Peygamber Efendimiz’in Duygu Derinliği

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in duygu derinliğinden ve tefekkürün ehemmiyetinden bahsediyor.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN DUYGU DERİNLİĞİ

Muhterem Kardeşlerimiz!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu âyet-i kerîmeler ile ilâhî azamet, kudret tecellîleri karşısında büyük bir duygu derinliğine girdi.

Bilâl, sabah ezanı okumaya gelmişti. Rasûlullah Efendimiz’i perişan hâlde gördü, Rasûlullah Efendimiz’i.

“–Yâ Rasûlâllah!” dedi “Bugün Siz’de bir değişiklik var bu seherde?”

Efendimiz buyurdu ki:

“–Bilâl dedi, Allâh’a şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler inzâl oldu ki onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun.” dedi. (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)

Âl-i İmrân Sûresi’nin 190. âyetini, onun aşağısını okudu.

Burada Cenâb-ı Hak bir tefekkürle başlıyor. Cenâb-ı Hak insana yardımcı olarak, insanın Cennet’e girmesini arzu ediyor. Fakat Cenâb-ı Hak’la dost olacak, dostluğun mukâbilinde, Cenâb-ı Hak ona dünyada huzur, kabirde huzur, âhirette huzur ve Cennet’i Cenâb-ı Hak vaad ediyor.

Cenâb-ı Hak bu hâle erişmek için peygamberler gönderiyor, kitaplar gönderiyor, şu kâinat da, zerreden kürreye ilâhî azamet tecellîleri… Neye baksak Cenâb-ı Hakk’ın kudret akışları… Abes yok.

Kur’ân-ı Kerîm lâfzî bir tecellî, kelâmda bir tecellî. Kâinat ise Cenâb-ı Hakk’ın fiilî bir tecellîsi.

Cenâb-ı Hak kullarının azamet-i ilâhiyyeyi okumasını istiyor. Zaten ilk âyet:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Burada inen 190. âyet:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 190)

Demek ki kul bir tefekkür hâlinde olacak.

Göklerin yaratılışı, sonsuz azamet-i ilâhiyye… Ucu-bucağı yok. Rakamlar kâfî gelmiyor. Işık hızı, ışık senesi deniyor…

Ne kadar yıldız var? Denizlerde ne kadar kum tanesi varsa o kadar yıldız var deniyor. Hepsi ilâhî bir program içinde. Beyaz delikten doğuyor bir top gibi, büyüyor büyüyor bir pamuk çuvalı gibi, onun da ömrü bittikten sonra kara delikten yıldız mezarlığına giriyor.

سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًا

“…Yedi kat bir semâ…” (el-Mülk, 3) buyruluyor. Fakat yedi kat semânın ucu-bucağı da belli değil, sonsuz…

Cenâb-ı Hak diğer bir âyette;

“Kaldır başını bak diyor semâya, bir fütur görüyor musun?” diyor. (Bkz. el-Mülk, 3-4) Bir yanlışlık var mı? Bir trafik kazası var mı? Bir takdim-tehir var mı? Kaç tane, binlerce takvim dönüyor, hiç şaşmadan, saniye şaşmadan…

Cenâb-ı Hak:

“Göklerin ve yerin yaratılışında…” buyuruyor. (Âl-i İmrân, 190)

Demek ki insan semâya baktığı zaman ilâhî azameti tefekkür edecek. Yeryüzüne baktığı zaman; nasıl Cenâb-ı Hak insana hazırladı, insanın ne ihtiyacı varsa Cenâb-ı Hak hepsini fazlasıyla tecellî ettirdi. İnsan yaratılmadan evvel bu dünya hazırlandı. Ondan sonra Âdem -aleyhisselâm-, Havvâ Vâlidemiz indirildi.

Bir sürü, sayısız mahlûkat da indirildi; denizde, karada, havada… İnsan, onların hâline bakacak, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini, yani Cenâb-ı Hak “el-Bârî”, “el-Musavvir”, hiçbirinin şekli yokken nasıl Cenâb-ı Hak tecellî ettirdi?..

Hepsinin hayat tarzı ayrı, gıdası ayrı, sofrası ayrı. Her an milyonlarca sofra kuruluyor. Her birinin gıdaları ayrı, her birinin sofraları ayrı. Birinin yediğini diğeri yemiyor ekseriyetle…

Velhâsıl Cenâb-ı Hak:

“Göklerin ve yerin yaratılışında…” (Âl-i İmrân, 190)

Nasıl bir insana Cenâb-ı Hak lûtfetti?..

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) âyeti indiği zaman, bir genç geldi:

“–Yâ Rasûlâllah!” dedi. “Benim hiçbir şeyim yok dünyada dedi. Herhâlde ben hesabı çok hafif atlatırım.” dedi.

Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki:

“–Gölgelendiğin bir ağaç var mı senin?..” dedi.

Gölgelendiğin bir ağaç var mı dedi. Bir düşünelim, şu dünyada ağaç olmasa…

“–İçtiğin bir soğuk su var mı?..” dedi.

