Peygamber Efendimiz'in İsmet Sıfatı

PEYGAMBERİMİZ

İsmet: Peygamberler, gizli ve âşikâr her türlü mâsiyetten ve günah işlemekten uzaktırlar. Bu vasıfları sebebiyle onlar, peygamberliklerinden önce de sonra da şirk bataklığına düşmekten korunmuşlardır. Yine Allâh’tan aldıkları vahyi insanlara teblîğ ederken unutmaları veya hatâ etmeleri mümkün değildir.

Peygamberler ismet sıfatına sâhip olmasalardı, verdikleri haberlerin doğruluğuna güvenilmezdi. Bu durum ise onların, Allâh’ın yeryüzündeki hücceti ve şâhidi olma husûsiyetlerine gölge düşürürdü.

Ehl-i sünnete göre peygamberler aslâ büyük günah işlemezler. Sehven ve birtakım hikmetlere mebnî olarak “zelle” işlemeleri mümkünse de hatâları üzere bırakılmazlar, derhâl âyetle tashih ve îkâz edilirler.

Bu “zelle” dediğimiz gayr-i irâdî beşerî hatâlar; peygamberlerin de acziyeti tatmaları ve beşer oldukları hatırlatılarak kendilerine ulûhiyet izâfe edilmesinin engellenmesi hikmetine mebnîdir.

Peygamberler, örnek alınabilmesi mümkün olacak davranışlar sergilemek durumundadırlar. Aksi hâlde insanlar, “Peygamberlerin emrettikleri bizim tâkatimizin üstündedir.” diyerek ilâhî emir ve nehiyleri tatbîk husûsunda pek çok mâzeret üretirlerdi. Bu hakîkati göz önünde bulundurmayarak, peygamberlerin meleklerden olması gerektiğini düşünen gâfiller de çıkmış ve bunlara Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle cevap verilmiştir:

قُلْ لَوْ كَانَ فِى اْلاَرْضِ مَلَئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَاءِ مَلَكًا رَسُولاً

(Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: Eğer yeryüzünde huzur içinde yerleşip dolaşanlar (insan değil de) melekler olsaydı, şüphesiz Biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.” (el-İsrâ, 95)

وَمَا جَعَلْنَاهُمْ جَسَدًا لاَ يَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَمَا كَانُوا خَالِدِينَ

“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer ceset (melek) olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyâda) ebedî de değillerdir.” (el-Enbiyâ, 8)

Diğer taraftan peygamberler, ümmetlerinin aynı hatâya düşmemesi ve hatâ ettikleri takdirde nasıl hareket edeceklerini öğrenmeleri için de örnek olmak zorundadırlar.

Meselâ Nûh -aleyhisselâm- 950 senelik sabır dolu bir teblîğ mücâdelesinden sonra kavmi hidâyete gelmeyince:

فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ

“Rabbine: «(Yâ Rabbî) mağlûb oldum; artık bana yardım et!» diyerek ilticâ etti.” (el-Kamer, 10)

Bu duâsının neticesinde kavmi suda helâk olurken münkir oğlu için de babalık merhametiyle:

رَبِّ إِنَّ ابْنِي مِنْ أَهْلِي

“Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir.” (Hûd, 45) dedi. Cenâb-ı Hak da kavmine bedduâ edip oğluna duâ ettiği için:

إِنِّي أَعِظُكَ أَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

(Ey Nûh!) Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim!” (Hûd, 46) buyurdu.

Nûh -aleyhisselâm-’ın bu zellesi, kıyâmete kadar gelecek bütün ümmetlere bir misâl olmuştur.

Lâ yuhtî: hatâ etmez” vasfı, sâdece Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Kullar için hatâdan uzak kalmak mümkün değildir. Ancak müslüman, hatâlarını asgarîye indirme gayreti içinde olmalıdır. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde zikir, yâni kalbin Cenâb-ı Hak ile berâber olması emredilmektedir. Zîrâ kalp “Allâh” derken bir haksızlık yapılamaz, yanlış bir davranışta bulunulamaz.

Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Allâh’ı unutup da Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar yoldan çıkmış fâsık kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Yine bu hususta gaflette bulunanlar hakkında Allâh Teâlâ:

فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللهِ اُولَئِكَ فِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ

“…Kalpleri, Allâh’ı zikretmek husûsunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun; işte bunlar apaçık dalâlettedirler.” (ez-Zümer, 22) buyurmaktadır.

Peygamberlerin bu beş sıfatı (sıdk, emânet, fetânet, teblîğ, ismet) dışında, yalnız Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âit üç büyük sıfat daha vardır ki şunlardır:

  1. Rasûl-i Müctebâ -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- Efendimiz, Habîbullâh’tır, bütün peygamberlerden efdaldir ve O, insanlığın en şereflisidir.

Şâir Necip Fazıl, O’nu kısaca şöyle tasvîr eder:

Itrını süzmüş ezel,

Bal Sen’sin varlık petek...

  1. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir. Yâni Rasûlü’s-sekaleyn’dir. Getirdiği dîn, kıyâmete kadar bâkîdir. Diğer peygamberler ise geçici bir zaman için ve bâzıları da münhasıran bir kavme gönderilmişlerdir. Bu bakımdan her peygamberin mûcizesi kendi zamânına münhasırken, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mûcizeleri bütün zamanlara şâmildir. Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm, O’na verilen en büyük mûcize olarak kıyâmete kadar tahrîften masûn olarak bâkîdir.
  2. Hâtemü’l-enbiyâ, yâni peygamberlerin sonuncusudur.

Bunlardan ayrı olarak bir de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kıyâmet günü için makâm-ı mahmûd ve şefaat-i uzmâ bahşedilmiştir. Bu sebeple o merhamet peygamberi, mahşerde ümmetin günahkârlarına şefaat edecek ve bu şefaati de makbûl olacaktır.(Buhârî, Tevhîd, 36. Bu konu ile ilgili olarak ayrıca bkz. s. 248.)

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul