Peygamberimizin Vefatından Sonra Gerçekleşen Önemli Olay

VİDEOLAR

Abdullah Sert Bey, Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra gerçekleşen önemli bir olayı anlatıyor.

İRTİHAL-İ PEYGAMBERÎ’DEN SONRA MÜHİM HÂDİSE

“Kısas-ı Enbiyâ” müellifi Cevdet Paşa, Hz. Ebûbekir’in halife seçilmesinden sonra Hz. Ali’nin tavrını; Hz. Ebûbekir ve Ömer’in Hz. Ubeyde vâsıtasiyle Hz. Ali’ye söylediklerini şöyle anlatmaktadır:

Benî Sa’d sakîfesinde ashâb-ı güzînin ictimâiyle gerçekleşen intihab meclisinde Hz. Ali haberdar edilmediğinden bulunamamış ve bundan dolayı canı sıkılmış ise de öyle dâvâ ve dâiyelerde bulunmayıp kûşe-i uzlete çekilerek Resûl-i Ekrem Efendimiz’in âteş-i iftirâkıyla ve aşkıyla zevce-i muhteremeleri Fâtımatü’z-Zehrâ (r.a.) ile yanıp yakılmakta idi. Lâkin böyle nâzik vakitte Hz. Ali ile Zübeyr (r.a.) ve rufekâsının gelip de Hz. Ebûbekir’e bey’at etmemeleri zihinlere endişe vererek bazı dedikodular işitilmekte idi.

Hz. Sıddîk ise bir müddet sabır ve tahammül etmiş ise de bu hâlin temâdisi belki mübâyenet vukûuna sebep olur ve tarafeynin arası açılır. Ve mağrûr cahiller, zaîfülkalb olanlar söze karışır, diye havf ettiğinden ıslah çaresini aramaya mecbûr olmuştur.

Muhyiddîn-i Arâbi Hazretlerinin “Muhâdaratü’l-Ebrar ve Müsâmerâtü’l-ahyâr” kitabında ve Hâmid-i İmâdi’nin “Dav’ul-Misbah fî tercemeti Seyyidinâ Ebi Ubeydeti’l-Cerrâh” nam kitabında yazıldığı üzere Hz. Ebûbekir evvelâ Hz. Ömer ile mahremâne müzâkere ve müşâvere ettikten sonra Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı çağırmış. Ebûbekir ve Ömer (r.a.) birlikte otururken Ebû Ubeyde yanlarına girdikte Hz. Ebûbekir Sıddîk ona hitaben:

– “Yâ Ebâ Ubeyde! Senin nâsıyen ne metindir, yüzünde hayır nasıl âşikardır. Resûlullah’ın indinde gıpta olunacak bir mertebede idin. Bir yevm-i meşhûdda yâni bir cemiyyet-i aleniyede Resûlullah senin hakkında: “Ebû Ubeyde bu ümmetin eminidir” buyurdu. Cenab-ı Hakk nice defa seninle İslâm’ı aziz ve fesadı defetmiştir. Sen dâima dîne melce ve müminîne rûh ve ihvanına muîn olagelmişindir. Seni bir iş için istedim ki, hali üzere bırakılırsa sonundan korkulur. Islahı vâcibtir.

– Ey Cerrah oğlu! Bu yara senin meylin, rifk ve mülâyemetin ile onulmaz ve bu yılanın zehri senin efzûnunla mündefi’ olmazsa yeis gelir, elemi şiddet bulur. Sonra daha acı ve güç ilaçlara muhtaç olur. Bu işin seninle tamam olmasını ve senin elinde intizâm bulmasını Cenab-ı Allah’tan dilerim.

– İmdi yâ Ebâ Ubeyde! Allah için, Resûlullah için ve bu cemaât-i İslâmiyenin selâmeti için her türlü cehd ve sa’yde tecvîz-i kusur etmeyerek bu işte teenni ve nezâket ile davran, Allah senin hâfız, hâmi ve muînindir.

– Ali’ye git, mütevâzıâne tekellüm et ve hâtırında tut ki, O, Ebû Tâlib’in sülâlesindendir. Dün kaybettiğimiz zât-ı kudsiyyi’s-sıfât Efendimiz Hazretlerinin indinde onun mertebesi yerindedir. Ona de ki:

– “Deniz tehlikeli, kara korkulu, hava boz renkli, gece karanlık, gök açık, yer çıplaktır. Çıkmak müteazzir, inmek müteassirdir. Hak rahm ve şefkati câlib, bâtıl da unf ve şiddeti mûcib, haset helâke bâdî, ucub şerre ve adâvete müeddîdir.

Yani icmâ-ı ümmet ile hilâfetin hükmü zâhirdir. Ümmet-i Muhammed dalâlet üzere ictimâ etmez. İcmâ’dan ayrılmakta tehlike vardır. Ondan başka tarîk-ı selâmet yoktur. Şeytan milleti İslâmiye arasına tefrika ve adâvet bırakmaya çalışıyor. Fısk u fücûr yolunda vesvese verir, insanı aldatır. Şerir insanı emniyete düşürür. Kimse ondan halas olamaz. Meğer hak üzerine dişini sıkıp durmak, bâtıldan ve âcilden, dünyadan sarf-ı nazar kılmak ve Allah’ın ve dinin düşmanı olan şeytanın tepesine şiddetli ve ciddi basmak ve münhasıran Allah’ın rızasını tahsile rabt-ı kalb etmek ile halâs bulunur.

– Şimdi fâide verecek bir söz lâzımdır; zira sükût zarar verdi.

Neticesinden korkuldu. Senin gayb hayvanını yediren seni irşad etmiş olur. Sana itab ile beyân-ı meveddet eyleyen halis dostluk eder. Seninle birlikte kalmayı ihtiyar eden sana hayırhâhlık eyler. Zihninde kurduğun nedir ki, ona kalben meylediyorsun.

Göz ucuyla dikkatli bakıyorsun. İçini çekiyorsun da lisanın söylemiyor. Ayân beyan söyledikten sonra söylememek var mı? Îzahtan sonra ibham olur mu? Din-i ilâhiden başka din ve Kur’an-ı Kerim’de münderic olan ahlâktan başka ahlâk ve meslek-i nebevîden başka doğru yol var mı? Benim gibi bir adama pusudan gelinir mi? Yoksa senin gibi bir zâta geniş meydan dar ve kapanık; gözüne mâh-ı münîr donuk görünür mü? Ortada bu söylentiler nedir? Karışık sözler ve üst perdeden sesler nedir?

– Allah ve Rasûlü’nün dâvetine keyfiyet-i icâbetimizi ve hasbeten-lillah hicret ve Resûlullah’a nusrat ve Allah yolunda vatanlarımızdan hurûcumuzu, evlâd, emval ve yârânımızdan ayrıldığımızı sen pek âlâ biliyorsun. Bizim öyle fedakârlık ettiğimiz vakitler sen çocukluk âleminde terbiye ediliyordun.

Sonra sen kemâle erdin, menzil-i maksûda eriştin. Şimdi kadrin mechûl ve fazlın münker değildir. Amma biz o vakitler, dağları yerinden kaldıracak ve insanın alnındaki saçları ağartacak korkunç haller içine düşüp derin yerlerine dalarak ve dalgalarına binerek acı sularını içer ve kapalı yerlerini açar ve temelini ihkam eder, kuyusunun iplerini büker idik.

– Halbuki gözler haset ile dolu, burunlar kibir ile memlû, göğüsler gayz ile şûlelenir, boyunlar fahr ile uzanır ve bıçaklar mekr ile bilenir ve yeryüzü korkudan deprenir idi. Akşam üstü sabaha, sabahleyin akşama çıkacağımıza ümidvar değil idik.

– Ölümü gözümüze almadıkça kimseyi müdâfaa edemezdik. Nice gussalar yutmadıkça bir eğriyi doğrultmak mümkün olamazdı. Bu hallerden yaşın küçük olmasa gâfil olmazdın.

– Nasıl gâfil olursun ki, fikrin parlak, lisanın fasih, etvârın memdûhtur. Senin hısâl-i hamidene dâir söylenecek daha çok sözler vardır. Cenab-ı Hak -celle celâluhu- seni mertebe-i kemâle eriştirmiş, mâ’den-i hayr kılmış, muradını önüne koymuştur.

Senin işittiğini ben ilmen söylerim. Vaktine muntazır ol! Kollarını sıva, böyle bir yerde eğleşip durma. Ve sana gelen kimseye yan çizerek yüz buruşturma. Bu iş henüz taze meyve gibidir. Çabuk çürümeye yüz tutmasın. Bu zihinlerde keder vardır. Sen bu ümmetin ekmeğine katıksın; ısrar edip kurtlanma. Bu ümmetin keskin kılıcısın, eğrilip kesmez olma. Bu ümmetin tatlı suyusun, acıyıp da bozulma!

– Vallahi bu işi Resûlullah’tan sordum şöyle cevap verdi:

– Yâ Ebubekir! Bu iş ona tâlib olmayanındır. Ona râgıp olup da onun için müdâfa edenin değildir. Ona küçüklük gösterenindir. Taazzum ve tekebbür edenin değildir. Bu onundur ki, “O senindir” denilir, “O benimdir” diyenin değildir, diye buyurdu.

– İtimat et ki, bu işte yani emr-i hilâfette Resûlullah sana nasıl işaret etti ise senden başkasına da öyle îmâ etmiştir. Ve senin hakkında bir şeyler söyledi ise başkasının hakkında da sükût etmemiştir. Eğer zihninde şekk ve tereddüt var ise gel, sahâbenin hükmü merdâ, savab mesmû ve hak mutâ’dır.

Resûlullah, bu cemaatten hoşnut ve haklarında şefik ve meserretleriyle mesrûr olduğu halde dâr-ı ukbâya irtihal buyurdu. Bilmezmisin ki, Resûl-i Ekrem ashab ve akrabasından her birini birer fazilet ile mümtaz, birer meziyyet ile mütemeyyiz bir halet ile münferid kılarak bıraktı. Eğer her taraftaki ümmeti başına toplansa hüsn-i idârelerinden âciz kalmaz ve bu babda vezir ve muîne muhtaç olmazdı.

Resûlullah bu ümmeti başı boş, perişan bâtıla meftûn ve haktan gafil, bakıcısı yok, yedicisi yok mu bıraktı sanırsın? Öyle değil vallahi, Rabb Teâlâ Hazretlerine müştak olup da onun dergâh-ı rıdvanına azimeti niyaz etmeden alâmetleri vaz’ ile yolları te’min, mevkıfları ve su yerlerini teshil ve tâyin etti.

Biiznillâhi teâlâ şirkin dimâğını kırdı ve livechillahi Teâlâ nifâkın yüzünü yardı ve Allah için fitnenin burnunu kesti ve biavnillâhi teâlâ şeytanın yüzüne tükürdü ve evâmir-i ilâhiyeyi ilân buyurdu, gitti.

İşte ensar ve muhacirîn! Senin yanında ve seninle bir yerde, bir beldededirler. Eğer onlar benim sana bey’atimi isterler ve benim yanımda sana işâret ederlerse ben elimi senin elinin üzerine korum. Yani bey’at eylerim. Ve eğer başka sûret olursa sen de müslimînin girdiği yola gir. Onların bey’at ettiğine bey’at et. Ve onların mesâlihine muîn ol. Ve muğlak işlerini feth ve yollarını şaşıranları irşâd ve azgınları men’et. Çünkü Allah Teâlâ iyilik üzerine yardımlaşmak ile emretmiştir. Hemen hak üzerine yardımlaşmaya hazırlan.

Bırak bizi de şu dünya dirliğini hitâma erdirelim ve sâlim gönüllerle Allah’a gidelim. Nâs pek zaîftir. Onlara acı ve onlar hakkında mülâyim ol. Kendine bizden dolayı zahmet verme ve fitne kapısını kapalı bırak. Artık ne kıyl ü kal var; ne de levm eden ve işin arkasını kovalayan var. Allah Teâlâ bizim dediğimize şâhid ve bulunduğumuz hâle nâzırdır…”

Ebû Ubeyde (r.a.), Hz. Ebûbekir’den bu vechile tâlimat alıp kalkarken Hz. Ömer’ül-Fâruk ona: “Kapıda biraz bekle, eğlen sana daha sözüm var demekle Ebû Ubeyde kapıda biraz eğlendikten sonra Hz. Ömer beşâşet ile çıkıp demiş ki:

– “Yâ Ebâ Ubeyde! Ali’ye de ki, uyku aslı yok hayâlâtı gösteren bir hâlettir. Husûmet harbe müeddî bir keyfiyettir. Hevâ ve heves işin sonunu saymamaktan ibârettir. Herbirimizin bir makâm-ı mâlûmu ve hakk-ı müşâr veya maksûmü, haber-i zâhir veya mektûmu vardır. Ezkiyânın en zekisi, kaçanı telîf ve uzak kalanı taltîf eden ve herkesi iz’anla tartan ve haberi ayâna karıştırmayandır. Müphem ile karışık ma’rifette, vechile mâruf olan ilimde hayır yoktur.

Biz yarasından gocunan develer gibi değiliz. Her kızgın şeyin nârı ve her selin bir kararı vardır. Bu cemaatin sükûtu aczlerinden nâşi değildir. Bugün kelâmları da korkularından değildir.

Allah Teâlâ, Muhammed (s.a.v.) ile her mütekebbirin burnunu ve her cebbârın belini kırdı. Ve her yalancının dilini kesti. Haktan sonra dalâletten başka ne var?

Resûl-i Ekrem dâr-ı bakâya azim oldu. Senin hakkında sarâhaten bir şey buyurmadı. Bizler ise İran, Rum gibi bir devlet-i câbireye tâbi’ değiliz. Belki hak ve sıdk ile hidâyete uyan metin kalbi, kavi bileği, nusratlı eli ve görücü gözü olan bir ümmet arasında nûr-ı nübüvvet, ziyâ-ı risâlet, semere-i hikmet, hürriyet, unvan-ı nî’met ve zıll-ı ismetteyiz.

Zanneder misin ki, Ebûbekir bu ümmete cebir ve mekrederek sıçrayıp emâreti kaptı? Ebûbekir bu ümmetin şuurunu selbetti, gözlerini bağladı, düğümlerini çözdü, akıllarını bozdu, sularını batırdı, onları yoldan çıkardı, dalâlete düşürdü, tarîk-ı helâke götürdü, gündüzlerini gece, vezinlerini kile, yakazalarını uyku etti, salâhlarını fesâda kalbetti! Eğer öyle olsa onun sihri mübîn ve mekri metîn imiş demek olur.

Allah hakkı için öyle değil. Öyle olsa hangi atlı ve piyade, hangi kargı ve kılıç, nasıl kuvvet ile hangi mühimmat, el ve şiddet ile, hangi kabîle ve nasıl vesîle ile yaptı. Doğrusu Ebûbekir ma’lûm olduğu üzere aziz ve âlicenab bir zattır. O hilâfete kuvvet ve diğer sûret ile nâil olmadı. Vallahi o nazlandı, hilâfet ona meftûn oldu. O çekindi, hilâfet ona sarıldı. Bu bir atıyye ve inâyettir ki, Cenâb-ı Hak ona ihsan buyurdu. Ve bir ni’mettir ki, Allah şükrünü ona vâcib kıldı. Onun emâretiyle bu ümmet dahi Allah’ın lütfuna mazhar oldu.

Resûlüllah’ın eyyâm-ı saâdetinde dahî bu hümây-ı saâdet onun başında dolaştı. Lâkin o buna iltifat etmez ve vaktini göstermezdi. Allah Teâlâ mahlûkatını a’lem ve kullarına erhamdır, haklarında hayırlısını ihtiyar eyler.

