Osmanlı'da Mezarlıklar Neden Cami Önlerindedir?

Ahirete İman

Ecdâdımız, kabristanları şehir içlerinde ve bilhassa câmi önlerinde yapmışlardır ki, orada sık sık kendi istikballerini tefekkür etsinler. Dünya hayatının fânîliğini yakînen hissetsinler de âhireti unutmasınlar. Gençliklerine, sıhhatlerine, güç-kuvvetlerine aldanıp kendilerini dünyada kalıcı zannetmesinler. Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirsinler. Asıl gerekli olan âhiret sermâyesini bir an evvel tedârik etmenin gayretine girsinler.

AZRAİL ALEYHİSSELÂM'IN DEDİKLERİNİ DUYSAYDIK

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:

“Azrâil -aleyhisselâm- rızkını tüketip ömrünü tamamlayanın canını alır. Ölen kişinin evindekiler feryâd ü figân ederler. Azrâil -aleyhisselâm- hâl lisânı ile:

«Ne ağlıyorsunuz? Ben bu adamın ne rızkını yedim, ne de ömründen kestim. Rızkı tükendi, ömrü sona erdi, emr-i Hak vâkî oldu, ilâhî tâlimat geldi, canını aldım. Boşuna ağlamayın, ben devamlı olarak buraya gelip gidecek ve hiçbirinizi bırakmayacağım.» der.”

Hasan-ı Basrî Hazretleri sözlerine şöyle devam eder:

“Eğer ev halkı Azrâil -aleyhisselâm-’ı görseler ve dediklerini duysalardı, ölüyü unutur, kendilerine ağlarlardı!”

ECEL BİR SIRDIR

Her işinde hikmet sahibi olan Rabbimiz, ölümü hiçbir zaman unutmayalım, ona her an hazırlıklı bulunalım, fakat bununla birlikte dünya hayâtının îcaplarından da geri kalmayalım diye, ecel vaktini bir sır perdesiyle gizlemiştir. Bu da O’nun kullarına olan merhametindendir.

Meselâ bir adam öleceği zamanı daha önceden bilseydi, ölmeden evvel işini-gücünü ve hattâ âilesini dahî kederinden dolayı terk ederdi. Hayat; nizam ve âhengini kaybederdi. Yine insanlar olacakları evvelden bilselerdi, bahtiyar olmalarına ve hayâtın çeşitli cilveleriyle avunup huzur bulmalarına imkân bulunmazdı. Bir anne, doğurduğu çocuğunun gençlik çağında vefât edeceğini veya ileride çok kötü biri olacağını bilseydi, hayâtı huzursuzluk içinde geçerdi.

Velhâsıl ölüm ânını kulun bilmemesi, ilâhî bir lutuftur. Çünkü Allah Teâlâ dünya hayâtını imtihan hikmetine binâen halk etmiş ve yine bu hikmetle “kader” ve ona dâhil olan “ecel”i meçhul kılmıştır. Bu sebeple ölüme her an hazır bulunmak zarûrîdir.

Âyet-i kerîmede:

“Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57) buyrulmaktadır. Benzeri âyet-i kerîmeler de çoktur. Bunlar, nefsânî arzularımızın girdabında boğulmamamız için Kur’ân’da tekrarlanan ilâhî ikazlardır.

ECDADIMIZ NEDEN KABRİSTANLARI CAMİ ÖNLERİNE VE ŞEHİR ORTALARINA YAPMIŞTIR?

Ecdâdımız, fânîliği unutmamak için kabristanları şehir ortalarında ve cami önlerinde yapmışlardır ki oradan gelip geçen herkes, kendi istikbâlini görerek fânîlik dersi alsın, hâlini ıslâh etsin.

Bizler de hayâtımız boyunca görüp duyduğumuz ölümlerin, bir gün mutlakâ yaşayacağımız bir hakîkat olduğunu idrâk edip bunlardan gereken ibret dersini almak mecbûriyetindeyiz. Ancak bu takdirde gafletten kurtulup âgâh ve huzur dolu bir gönülle Hakk’a yolculuk edebiliriz.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“Bütün dünyevî zevkleri bıçak gibi keseni (yani ölümü) çokça hatırlayın!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 4)

NAMAZINI SON NAMAZIN GİBİ KIL!

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Namazını, (hayâta) veda eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15) tâlimâtıyla, bu ibâdetin tefekkür-i mevt husûsundaki terbiyevî yönüne işâret etmiştir.

Yani namaz ibâdeti, geçici olarak bulunduğumuz dünya hayâtından esas hayat olan âhirete mânevî bir yolculuktur. Günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’a itaat, teslîmiyet, vefâ, sadâkat ve ubûdiyetini arz etmektir. Kulun bir nevî gurbet diyarı olan dünyada iken ilâhî vuslattan hisse alması kabîlinden bir rûhî disiplindir.

Bu yönüyle namaz, dünyâ ile ukbâ arasında bir mîrac yolculuğudur. Namazını tâdil-i erkân ve huşû içerisinde edâ edip tekrar günlük meşgalelerine dönen bir mü’min, sanki öldükten sonra tekrar hayâta avdet ettirilmişçesine bir gönül hassâsiyetiyle yaşar. Böyle bir namaz, insanı münkerden ve fahşâdan korur. Gerçek mânâsıyla edâ edilen namaz, müthiş bir tefekkür-i mevt tâlimidir.

Namazlarını, hayâta vedâ eden kimse gibi kılabilen bir mü’min, her gördüğü manzarayı âhiret penceresinden seyreder gibi yaşar. Böyle bir rûhî olgunluğa sahip olanlar, hayat yolculuğunda hiç İblis’le yoldaşlık edebilirler mi? Nefsânî arzularının esâreti altına girerler mi? Dünyevî ihtiraslara gönül kaptırabilirler mi?..

NEDEN DUÂLARIMIZ KABUL OLMUYOR?

İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne sormuşlar:

“–Ettiğimiz duâlar neden kabul olunmuyor?”

Hazret buyurmuş ki:

“–Hakk’ı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız! Peygamber’i bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz! Kur’ân okursunuz, fakat onunla amel etmezsiniz! Hak Teâlâ’nın nîmetlerini yersiniz, şükrünü edâ etmezsiniz! Cenneti bilirsiniz, onu kazanmak için gayret etmezsiniz! Cehennemi bilirsiniz, endişe duymazsınız! Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız! Atanız-ananız ve ölülerinizi kendi ellerinizle kabre koyarsınız, lâkin ibret almazsınız. Böyle olunca bu kadar gaflette olan bir kimsenin duâsı nasıl müstecâb ola!” (Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 40)

İşte ölümün ibret dersi lâyıkıyla okunmayınca, ona gereği gibi hazırlanmak da dehşetli bir ihmalkârlık mevzuu olmaktadır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Gönül Bahçesinden Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından