Peygamberimizi Harekete Geçiren İlâhî Emir

PEYGAMBERİMİZ

Peygamber Efendimize (s.a.v) peygamberlik geldikten sonra O'nu bir daha oturmamacasına harekete geçiren ve davete kaldıran ilâhî emir neydi?

Peygamber Efendimiz’in tebliğe başladığı zamanlardı. Kureyş’in sözde eşrafı Dâru’n-Nedve’de toplanıp;

“–Muhammed’e insanların kaçacağı bir isim takın.” dediler.

Bazıları;

“–Kâhin (diyelim!)” deyince, öbürleri;

“–O, kâhin değildir.” dediler.

Onlar bu sefer;

“–Delidir (diyelim!)” deyince, diğerleri;

“–O, deli de değildir.” dediler.

“–Sihirbazdır (diyelim!)” dediler. Yine başkaları;

“–O sihirbaz da değildir.” dediler.

EY ÖRTÜYE BÜRÜNEN! KALK!

Bu çirkin yakıştırmalar ve ağır iftiralar Fahr-i Kâinât Efendimiz’e giran geldi. Çok müteessir oldu, bir nevî içine kapanarak elbisesine bürünüp örtündü. Cibril de gelip ona Müzzemmil Sûresi’nin ilk âyetlerini okudu:

“Ey örtüye bürünen! Kalk!” (Süyûtî, Esbâbü’n-Nüzûl Lübâbü’n-Nukûl, II, 185 [Bezzâr ve Taberânî’den])

Hazret-i Mevlânâ, bu ilâhî hitabı, edebî bir şekilde tefsir ederek şöyle der:

Rabbimiz buyurdu ki:

“Ey elbisesine bürünen, ey kötü kişilerden ürken, kaçan; yorgandan dışarı çık! Yüzünü örtme! Çünkü dünya, başı dönmüş, sapıklığa düşmüş bir bedendir! Sen ise akılsın; kalk görün de, sapıklık cihanı Sen’in nûrunla aydınlansın!

Ey Aziz Peygamber! Dâvâya kalkışanların münasebetsiz sözlerinden sıkılıp gizlenme! Çünkü Sen’in parıl parıl parlayan vahiy nûrun var!

Ey Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-; bu safâ denizinin kaptanı ol! Çünkü Sen, o denizin ikinci bir Nûh’usun! Akıllı kişiler için her yolda, husûsiyle deniz yolunda bir kılavuz lâzımdır.

Kalk da, yolu vurulmuş kervanın hâline bak; her taraf kaptanlık iddiasında bulunan gulyabânîlerle dolu. Sen vaktin Hızır’ısın ve her geminin kurtuluşu Sen’dendir! Çünkü her geminin imdâdına koşansın; artık Hazret-i İsa gibi yalnız yürümeyi bırak!

Sen; bu topluluğun önünde, ruh âleminde, gökteki güneş idin ve oralara nur saçıyordun! Şimdi, halk arasından çekilmeyi, gizlenmeyi ve yalnızlığı bırak!

Yalnız kalmanın zamanı değildir; topluluk arasına gel! Doğru yolu göstermek Kaf Dağı’na benzer; Sen de, o dağın âbidesisin!

Dolunay, geceleri gökyüzünün başköşesinde yürür durur; köpeklerin havlamaları yüzünden yürüyüp gezmekten kalmaz!

Kınayanlar, Sen’in dolunayına karşı havlayan köpeklere benzerler; Sen’in yüce makamına karşı havlar dururlar! Bu köpekler; «Susun!» buyruğuna karşı sağırdır; akılsızlıklarından Sen’in dolunayına karşı havlarlar!

Ey hastalara şifâ olan Aziz Peygamberimiz Efendimiz; «Susun!» buyruğuna karşı sağır olanlara kızıp da âmâ değneğini bırakma!

«Âmânın elinden tutana Hak’tan yüzlerce sevap vardır, yüzlerce ecir vardır!» diye buyurmadın mı? «Âmânın elinden tutup onu kırk adım götüren kişi bağışlanmıştır; doğru yolu bulmuştur!» diye buyurmuşsun.

Öyle ise, şu fânî dünyadaki körler topluluğunun ellerinden tut da, onları kafile kafile hakikate doğru götür! Rehberlik edenlerin işi budur! Sen de doğru yolu gösterensin; Sırât-ı Müstakîm’in rehberisin! Âhirzamanın matemlerine saâdet kaynağısın!

Ey Müttakîlerin İmâmı; bu hayale kapılanları tam inanca doğru götür!..”

Diğer taraftan dînimiz, mü’min­de güzel ahlâkın kemâle ulaşmasını arzu etmektedir. Güzel ahlâkın birçok hasleti ise, ancak insanlarla muâmele hâlinde tecrübe olunabilir. Cömertlik, merhamet, af ve fedâkârlık gibi hasletler, ancak tatbikatta zuhûr eder. Sözde değil özde cömert olunabilir. İnsanlardan uzak yaşayan bir kimsenin ise bunu tatbik imkânı olmaz.

İnsanlardan kaçarak, sadece ferdî ibâdetlerle meşgul olan kişi; irşaddan, tebliğden, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerden uzak kalmış olur.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne göre;

“İstikametli bir şekilde tebliğ ile meşgul olan ilim talebeleri, tebliğ ve hizmeti önde tutmayıp, sadece kendini kurtarmayı düşünen tasavvuf erbabından üstündür.

Çünkü;

Tebliğ vazifesini yerine getirmek, yaratılmışların en fazîletlisi olan Peygamberlerin yoluna ittibâ etmektir.

Lâkin, kendisini irşâd edemeyen kişi, başkasını irşâd edemeyeceğinden, tasavvuf; önce kişiye kendisini inşâ yolunda yardım eder, ona kalbî merhaleler kazandırır.

Sâlik, mânevî kemâlâta ulaştıktan sonra ise, halkı Hakk’a davet için insanlar arasına karışır. Nübüvvet makamı ekseninde bir nasîbe ererek, tebliğ vazifesine dâhil olur.” (Bkz. İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 48. Mektup)

İçtimâîleşmek; bir araya gelmek, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifelerini edâ etmek, toplum hâlinde Allâh’ın davetine icâbet etmek demektir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Mü’min önce kendisini irşâd edecek, ardından muhitini ve toplumu irşâd edecek.

Îmânın en mühim meyvesi merhamettir. Sadece kendini düşünmek, merhametsizliktir.

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Âdemoğulları bir bedenin âzâsı gibidirler. Çünkü yaratılışları bir mayadandır, aynı özden yaratılmışlardır. Günün birinde vücuttaki âzâlardan biri ağrırsa, öteki âzâları da rahatsız olur. Başkalarının dert ve acılarıyla muzdarip olmazsan, sen «insan» diye adlanmaya lâyık değilsin!”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Şubat - 144.Sayı - 2017