Cenâb-ı Hak bir deniz suyunu vermiyor bize, deniz suyunu… Yine Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresi’nde; “ya onu tuzlu olarak indirseydik yağmuru” buyuruyor. (Bkz. el-Vâkıa, 70)

Demek ki hep nîmetleri tefekkür edebilmek…

“–Ayağına giydiğin bir pabuç var mı?..” buyuruyor. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619) Yani bunları düşün sen de diyor.

Nasıl bir, ilâhî bir hesaba dûçâr olacağız. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetlere bir şükür hesabı.

Cenâb-ı Hak:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde…” (Âl-i İmrân, 190)

Güneş batıyor, Ay doğuyor. Umûmî takvim. İki tane takvim dönüyor. İki takvimde ne takdim var, ne tehir var, ne de ârıza var.

Güneş’te ârıza olsa ne olur? Ay’da ârıza olsa ne olur? Milyonlarca senedir, bilemiyoruz yaratılışını, böyle gelip gidiyor ve ilâhî bir azamet tecellîsi…

Güneş, 150 milyon km uzakta, 8 dakikada ışığı geliyor, 300 bin km hızla ışığı geliyor. Atmosfer dışındayken kapalı, karanlıkta geliyor, atmosfere girince, ışığını, sıcağını vermeye başlıyor. Ayrı ayrı tecellîler…

Demek ki kul…

Cenâb-ı Hak:

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ buyuruyor. “…Düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50) buyuruyor.

اَفَلَا تَعْقِلُونَ : “Akıl erdirmez misiniz?” (Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…) diyor.

اُولُوا الْاَلْبَابِ, “…Akıl sahipleri.” (Âl-i İmrân, 7) buyuruyor.

Her şey Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azametinin tecellîsi.

İnsan kendisine baksa ne olur? Dünyaya gelmeden evvel neredeydi ve nasıldı? Nasıl bir toprak terkibinden o insana gıda oldu. Oradan bir, o topraktan gelen gıdadan bir insan nutfesi meydana geldi?

Yediğimize, içtiğimize bakalım: Hep topraktan çıkanlar… Toprakla gıdalanıyoruz. En nihayet sonumuz toprakta bitecek, tekrar toprağa dönecek. Yani şu üstüne bastığımız toprakta, sanki milyonlarca bizden evvel gelmiş insanların cesetleri üzerinden geçiyoruz. Bir istikbalde gelecek insanların, aynı zamanda tohumu şeklinde toprak.

Hep Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azamet tecellîsi…

Cenâb-ı Hak:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde akıl sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 190)

Yani diğer mahlûkat gibi gecenin-gündüzün gelişi-gidişini kul öyle bir boş bakmayacak. Dâimâ ilâhî azameti düşünecek.

Yine âyet-i kerîmede, A‘raf Sûresi’nde:

“…Allâh’ın nîmetlerini tefekkür edin (ve şükrüne koşun ki) felâha eresiniz.” (el-A‘râf, 69)

İnsanı bir hiçten yarattı. Eşref-i mahlûkat oldu.

“Benî Âdem’i mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor. Bütün şu, ne varsa, Güneş, Ay, mahlûkat, hayvanat, nebâtat, insana âmâde kıldı. Cenâb-ı Hak insana; “ister diyor şükredici ol, ister nankör ol” diyor. (Bkz. el-İnsân, 3)

Allâh’ın nîmetini…

وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا buyuruyor.

“Âllâh’ın nîmetini saymaya kalkarsanız, onu sayamazsınız…” (en-Nahl, 18)

İnsan olarak yaratıldık. Demek ki bir mahlûkat gördüğümüz zaman düşüneceğiz: Allâh bizi bir mahlûk, bu gördüğümüz mahlûk olarak yaratabilirdi. Bizim hiçbir rüçhâniyetimiz yoktu. Bir bedel ödeyerek dünyaya gelmedik. Lûtfen, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla…

Demek ki her gördüğümüz mahlûkatta Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacağız. Her yediğimiz gıdada Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacağız. Cenâb-ı Hak hep binlerce sofralar hazırlanıyor insana.

Cenâb-ı Hak:

“…Sayamazsınız…” buyuruyor. (en-Nahl, 18)

Verdiği nîmetler; gözümüz, kulağımız, uzuvlarımız…

“Ver gözünü, al dünyayı” deseler, kim değişebilir? Demek ki insan, kendi üzerindeki nîmetleri de düşünecek. “…Sayamazsınız…” buyruluyor. (en-Nahl, 18)

Nîmetlerin nîmeti, en büyük nîmet, “îman” nîmeti. Ebedî hayata o îmanla gideceğiz. Cenâb-ı Hak, en büyük Peygamber’e ümmet olduk, o Peygamber’in şefaatiyle -inşâallah- Cenâb-ı Hak cümlemize ihsân eder, nasîb eder -inşâallah-. Kurtuluş orada, O’na benzemekte, Efendimiz’e benzeyebilmek…

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) buyuruyor Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.

