Peygamber Efendimiz Zamanında Elçiler Yılı

Nübüvveti

Mekke fethedilmiş, Huneyn Harbi kazanılmış, Tâif halkı muhâsaradan bir yıl sonra müslüman olmuş ve bu esnâda yapılan zorlu Tebük Seferi de muvaffakıyetle netîcelenmişti. Artık Arabistan yarımadasında İslâmiyet’in önünde engel teşkîl edecek hiçbir mânia kalmamıştı.

Böylece İslâm’ın ihtişam ve ulvîliğini doğru bir şekilde tanıma imkân ve fırsatı bulan Arabistan kabîleleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e heyetler göndererek bağlılıklarını sunmaya başladılar. Yemen, Hadramevt, Bahreyn, Ammân, Sûriye ve Îran hudutlarından gelen bu heyetler, ya müslüman olmak, ya da İslâm Dîni’ne girdiklerini haber vermek için geliyor ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den kendilerine İslâm’ı öğretecek muallimler, mürşidler istiyorlardı.

Gelen heyetlerin İslâm’ı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bizzat öğrenip hemen dönerek kabîlelerine anlatmalarına güzel bir misâl, Benî Tücîblilerdir. Bunlardan on üç kişilik bir heyet, Allâh Rasûlü’nün yanına geldiler. Zekât mallarını da yanlarında getirmişlerdi. Onların bu tavrı Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın pek hoşuna gitti. Heyete:

“–Hoş geldiniz!” buyurdu. Bilâl-i Habeşî’ye onları en iyi bir biçimde ağırlamasını emretti. Benî Tücîb heyeti:

“–Yâ Rasûlallâh! Mallarımızdaki Allâh’ın hakkını Sana getirdik.” dediler.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onları geri götürüp fakirlerinize dağıtınız.” buyurdu.

Heyet:

“–Yâ Rasûlallâh! Biz, ancak fakirlerimizden artmış olanını Sana getirdik.” dediler.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Arap heyetleri içinde, doğrusu şu Tücîb heyeti gibisi yoktur.” dedi.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hidâyet Allâh Teâlâ’nın elindedir. Allâh, hayrını dilediği kimsenin kalbini îmâna açar!” buyurdu.

Tücîb heyeti, Peygamberimiz’e Kur’ân’dan ve sünnetten birtakım şeyler sordular. Sordukları şeylerin cevapları yazılarak kendilerine verildi. Bu gayretleri sebebiyle Âlemlerin Efendisi’nin onlara rağbeti ve alâkası arttı. Heyet, birkaç gün kaldıktan sonra gitmek istediler. Kendilerine:

“–Niçin acele ediyorsunuz?” denildi.

“–Geride kalan kavmimizin yanına dönüp Rasûlullâh’tan gördüklerimizi ve sorup öğrendiklerimizi onlara anlatacağız.” dediler. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanına gelip vedâlaştılar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara Bilâl-i Habeşî’yi gönderdi. Hediyelerinin verilmesini emretti, diğer heyetlere verilenden daha çok ihsanda bulunulmasını söyledi. (İbn-i Sa’d, I, 323; İbn-i Kayyım, III, 650-651)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, heyetlerin Medîne’de bir müddet kalmalarını isteyerek, onların Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînî esasları öğrenmelerini, bizzat kendisinin tatbîkâtını müşâhede ederek İslâm’ı kavramalarını sağlamıştır. Meselâ Abdü’l-Kays heyeti geldiği zaman Ensâr’dan, onları misâfir etmelerini ve ikramda bulunmalarını istemişti. Bu arada gerekli dînî mâlumâtı öğretmelerini, namaz için lüzumlu sûreleri ezberletmelerini tembihlemişti. Sabahleyin geldiklerinde hâl ve hatırlarını, Ensâr’ın ilgisinden memnûn olup olmadıklarını sordu. Onlar da memnûniyetlerini ifâde ettiler. Sonra Allâh Rasûlü heyettekileri, dîni daha rahat öğrenebilmeleri için ashâbın evlerine birer ikişer dağıttı. Ashâbın gayreti ve Abdü’l-Kays’lıların öğrenme azminden son derece memnun kalan Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, onlarla tek tek ilgilenerek ezberledikleri Tahiyyât’ı, Fâtiha’yı, diğer sûreleri ve öğrendikleri sünnetleri bizzat kendisi kontrol etti.

Bu şekilde İslâmiyet, gün geçtikçe bütün Arabistan’a yayıldı. İnsanlar fevc fevc gelerek İslâm’a girmekteydiler. Medîne, her gün yeni gelen misâfirlerle dolup taşıyordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, gelenleri en güzel bir şekilde karşılıyor, onlara izzet ve ikramda bulunarak, hepsinin hâline, tavrına ve âdetlerine göre kendileriyle sohbetler ediyor, bulundukları bölgelerin durumu hakkında bilgi alıyor, taleplerini dinleyip sorularını cevaplıyor, meselelerini hallediyor, gönüllere İslâm’ın nûr, huzur ve sürûrunu nakış nakış işliyordu.

Artık eski çileler, yerini bereketli bir lutfa terk etmişti. Nitekim Allâh Teâlâ, kendi katından olan bu lutfun şükrünün edâ edilmesi husûsunda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun şahsında bunun çilesiyle yoğrulmuş bulunan mü’minlere şöyle buyurmuştur:

اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِى دِينِ اللهِ اَفْوَاجًا فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ اِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا

“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların fevc fevc (grup grup) Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek O’nu tesbîh et ve O’ndan mağfiret dile! Çünkü O, tevbeleri çok kabûl edendir.” (en-Nasr, 1-3)

Hicretten sonra dokuzuncu yılda gerçekleşen İslâm’ın Arabistan’da bu şekilde hızla yayılması ve Medîne’ye dîn-i mübîni öğrenmek için fevc fevc kabîle elçilerinin gelmesi münâsebetiyle bu yıla “elçiler yılı” denildi.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul