecbûriyetindedirler. Sevenler, sevdiklerini dillerinden ve gönüllerinden düşürmezler. Îman hayâtının zevk u safâsını yaşamak isteyen gönüller de Allâh’ın zikrini kalplerinde devâm ettirirler. Ayaktayken, otururken, yatarken her hâlükârda zikredip semâvât ve arzın yaratılmasındaki ince ve nâzenîn hikmetlere dalarlar da:

“…Yâ Rabbî! Bunları boşuna ve abes yaratmadın! Sen’i tesbîh ederiz! Bizleri cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191) derler.

Allâh Teâlâ da kendisinden bu şekilde râzı olan her kuluna:

“Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Seçkin ve sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 28-30) buyurur.

Onları ebedî nîmetleriyle taltîf eder ve cemâliyle müşerref kılar.

Yâ Rab! Bizleri rızâna nâil olan gerçek tevekkül ve teslîmiyet ehli kullarından eyle!

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Herkes iyidir; kötü olan benim!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 3, Erkam Yayınları