Peygamberlik ve Vahiy

Akaid

Peygamberlik ve vahiy ilişkisi nedir? Peygamberlere vahiy nasıl gelmiştir?

Peygamberlik ve vahiy birbirinden ayrılmayan iki kavramdır. Vahiy almayan peygamber düşünülemez. Yüce Allah, emirleri, yasakları diğer hükümleri ve bütün haberlerini peygamberine vahyeder peygamberler de bunları insanlara tebliğ ederler.

Sözlükte; gizli konuşma, gönderme, emir, işaret, ilham gibi anlamlara gelen vahiy, “Allah Teâlâ’nın dilediği şeyleri peygamberlerine, mahiyeti bizce tam olarak bilinmeyen bir yolla bildirmesi” demektir. Vahiy bir haldir, bir yaşayıştır. Nasıl gerçekleştiğini ve niteliğini ancak onu yaşayan peygamber bilir. Vahiy, Allah’la peygamberi arasında bir sırdır. Ancak vahyin geliş şekilleri ve peygamber üzerindeki Peygamberlerin ashabına bildirmeleriyle insanlar tarafından bilinebilmiştir.

Vahiy ile kalpte beliren bilgi demek olan keşif ve ilham birbirinden farklıdır. Vahiy sadece peygambere gelen kesin, değişmez ve daima hakikati ifade eden bir bilgidir. Allah tarafından korunmuş olan peygamberin kalbine, güvenilirliğinde şüphe olmayan bir elçi yani Cebrail meleği aracılığıyla bırakılır. Peygamberler dışındaki insanlara da gelebilen ilhamın ise kesin doğruluğundan bahsedilemez. Kalpte beliriveren ilhamın her zaman yanılma payı vardır.

Vahyin nasıl bir olay olduğunun ve mahiyetinin insanlarca bilinememesi ve insanların onu tecrübe etmemiş olması vahyi inkâr etmek için bir sebep değildir. Çünkü bu gün pozitif bilimlerin de izah edemediği, gözlemleyemediği ve tecrübe edemediği (Mesela; zekâ türü, güneşin iç sıcaklığı, atomun parçacıkları, DNA şifreleri gibi) birçok bilginin hemen hemen herkesin kabul ettiği bir bilgilerdir.

Vahyin Çeşitleri

Yüce Allah’ın:

“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder...”[1] Buyurduğu ayeti kerimeden yola çıkarak üç çeşit vahiy olduğunu söyleyebiliriz.

  1. Allah’ın dilediği bilgileri, peygamberin kalbine ani olarak ulaştırmasıdır. Bu vahye örnek, Peygamber Efendimiz’in “kudsî hadis”[2]leridir.
  2. Allah’ın perde arkasından peygamberiyle konuşmasıdır. Bu çeşit vahiyde, peygamber Allah’ı görmeden, ilahi kelâmı işitir. Hz. Musa’nın Tûr Dağı’nda aldığı vahiy gibi.
  3. Vahyin, melek aracılığıyla peygambere getirilmesidir. Vahiy meleği Cebrail, vahyi kelimeler halinde peygambere getirirdi. İlahi kitaplar bu çeşit vahiyle gelmiştir.

Vahyin Hz. Muhammed’e (s.a.v.) Geliş Şekilleri

Peygamber Efendimiz’e vahiy şu şekillerde gelmiştir:

