Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 31 Mayıs 2021 Sohbeti

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Muhabbetullah'a Vuslat Anı Fecrden bahsettiği , Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 31 Mayıs 2021 tarihli sohbeti...

31 Mayıs 2021 Sohbeti

Bir Fâtiha-i şerîf, üç ihlâs…

Çok muhterem kardeşlerimiz.

Fecr Sûresi’nin talimatları ve bu tâlimatların îfâsı neticesinde de Cenâb-ı Hak ile bir dost olabilmek, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bir kul olabilmek…

Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin inşaallah...

Âyet;

وَالْفَجْرِ

[“Fecre (yani canlıların uyandığı zamana) and olsun.” (el-Fecr, 1)]

olarak başlıyor. Yani fecr, canlıların uyandığı bir zaman...

Yeni bir gün başlıyor, yeni bir hayat başlıyor.

Cenâb-ı Hak, düşüneceğiz, ömür takviminden bir yaprak daha ihsan etti. Ben bugün bu yaprağı nasıl dolduracağım. Ne kadar kendime, ne kadar kendimin dışındakilere. Allâh’ın verdiği bu zamanı, nasıl Allah rızâsı için sarf edeceğim. Mü’min bir kul, bunun tefekküründe olacak.

Her fecir, ömür takviminden bir yaprak. Hiç kimse, bu takvimde kaç yaprağın kaldığını bilmiyor. Zira ömür senedinin son günü meçhul…

Geriye dönüş imkânı da yok. Pişmanlığın da faydası yok. Velhasıl zaman, çok kıymetli bir nîmet.

Her günümüz, onun için, hamd, şükür ve zikirle Rabbimiz’e yakınlık kazanabileceğimiz bir gün olur, inşâallah.

Yani her gördüğümüz, kâinat kevnî âyetler, ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar… Öyle ilâhî bir laboratuvar dünya. Her gözümüzün gördüğünde kalp; “Aman yâ Rabbi!” diyecek, bir insan olarak geldiğine, Müslüman olarak geldiğine, en büyük peygambere ümmet olduğuna bir şükran hâlinde devam ettirecek [hayatını…]

Yine her günümüz, muhtâçların ihtiyaçlarını gidermek sûretiyle, ilâhî rızâya nâil olabilmek…

Dâimâ mü’min, mü’mine zimmetli olarak, Cenâb-ı Hak bana verdi, o vermediği kul, bana zimmetli…

Esasında ben ona daha çok muhtacım. Onun sayesinde zekâtımı veriyorum, hayır hasenatımı yapıyorum, sadakamı veriyorum, infak ediyorum, bu şekilde ben Allah rızâsını kazanacağım. Yani onun için, vereceğimiz fakir, garip, kimsesiz, mağdurlar, mazlumlar, bunları bir nîmet olarak bilecek bir mü’min… Bunlara hizmeti de bir nîmet olarak bilecek. Rasûlullah Efendimiz bu şekilde idi. Yani onları sevindirmekle sevinirdi. Onları doyurmaklığın hazzı ile kendisi doyardı, mânevî olarak.  

Yani Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilmek, bütün mahlûkâta... Allâh’ın yarattığı bütün mahlûkâta… Hayvanat, nebadât içinde…

Yine her günümüz, mahzun yürekleri huzura kavuşturabilmenin, böylece Allah ve Rasûlü’nü hoşnud olabileceği bir gün olsun, inşâallah.

Rabbimiz, Asr Sûresi’nde de;

وَالْعَصْرِ  اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ

Zamana yemin olsun!” (el-Asr, 1) buyuruyor. “İnsan hüsrandadır.” (el-Asr, 2) buyuruyor. Bir gaflettedir.

Çünkü zaman çok mühim. Zaman, âhiret saâdetine nâil olabilmek için en kıymetli bir sermaye…

Geçen zamanı geri almak mümkün değil! Zaman borç alınmaz, borç verilmez. Onun için zaman çok kıymetlidir.

Dolayısıyla en kötü, en fecî israf, zamanın isrâfıdır...

Onun için Cenâb-ı Hak;

وَالْعَصْرِ 

Asra yemin olsun!” (el-Asr, 1) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak bize mücrimlerden bir manzara bildiriyor, Fâtır Sûresi’nin 37. âyetinde... Orada mücrimler diyecekler ki;

“…«(Yâ) Rabbi! Bizi (buradan) çıkar…” diyecekler. “…Çıkar, o kötü amellerimizi iyi amellere tahvil edelim. (Amel-i sâlih hâline getirelim. Cenâb-ı Hak iki şey soracak):

(Biz) size (dünyada) düşünecek kadar bir ömür vermedik mi?”

(Nefsimize âit her şeyi düşünüyoruz. İlâhi yolculuğumuzu ne kadar düşünüyoruz? Hazırlığımız ne kadar? Cenâb-ı Hakk’ın verdiği;

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

[“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)]

Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlerin nasıl bir mukâbili hâlindeyiz?

“Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”

Niye dünyaya geldik, kimin mülkünde yaşıyoruz? Kimin verdiği rızıkla merzûk durumdayız? Geliş niye, gidiş nereye?..

Cenâb-ı Hak kimseye bir ölüm takvimini bildiriyor mu?

Her an hazırlıklı olacağız. Mesela bu son hastalıklarda da görüyoruz, genci, yaşlısı, vesâiresi, kimi muzdarip oluyor, hasta oluyor, kimi sıhhatli kalıyor, kimi de vefat ediyor. O da niyetine göre me’cûr olacak. Niyetine göre, eğer îmanlı yaşamış, îmanla gitmişse ne mutlu, şehid olacak. Eğer rahatsızlık gelmişse, hastalıklarda hep şükretmişse, “Aman yâ Rabbi, Sana şükür!” demişse, o da ayrı bir ecir alacak.

Allah korusun, bir gafletle gitmişse de, sıkıntıdan, cefâdan başka bir şey olmuyor.

İkinci şart, yine Cenâb-ı Hak buyuruyor;  

“–Size uyarıcı (bir îkaz edici) gelmedi mi?”

(Bir; zaman, ikincisi; bir îkaz edici.)

Cenâb-ı Hak her kavme bir peygamber gönderiyor.

(Evet yâ Rabbi, ikisi de oldu, diyor. Ömür de verdin, bir îkaz edici de geldi. Peygamber de geldi. Fakat gaflete düştük, diyor. Cenâb-ı Hak;)

(Azâbı) tadın (o zaman)!..” (Bkz. Fâtır, 37) buyuruyor.

Geri dönüş yok! Kabirde kazanmak yok. Kıyamette kazanmak yok.

Efendimiz şöyle îkâz ediyor:

“İki nîmet vardır ki, insanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmışlardır:

(Biri) sıhhat…

(Hastalık geldiği zaman insan farkında oluyor. Hastalık geldiği zaman da, kurtulması için de sarf etmediği hiçbir fedakârlık da yok! Aman, diyor, şu hastalık benden gitsin de, şu kanser benden gitsin de, bütün her şeyim gitsin, diyor.

İkincisi;)

Boş vakit.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Onu Allah korusun, boş şeylerle, bilhassa bugün, o boş şeyler çok arttı. Yediden yetmişe herkesin elinde bir telefon, nereleri geziyor meçhul… Kalp nerelere kayıyor, meçhul.

Cenâb-ı Hak;

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

buyuruyor. “Mü’minler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1)

Orada birinci şart; namaz. Namaz huşû ile kılınacak ki, nefs-i emmâreden, yavaş yavaş yukarı doğru çıkmaya başlayacak. Fahşâdan münkerden koruyacak. Nefs-i mutmainneye doğru mesafe alacak.

Levvâme, mülheme, mutmainne, râdıyye, mardıyye, kâmile…

“Onlar ki, namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 2)

Ondan sonraki, bilhassa bugünle bu çok alâkadar;

“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

Bir sürü kandırıcı, aldatıcı reklamlar…

“Beş şey gelmeden (önce) beş şeyi ganimet bil(in!)” Efendimiz buyuruyor:

‒İhtiyarlıktan evvel gençliğini(zi)…

Tabi bu gençlik, büyük bir nîmet. Bir ilkbahar. Yaşlanınca son bahara doğru gidiyorsun. Güç kuvvet azalıyor.

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ  [“Kime uzun ömür verirsek!”] buyuruyor. (Bkz. Yâsîn, 68) Biz güç kuvvet veririz. Yaşlanınca,

نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ  “…Sonra yaratılışı tersine çeviririz!..” buyuruyor. Zihnî melekeler, güç kuvvet azalır.  

اَفَلَا يَعْقِلُونَ İnsan akıl erdirmez mi? Yolculuk nereye? Seni dünyaya getiren kim? Gençliği, gücü kuvveti veren kim? Sana ömür veren kim?..

اَفَلَا يَعْقِلُونَ İnsan akıl (erdirmez mi?) Geliş niye, gidiş niye? Bu akış nereye?

‒Hastalanmadan evvel sıhhatini(zin)…

İşte hastalara bugün sor! Ancak o sıhhatin kıymetinin ne olduğunu anlıyor, anlar!

‒Fakirlikten evvel zenginliği(nizin)…

Fakirlik de çok zor. Bu da sabır meselesi, bir.

İkincisi, müstağnî olma meselesi. O da tabi çok büyük bir ecir.   

Dördüncüsü;

‒Meşgul zamanların(ız)dan evvel boş vakitlerini(zi)…

Cenâb-ı Hak hayırla meşgul eylesin. Bir de;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

buyuruyor. “Çalışmıştır, boşuna!” (Bkz. Ğâşiye, 3) buyuruyor. Allâh’ın verdiği bu zamanı, ziyan etmiştir.

En mühimi, beşinci madde;

‒Ölüm(ün)den evvel hayatını(zı)!” (Hâkim, Müstedrek, IV, 341; Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizî, Zühd, 25) Geçti… Son nefesle her şey bitiyor.

“(Nasıl yaşarsanız, öyle) vefat edersiniz, öyle haşrolursunuz.” (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663) buyruluyor.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Cennet halkı, başka bir şeye değil, sadece dünyada Allâh’ı zikretmeden geçirdikleri anlara, hasret ve nedâmet duyacaklardır!” (Heysemî, X, 73-74) Ki, sâlihler bile, buyuruyor Efendimiz.

Onun için zaman çok kıymetli.

Onun için, dâimâ düşüneceğiz;

وَالْفَجْرِ

Allâh’ın verdiği bu zamanı, bugünkü takvim yaprağını ben nasıl dolduracağım.

Dün bizim gibi dünyada birçok kardeşimiz vardı. Bugün öbür tarafta. Biz de yarın burada mıyız, değil miyiz, o da ayrı…

Onun için Efendimiz hiç boş vakit olmasını arzu etmezdi.

Mescide gelince şöyle bir bakardı. Gelmeyen varsa, niye gelmedi? Hasta ise ziyarete giderdi. Yolculuğa çıkmışsa duâ ederdi. Eğer gelmemişse onu îkaz ederdi.

Allâh’ın büyük bir lûtfundan, büyük bir mahrumiyet olduğunu bildirirdi.

“–Bugün bir yetim başı okşadınız mı?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Yetim bir emânet. Nasıl sana evlâdın bir emânetse, Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i yetim olarak dünyaya getiriyor. Bir örnek... Demek ki yetim, mü’minlere mühim bir emanet…

Yani ona bir çikolata vermek, değil! Onun hayatına yön vermek. Ona istikâmet verebilme. Onun mâneviyâtına emek verebilme...

Ondan sonra;

–Bugün bir aç doyurdunuz mu?

Yerimizde oturursak, aç yok. Fakat dolaşırsak, gidip bulursak, Cenâb-ı Hak önümüze getirir. Onun için bir zaman sarf etmemiz lazım. Zamanımızı vermemiz lazım.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

(Sadakalarınızı, zekâtlarınızı, infaklarınızı) kendisini Allâh’a adayanlara verin!..” (el-Bakara, 273)

Onların keyfiyetini bildiriyor. Onlar التَّعَفُّفِ; “iffet sahibi oldukları için, kendi durumlarını arz etmezler.” (Bkz. el-Bakara, 273) Onlara «mahrum» denir. Arz etmezler.  “…Sen onları sîmâlarından tanırsın!..” (el-Bakara, 273) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

–Hasta bir ziyaretinde bulundunuz mu?

Hasta ziyareti… Bana gücenir falan değil, sırf bir Allah rızâsı için bir hastayı ziyaret etmek...

–Bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Hep böyle kırık kalplere, Efendimiz yönlendiriyor.

Tabi bunların en mühimi de, bugün, günümüzde hidayet bekleyenler var.

Hidayet bekleyenleri, müsterşidi irşâd, onları irşâd edebilme…

Yani günümüzü;

Allah rızâsı ve Rasûlü’nün hoşnutluğunu kazanabilmek için dâimâ güzel amellerle tezyin etmemiz zarurî ki, Rasûlullah Efendimiz’i memnun edelim, kıyâmet günü. Bize serzenişte bulunmasın. Aman ümmetim, diyor, Vedâ Haccı’nda; “Benim yüzümü kara çıkartmayın!” diyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56) “Bol amel-i sâlih işleyin!” buyuruyor.  

İnsanın yaptığı her işin, satır satır yazıldığı o amel defterinde, o açılacak, bugün neler yazdırdın, onun muhâsebesini yapmamız zarurî.

Yani çünkü;

Yaşadığımız bu hayatın, bu günün tekrar bir telâfîsi yok! Yarın, haftaya var mıyız, yok muyuz? Lakin, hesabı var!

Her an bir kaset dolduruyoruz. Bu kaset, kıyamet günü açılacak:

اِقْرَاْ كِتَابَكَ “Kitabını oku!..” (el-İsrâ, 14) denilecek. Hayatını oku.

كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

“…Bugün sana (hesap) sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) Başka şahide ihtiyaç yok.

Nasıl bugün bir bilgisayara bastığın zaman bir düğmeye, bütün her şeyi çıkartıyor önüne. O gün herkesin, bütün amelleri, ne var ne yok, zerreler, zerre hayırlar, bir çok şeyi unuttuk, zerre şerler hepsi bir anda ortaya çıkacak.

Onun için Cenâb-ı Hak’tan da bir îkaz var:

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ ﴿7﴾ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ ﴿8﴾

[“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul. Ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8)]

Cenâb-ı Hak boş kalmamızı istemiyor. “Allâh’a yönel!” buyuruyor.

Boş kaldın mı hemen başka bir hayır işe koş. Yalnız Rabbine yönel!

Kabirdekilere, canlansa sormalı; “Dünyaya gelseniz ne yaparsınız?” diye.

Bahâeddin Nakşibendi Hazretleri’ni rüyâda görüyorlar, bir sâlih zât. “Üstât.” diyorlar. “Ne tavsiye edersiniz?”

Buyuruyor ki;

“Son nefeste nasıl olmak arzu ederseniz, ona göre hayatınızı tanzim edin.”

Onun için;  

“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

Yine Rabbimiz:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes, yarına ne hazırladığına baksın…” (el-Haşr, 18)

Kıyâmet günü, yarın olarak bildiriyor. Yani bir sonsuzluk. Dünya hayatı, hattâ kabir hayatı bile bir yarın. 

Onun için, yarının hazırlığını bugünden yapmak lazım. Bu hazırlığı tehir edenler, yarın pişmanlık yaşarlar.

Hep âyette;

لَيْتَنَا -    لَيْتَنِى“Keşke, keşke, keşkeler” geçiyor.

Bir gün Efendimiz, Muaz’ı çok severdi. Elinden tuttu, Muaz’ı şöyle bir salladı.  “Bak Muaz!” dedi. “Bu duâyı çok yap.” dedi. “Unutma bu duâyı!” dedi.

اَللَّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

“«Allâh’ım! Seni zikretmek»

Bir, Allâh’ı unutmayacaksın. İki;

«Sana şükretmek»

“Verdiğimiz nimetleri sayamazsınız…” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34)

Bir teşekkür hâlinde yaşayabilmek. Teşekkür hâlinde yaşanamazsa, Cenâb-ı Hak, nankör olduğumuzu bildiriyor.

İnsan Sûresinde;

“…İster şükret, ister nankör ol!” buyuruyor. (el-İnsân, 3)

Ondan sonra;

«Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et (yâ Rabbi!»”

Onun için Allah’tan yardım isteyeceğiz ki, amellerimiz  عَمَلًا صَالِحَا olsun.

“(Muaz,) [bu duâyı] hiç bırakmamanı tavsiye ederim.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26) buyuruyor.

Ondan sonra;

وَلَيَالٍ عَشْرٍ

“On gece[ye and olsun.]” (el-Fecr, 2) buyuruyor.

– Zilhicce’nin ilk on gecesi

– Muharrem’in on gecesi,

– Ramazan’ın son on gecesi, Kadir Gecesi onun içinde.

Rasûlullah Efendimiz, -zilhiccenin ilk on gününü kastederek- şöyle buyurmuştu:

“–Başka günlerin hiçbirinde, şu günlerde işlenecek amel-i sâlihten, Allah katında, daha sevimli hiçbir amel yoktur.” Bu on günden.

Burada ashâb-ı kirâm diyorlar ki;

“–Yâ Rasûlâllah!” diyorlar. “Allah uğrunda yapılacak cihad, o üstün değil mi?” diyorlar.

Efendimiz buyuruyor:

“–(Evet, diyor.) Allah yolunda yapılacak cihad da. Ancak mal(ını) ve canını tehlikeye atarak cihada giren, şehit olup dönmeyen kimsenin cihâdı başka. (Yalnız o üstündür).” buyuruyor. (Buhârî, Îdeyn, 11)

Yani ashâb-ı kirâmın hâli gibi. O Mûte Harbi’ne giden cengâverler gibi. Efendimiz zamanında gazveye giren, gazâya giden şeyler gibi. Yine zamanımıza kadar Fâtih’in askerleri, vesâire, Çanakkale, say sayabildiğin kadar...

Efendimiz’in en mühim ibadet zamanı gecelerdi. Gündüzleri daha ziyade emr-i bi’l-mârûf nehy-i ani’l-münkerde bulunurdu. Namazı, cemaate dönüp bakardı Efendimiz, cemaatte ihtiyar var mı, çocuk var mı, kadın var mı, ona göre ya kısa okurdu veya biraz daha uzun okurdu. Cemaatin durumuna göre okurdu. Fakat kendisi seherlerde çok uzun okurdu.

Âişe Vâlidemiz; ayakları şişerdi, buyuruyor. Islanırdı, buyuruyor secde ettiği yer.

Yine Âişe Vâlidemiz buyuruyor. Bu da Efendimiz’in bir nezâketi… Efendimiz’i yakından tanımak lazım.

“–Yâ Âişe!”, diyor. “İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim.” diyor. Âişe Vâlidemiz de buyuruyor ki:

“–Vallâhi.” diyor. “Sen’inle beraber olmayı ben her şeyden çok severim; ancak Sen’i sevindiren şeyi de çok severim.”

Sonra kalktı, diyor Âişe Vâlidemiz. Namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer bile sırılsıklam ıslandı.

O hâldeyken Bilâl geldi, -radıyallâhu anh-. Efendimiz’i böyle perişan şekilde gördü.

“–Yâ Rasûlâllah!” dedi. “Allah sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu.

Rasûlullah Efendimiz:

“–Allâh’a şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indi ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” buyurdu.

Efendimiz’i böyle hâlden hâle çeviren âyetler. Bunlar Âl-i İmrân Sûresi’nin 190’ından 200’e kadar gelen âyetler. Burada Cenâb-ı Hak, kulu bir tefekküre, arkadan o tefekkürden sonra bir zikre, zikrin içinden yine bir tefekküre dâvet ediyor.

«Şüphesiz ki» diyor.

«Göklerin ve yerin yaratılışında,»

Semâya, sonsuzluk, ucu bucağı yok!  

«Yerin yaratılışında,»

Binbir türlü hikmet,

«Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde,»

Tehir takdim yok!

«Akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın varlığını, birliğini, azametini, kudretini gösterecek) kesin deliller vardır.»

Demek ki kalp o delillere dönecek, “Aman yâ Rabbi!” diyecek. 

«Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler.»

Nasıl zikrediyorlar?

«Göklerin ve yerin yaratılışı derinden derine tefekkür ederler…»

Demek ki şu suyu içerken bir tefekkür hâlinde olacaksın. Bu bir deniz suyu gibi gelebilirdi. İçtikçe hararet verebilirdi. Bu su nasıl yerden, Güneş buharlaştırıyor, semâya çıkıyor, semâda temizleniyor, ilâhî filtrelerden geçiyor, tertemiz geliyor. Hep tefekkür istiyor…

«Göklerin ve yerin yaratılışı derinden derine tefekkür ederler…»

Bir oksijen, azot [dengesi] değişse ne olur her şey?

 Sonra ne der kul?

Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Bu gökleri, yerleri, bu hikmet, ibret, ilâhî tecelliler.)  Sen’i tesbîh ederiz; bizi Cehennem azâbından koru!.» (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Maânî, IV, 157) İşte bu âyet, Efendimiz’i perişan etti. Niye perişan etti? Bu âyetteki tefekkür... “Ben bu âyetin ne kadar bir derinliği içindeyim?”

Ondan sonra;

وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ

buyruluyor.

“Çifte ve teke and olsun. (Cenâb-ı Hak tek, hakîkati meçhul, [Muhâlefetün li’l-havâdis], ne kadar düşünsen, O’nu tasavvur edemezsin).” (el-Fecr, 3)

Her şey çift yaratıldı. Tek, Cenâb-ı Hak.