Senin de beyt-i nübüvvet ve risâlette kehf-i hikmette makâmın mechûl değildir. Yâ Ali! Allah’ın sana verdiği ilimde hakkın inkâr olunmaz. Lâkin senin omuzundan büyük omuzla ve senin karabetinden daha ziyâde kurb ile ve senin sinninden âli sinn ile ve zaman-ı câhiliyette, İslâm ve şeriatte nasibin olmayan ve adın yâd olunmayan vak’alarda siyâdet ve riyâsetle sana müzâhim olan var. Etrafındakilerin yâni Zübeyr ve rüfekâsının gümürdenmelerini dinlemekte kendini mâzur görür isen Ebûbekir’den mektûm tutmayacağımız mülâyim sözlerimi işittiğinde bizi mâzur tut. Ve eğer onların sözlerine bakıp duracak olur isen ale’ttahkik sana o sözleri unutturacak ve bu sözleri mütalaaya meydan vermeyecek haller zuhûra gelir.

Ebûbekir Sıddîk dâima Resûl-i Ekrem’in süveyday-i kalbi, mahrem-i esrarı, şerik-i ahzân ve ekdârı, makbûl ve manzûru idi. Bu da bilcümle muhâcirîn ve ensarın huzurunda olup şöhreti delâletten mustağnidir. Allah için doğrusunu söyleyeyim. Sen karabetçe Resûlullah’a daha yakınsın. Lâkin Ebûbekir mertebece daha yakındır. Karâbet, et ile kandır. Mertebece kurb ise ruh ile nefistir.

Bu ise büyük bir farktır. Müminler onu bilerek bu babda müttefik olmuşlardır. Onda şüphe edersen bunda şüphe etme ki, Allah’ın eli cemâat ile rızası tâat iledir. İmdi sana bugün hayırlı ve yarın fâideli olan hâle duhûl et. Boğazından işleyen şeyi çıkar, at! Eğer ömür uzun ve ecel müsaid olursa onu ister istemez yiyeceksin ve hoş-nâhoş içeceksin.

Amma öyle bir vakitte yiyip içeceksin ki, sana hususiyeti olanlardan başka sözünü reddeden lmayacak ve senin kanatlarının ucunu keserek ve senin meslekini takip ederek sana tama’ edenlerden başka tâbi olan bulunmayacak. O halde ebâ ettiğin kâse ile sakyolunmayı yani suvarılmayı ve içinden çıkmak istediğin hâle iade kılınmayı temenni edeceksin.

Bizim hakkımızda ve senin hakkında Cenab-ı Hakk’ın bir sırrı ve hikmeti vardır ki, ferahlı ve kederli vakitlerde avn ve inayet ancak O’ndan ümid edilir. Allah Veliyy ü Hamid u Gafûr u Vedûd’dur.”

Hz. Ebû Ubeyde, Hz. Ömer’in bu tebliğatını da hâmil olarak saâdethâne-i Sıddîk’tan çıkıp işin güçlük ve nezâketini düşünerek ve derin mütalâlara dalarak Hz. Ali’ye gitti. Sıddîk ve Fâruk’tan aldığı sözleri ayniyle ve tamâmiyle tebliğ etti. Hz. Ali dikkat ile dinledi. O sözlerin tesirâtı ta iliğine işledi ve:

“–Evet Ebû Ubeyde! Bu sözler hep kavmin zamirlerinde müstetir mi?” dedikte Ebû Ubeyde:

– “Benden cevab yoktur. Ben ancak dince olan borcu ödeyici ve İslâm’ın söküğünü dikici, ümmetin gediğini kapatıcıyım. Burasını Allah bilir. Halecân-ı kalbim ve dağ-ı derûnun ona delâlet eder.” diye cevab verdi. Hz. Ali de bunun üzerine dedi ki:

– “Bu evin bucağında oturuşum hilâfeti taleb veya emr-i marûfu inkar veya bir müslime itab için değildir. Belki Resûlullah’ın firakı beni çarptı ve öyle bî-hûd etti ki, ondan sonra hangi cemiyyette bulundum ise derdimi tâzeledi, hüzn ü kederimi kat kat eyledi. Ona kavuşmak iştiyâkı bana kâfi veya başka tama’dan mustağnidir.