Hayata geliş gayemiz;

لِيَعْبُدُونِ Allâh’a kul olabilmek. (Bkz. ez-Zâriyât, 56)

Bir imtihan için geliyoruz. Başka bir mantığı yok. Hedef;

لِيَعْرِفُونِ Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek. “Aman yâ Rabbi” diyebilmek.

Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı, Cenâb-ı Hak’la dostluğu elde edebilmek. Gelen âyette de bu dostluğu bildiriyor Cenâb-ı Hak. Nasıl kul, Cenâb-ı Hak’la bir dostluk kuracak?

“…Onlar (o mü’minler) göklerin ve yerin yaratılışında derin derin düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)

Yani mikrodan makroya her şey ilâhî azamet tecellîsi.

Şeyh Sâdî diyor ki:

“Olgunlar için, ağaçlardaki tek bir yaprak, mârifetullâhı anlatan bir divandır, Allâh’ın azametini anlatan. Gafiller için bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.” buyuruyor.

Yani, demek ki, diğer bir Hak dostu da:

“Bu âlem, âkıller için seyr-i bedâyî, ilâhî azameti seyretmek, ondan ders alabilmek; ahmaklar için de, diğer mahlûkat gibi yemek, içmek ve şehvetten ibaret.”

Cenâb-ı Hak bu ilâhî dershâneyi, bu dünya dershânesini insan için yaratıp tezyin etti. İnsan bu kâinat sayfalarını çevirecek, orada ilâhî azametin kudret akışlarını okuyacak. Düşünecek ki topraktan çıkan bu sebzeler, meyveler, kimin için yaratıldı? Güneş, Ay kimin için dönüyor? Soluduğumuz hava kimin için? Kul, bu okumayı güzel ve doğru yaptığı takdirde Rabbine yakın bir kul hâline gelir.

Âyet-i kerîmede;

“…Size ancak az bir ilim/bilgi verildi.” (el-İsrâ, 85) buyruluyor. Bu az ilimle Cenâb-ı Hakk’ın azametini tefekkür etmek, kulluğumuz artırabilmek.

Yani bundan maksat, bilgiden maksat; bilgi diye zannediliyor, fizik, kimya, biyoloji vs. birçok kâideleri hâfızaya atmak… Değil!.. Bu ilimler vâsıta olacak, insan duygu derinliğine girecek; eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra gidecek.

Yine Mevlânâ’nın güzel bir ifadesi var:

“Âmâ bir kimse diyor, noksansız bir Güneş’in doğduğunu, görmese de hararetinden anlar o Güneş’in doğduğunu.”

Buna mukâbil, akıl ve idrak sahibi bir insan, dünya dershanesindeki ilâhî kudret akışları, azamet tecellîleri karşısında abus ve alık kalmayacak. “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

İşte ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:

“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)

Ondan sonra:

“…Yâ Rabbi Sen bunları boşuna yaratmadın (derler)…” (Âl-i İmrân, 191) Semâdakiler, yeryüzündekiler, ne varsa…

“…Sen bunları boşuna yaratmadın (derler). Bizi Cehennem azâbından koru (derler).” (Âl-i İmrân, 191)

Demek ki kul, Cenâb-ı Hakk’a dâimâ bir iltica hâlinde olacak. Boş yere yaratılmadığını, niçin yaratıldı, bir imtihan dershanesinin bir talebesi olduğunun idrâki içinde olacak.

Önümüzde ne var? Cennet, Cehennem var. Geriye dönüş yok. Telâfi etme yok. Cenâb-ı Hak Cehennem’den bir manzara bildiriyor bize. Oradaki mücrimler diyorlar ki:

“–Yâ Rabbi bizi buradan çıkar Cehennem’den. Biz pişman olduk!”

Cenâb-ı Hak iki şey soruyor:

“–Size diyor, dünyada düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”

Niye geldin dünyaya, kimin mülküne geldin? Kimin verdiği gıdalarla merzuksun, geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye?

“Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”

İkincisi:

“Bir peygamber gelmedi mi?”

“–Evet yâ Rabbi diyecekler, düşünecek kadar zaman da verdin, peygamber de geldi, biz gaflete daldık.”

Cenâb-ı Hak:

“–Azâbı tadın!” buyuruyor. (Bkz. Fâtır, 37)

Yani başka geriye dönüş yok. Yani demek ki şu dünyadaki zamanımız, en kıymetli bir zamanımız. Bir şeyi geri alırsın, borç verirsin, borç alırsın; zamanı borç verip borç alamazsın. Geçmiş zamanı, dünü bugüne getiremezsin, bitti. Dünün dosyası kapandı, Kirâmen Kâtibîn, onu dosyanı gönderdi. Öbür tarafta dosya açılacak;

“Kitabını oku, bugün (hesap sorucu olarak) nefsin sana kâfîdir.” (el-İsrâ, 14) denilecek…