  1. Sadık rüyalar halinde. Peygamberimizin gördüğü rüyalardan bir kısmı, daha sonra gerçek hayatta aynen meydana gelmiştir.
  2. Cebrail aleyhisselâm tarafından vahyin, Peygamber uyanıkken kalbine bırakılması. Şu ayet bu çeşit vahyin delilidir: “O’nu uyaranlardan olasın diye, Cebrail, apaçık Arapçayla senin kalbine indirmiştir”[3]
  3. Cebrail’in insan şekline girerek, getirdiği vahiy. Bu vahyin en hafif şeklidir. Cibril hadisi diye meşhur olmuş olay buna örnek olarak gösterilebilir.
  4. Cebrail görünmeksizin vahyin, çıngırak sesine benzer bir sesle birlikte gelmesi. Bu çeşit vahyin çok ağır olduğu Peygamber Efendimiz tarafından bizzat bildirilmiştir. Tehdit ve korkutma muhtevası olan birçok ayeti kerime bu şekilde gelmiştir. Vahyin gelişi sırasında, Peygamber Efendimiz son derece heyecanlanırdı hatta titrer ve terlerdi.[4]
  5. Cebrail’in, Hz. Peygamber’e uyku halindeyken getirdiği vahiy. Bazı müfessirlere göre Kevser sûresi bu şekilde vahyedilmişitir.
  6. Cebrail’in kendi şekliyle yani melek görünümünde getirdiği vahiydir. Bu şekliyle vahiy iki defa gerçekleşmiştir. Birincisi Peygamber Efendimizin, ilk vahiy aldığı gün Hira’dayken, ikincisi de Miraç’ta meydana gelmiştir: “Andolsun ki, O’nu, bir diğer defa da Sidretü’l-münteha’nın yanında gördü.”[5]
  7. Vahyi, Peygamber Efendimizin vahiy meleği olmaksızın yani doğrudan Allah’tan alması veya perde arkasından Allah’la konuşması şeklinde gerçekleşen vahiydir. Bu da Miraçta gerçekleşmiştir.

Sahabe-i Kiram vahyin gelişi sırasında Allah Rasulü’nün nasıl bir hal aldığını şöyle bildirmişlerdir.

  • Vahyin gelişi esnasında Peygamber Efendimiz’e ağır bir sıkıntı hâli gelirdi. Mübarek yüzü gül gibi pembeleşir, gözlerini kapatır, başını önüne eğerdi. Ashâbı da başlarını önlerine eğerlerdi. Vahiy hâli sona erinceye kadar hiç kimse edebinden ötürü başını kaldırıp Peygamber Efendimiz’in simasına bakamazdı.
  • Vahiy geldiği zaman bazen de, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o esnada çabuk çabuk nefes alırdı. En soğuk günlerde bile, alnından inci taneleri gibi terler dökülürdü.[6]
  • Vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit’in bildirdiğine göre gelen vahyin ağırlığı, inen hükümlerin ağırlığı ile mütenasip olurdu. Yani, inen vahiy ilâhî vaat ve müjde mahiyetinde ise Cebrâîl -aleyhisselâm- insan suretinde gelir, bu ise Peygamber Efendimiz’e bir güçlük vermezdi. Fakat vahiyde azap ile korkutmaya dair ilâhî ikazlar olduğu zaman da, dehşet saçan bir çıngırak sesi gibi gelirdi.
  • Vahiy, Allah Rasûlü deve üzerinde iken geldiğinde, hayvan vahyin ağırlığına tahammül edemez, dizleri bükülür ve çökerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz Adbâ isimli devesinin üzerinde bulunduğu sırada Mâide Sûresi’nin üçüncü âyeti nazil olmaya başlayınca Adbâ’nın ayakları kırılacak gibi olmuş, Allâh Rasûlü devenin üzerinden inmişti.[7]
  • İnen vahyin manevi ağırlığı olduğu gibi Allah Rasülü’nün bedenen de bir ağırlık ve meşakkat hissettiği de olurdu. Zeyd bin Sâbit -radıyallahu anh- şöyle der: “Rasulullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyordum. Bu esnada Allah Rasulü’ne vahiy geldi. Dizi benim dizimin üzerindeydi. Vallâhi o anda Rasulullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dizinden daha ağır bir şey hissetmemiştim. Neredeyse dizim kopacak sandım.” (Ahmed, V, 190-191)

[1] Şûra sûresi, 51. ayet [2] Kudsi hadis:Mana olarak Allah’a, lafız olarak Allah Rasülü’ne ait  olan sözlere denir. [3] Şuara sûresi, 193- 195. ayetler [4] Buhari, Bed’ül – vahy. 2. [5] Necm sûresi, 13-14. ayetler [6] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1/2, Umre 10; Müslim, Fedâil 87, Hudûd 13; Tirmizî, Tefsir 23/3173; Ahmed, V, 327. [7] Ahmed, II, 176; VI, 445; İbn-i Sa’d, I, 197; Taberî, Tefsîr, VI, 106.