Allah bilir ki, Ahdullah yani Kitabullah ile meşgul idim. Müteferrik olanlarını cem’ ediyordum. Ve amelini Allah’a ihlas ve işini onun ilim ve irâdesine teslim edenlere hazırlanmış olan sevâba nâil olmak ümidiyle Kitâbullah’a bakıyorum. Ebû Ubeyde Hazretleri, bunun üzerine avdetle Ebûbekir ve Ömer’in yanına geldi ve:

– Acı, tatlı ne işitti ise cümlesini onlara söyledi ve yarın Ali de gelecektir, diye haber verdi. Ertesi gün Ali, Mescid-i Şerif ’e geldi, cemaati yarıp geçerek Ebûbekir’in yanına vardı, bey’at eyledi. Güzel söyledi, vekâr ile oturdu. O zaman Ebûbekir Sıddîk Hazretleri, Hazret-i Ali’ye hitâben:

“Sen bizce azîz ve kerîmsin! Hâl-i gazapta Allah’tan korkarsın. Hal-ı rızâ’da dahi recâ eylersin. Ne mutlu o kimseye ki, Allah’ın ihsan eylediği fazl ile iktifâ eyler. Ben emârete rağıp değil idim. Sırran ve alenen Allah’tan onu istemedim lâkin fitne zuhûr eder diye havf ve dehşete gelip de nâçâr kabûl ettim.

Emârette râhatım yok. Meğer Allah kuvvet vere. Benim sırtıma yükletilen ağır yükü Allah senin arkandan indirdi. Biz sana muhtacız. Senin fazlını biliriz. Her halde Allah’a râgıbız” demişti.

Hazret-i Ali ve Zübeyr dahi hilafete “Ebûbekir’ın cümleden ehakk olduğunu” ikrar ile beraber meşveretten hâriç bırakıldıkları cihetle müteessir olarak bey’atte teehhur eylediklerini beyan ile i’tizar edip taraf-ı halifeden i’tizarları kabul buyurulmuş ve aradaki bürûdet külliyen bertaraf olmuştur.

Yine Ebû Ubeyde der ki:

Bâdehu Ali, istizan ile kalktı. Ömer ikrâmen onu teşyî ederken Hazret-i Ali dedi ki:

– “Şimdiye kadar gelmeyişim sâhibinizi kabul etmediğimden ve şimdi gelişim korktuğumdan değildir. Ben sözümü ciddi söylerim. Gözümün gördüğü ve ayağımın bastığı, yayımın çekildiği ve okumun düştüğü yeri bilirim. Lâkin belâ üzerine gelen belâ hakkında Allah’a î’timâden atımın gemini tuttum.”

Bela üzerine belâ, irtihali Nebevîden sonra, Hz. Ali’nin, hilafet talebi ile itham olunmasıdır. Bunun üzerine Hz. Ömer devam ederek dedi ki:

– Ya Ali! Bahsi uzatma, sözü dağıtma cemâatimizin hâli mâlûm. Biz bir kavmiz ki çakmağı çakar isek âteş çıkarırız. Kuyuya iner isek kovayı kandıracak kadar su doldururuz ve vurur isek kanatırız. Diker isek ıslâh ederiz. Senin darb-ı mesellerini işittim. İstesem ben senin sözlerin üzerine bir takım sözler söylerdim ki, işittiğine de, söylediğine de pişman olurdun.

Demişsin ki:

“Resûlullah’ın firâkı beni çarptı. Onun için bu evin bucağında oturdum.” Resûlullah’ın firâkı yalnız seni mi çarptı? Onunla musâb olanın hâli bundan ağır ve a’zamdır. Zira rabtı olmayan sözler ile cemâate tefrika vermemek ve neticesinde şeytanın mekrinden havf olunan ahvalde ihtiyat eylemek dahi musibete dûçâr olan zâtın vezâifindendir.

“Resûlullah’a kavuşmak iştiyakı başka şeye tamâdan mustağnidir.” demişsin. Onun şeriatine nusrat ve bu babda Allah’ın evâmirini tutanlara muâvenet dahi ona iştiyakın icabâtındandır.

Demişsin ki: “Ahdullah ile meşgul oldum” ibâdullaha nasihat ve halka merhamet dahi Ahdullah iktizasındandır.

Bir de “Aleyhinde bir ittifak vâki ve senin için sevk olunan hakka mâni olduğundan bahsetmişsin.” Hangi ittifak senin aleyhinde vâki olmuş? Ve hangi hakkın ketm olunmuş?

Dün ensarın ne dedikleri ve ne yaptıkları malûmun olmuştur. Seni yâd eylediler mi? Yâhut sana dâir bir işaret ettiler mi? İşte muhâcirin burada senin intihabını lisana alan veyahut zihninde tasavvur eyleyen kimdir? Nâs senin için tarîk-i haktan saptılar mı? Ve senin hakkında tecâhül ile Allah’ı ve Resûlünü sattılar mı sanıyorsun? Vallahi öyle değil.

Lâkin sen uzlet ettin. Vahiy ve melek ile müşavereye mi müntazır oluyorsun? Bu ise bir emirdir ki, Allah Teâlâ onu, seyyidimiz Muhammed’den (s.a.v.) sonra tayy etti. Emr-i hilâfeti ilmeklenmiş yahut kamış yapraklarıyle sedd edilmiş, hâl ve küşâdı kolay bir iş mi sanıyorsun? Öyle değil vallahi. Orman kaplamış, ağaçlar yapraklanmış, hep acemiler fasih, zaifler semiz ve ahmaklar fatıyn ve dikenler hoşbû olmuştur.

Bir de “Ağzımı artık açmam demişsin.” Allah’tan havf ile rızasını ihtiyar eden lisanını tutar, ağzını kapar hayra sa’y eder.

Hz. Ömer’in bu ifâdâtı üzerine Hz. Ali dedi ki:

– “Vallahi yaptığımı bozmak üzere yapmadım ve dönmek niyetiyle ikrar etmedim. İndallah mübâyaada en ziyâde ziyan gören nifâkı ihtiyâr ve şikâkı iltizam edendir.” Her beliyyede ancak Allah ile teselli bulunur. Her hadise de ancak Allah’a tevekkül olunur. Yâ Ebâ Hafs! Artık münbasıt ve müsterih olarak dön. Meclise git, işittiğinin haricinde avn ve hüsn-i tevfik-ı ilâhî ile arkaya kuvvet verecek, suçu affettirecek, ülfeti cem’ edecek, külfeti def’edecek hâlâtdan başka bir şey yoktur.”

Hz. Ali’nin bu ifâdesi üzerine Hz. Ömer dönüp meclise gitti, ihtilaf ortadan kalktı. Hz. Sıddîk hilâfeti hakkında icmâ-ı ümmet vaki oldu. Hz. Ebû Ubeyde der ki:

– Resûlullah’ın firakından sonra gelen hallerin en gücü budur. Doğrusu bu hadisede gerek Hz. Sıddîk ve gerek Hz. Ali pek ziyade basiret üzere davranmışlardır. Ehl-i İslâm, aralarında tefrîka çıkmasından sakınırlar ve def-i fesâdâ kemâl-i ihlâs ile çalışırlardı. Onların bu misilli hal ve hareketleri ayn-i hikmet ve ahlâkca bir ders-i ibrettir.

Onların ahvâlini muhâkeme, sonraki gelenlerin haddi değildir. İslâmi nesillerin en hayırlısı sahâbe neslidir. Onlar hep hidâyet yıldızlarıdırlar. Kur’an-ı Kerim’in tefsiri onlardan öğrenildi. Binlerce ehâdis-i şerife onlardan işitildi. Ahkâm-ı diniyye onlardan ahzedildi. Onlardan öğrendiğimiz kavâid-i diniyeyi ele alıp da onların hareketlerine muhakeme eylemek bizim haddimiz mi?

Gerçi hata insanın şanındandır. Müctehidler dahi hata eder. Lâkin Müctehidler isabet eylerse on, hata eylerse bir sevâba nâil olurlar. Onlar hep erkân-ı şeriattırlar. Aralarında vukû bulan ihtilâf ve münazaalarda hep mübâhase ve münazara-i ictihadca ihtilâf etseler de hak ve sevâbı anladıkları gibi teslim ile ittihad ediyorlardı. Esnây-i mübâhasede birbirine sertçe söyleseler bile birbirinin kadrini bilirlerdi.

Kaynak: Mahmud Sami Ramazanoğlu, Hz. Ebubekir Sıddık, Erkam Yayınları