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

[“De ki: O, Allah birdir.” (el-İhlâs, 1)]

Onun için tevhid akidesinin ortaklığa tahammülü yok. Onun için en ağır suç, şirktir. [Allâh’a] ortak koşmaktır. Hattâ o kadar bir hassastır ki, evliyâullah ben demekten dâimâ korkarlar. Çünkü ben demek, sanki benim selâhiyetim var demek. Sen isteyeceksin, Cenâb-ı Hak sana verir. Fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hak, sen değilsin. Sen arzu edeceksin, istikâmetinde bulunacaksın, ben demeyeceksin, yâ Rabbi Sen diyeceksin.

Ashâb-ı kiramdan bir kısmı Bedir’de, Bedir büyük bir zafer, Cenâb-ı Hak bin melek, üç bin melek, beşbin melek indirdi. Sahabîden bazıları; Şöyle vurdum, böyle kafasını uçurdum dedi, böyle şey yaptım, diyor. Hemen Enfâl Sûresi’nden âyet indi:

“Ey Peygamber! Sen öldürmedin, Biz öldürdük, sen atmadın, Biz attık!” (Bkz. el-Enfâl, 17)

Yine Cenâb-ı Hak, Mekke Fethi büyük bir zafer.

 اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِى دِينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا

[“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün zaman.” (en-Nasr, 1-2)]

“Fevc fevc geldiklerini görürsün” (Bkz. en-Nasr, 2) buyuruyor.

Gördüğün zaman ne yapacaksın?

فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ ] اِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا [

[“Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 3)]

Demek ki Cenâb-ı Hakk’a istiğfar edeceksin, zikredeceksin. Bir de tevbe edeceksin. Cenâb-ı Hak, gafletine mukâbil Sana böyle nimetler verdi.

Bu Mekke Fethi’nde inen son sûredir. Sûre olarak inmiştir.

Annelerimizden biri buyuruyor ki;

“Efendimiz bu  اِذَا جَاءَ sûresini dâimâ vefâtına yakın çok okurdu.” (Bkz. Müslim, Salât, 220)

Ondan sonra Cenâb-ı Hak;

وَالَّيْلِ اِذَا يَسْرِ

(Her şeyi karanlığı [ile]) örttüğü an geceye and olsun.” (el-Fecr, 4) buyuruyor. Hep kâinattaki ilâhî manzumeler, ilâhî tecelliler. Yani gece bir mânâda bir ölüme giriş, sanki bir ölüm tatbikatı.

Geceye girerken bir muhasebe. Sanki ölüme giriyor:

“Bugün ben ne yaptım? Nasıl geçti bugün günüm?”

Dâimâ şu âyeti hatırlayacağız. Kâf Sûresi’nin 19. âyeti:

 “Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: «İşte (ey insan) [bu] senin öteden beri kaçtığın şeydir (ölüm).» [denir.]” (Kâf, 19) Nereye kadar kaçacaksın?!

Rebî bin Haysem var. O buyuruyor:

“Bir keresinde can çekişen bir adamın yanına gittim. Adama sessiz; «Lâ ilâhe illallâh!» diyordum. Telkin ediyordum. O, sanki benim kelime-i tevhîdi duymuyordu. Bir para torbası sayar gibiydi. Velhâsıl o şekilde vefat etti, gitti.”

Onun için bu son ânımız çok mühim. “Nasıl yaşarsanız o şekilde vefat edersiniz.” Cenâb-ı Hak da;

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslüman olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Bütün şu hayat dershanenin bütün şeyi, bütün şeriatin muhtevasınca hayatımız tanzim edilecek, hepsi bir bütün hayatın son nefese hazırlık. Ne zaman da geleceğini bilmiyorsun.

Uyku, ölümün kardeşi. Herkes durumuna göre farklı bir rüya görüyor. Kiminde safâ var, kiminde ızdırap. Şafak vakti ise bir nevî yeniden bir diriliş, ba’sü ba’de’l-mevt.  Bir âhiret manzarası.

Âdeta uyku ve rüya görme hassâsiyeti, bize ölümü ve ölümden sonrasını kavrayabilmemiz için verilmiş bir husûsiyet. Her şeyde bir hikmet…

Ondan [sonra] Cenâb-ı Hak:

“Bunlar akıl sahipleri [için] elbette birer yemin (değerindedir).” (el-Fecr, 5)

Yani bu tâlimat, bu âyetin bu tâlimatları üzerinde Cenâb-ı Hak tefekkür etmemizi arzu ediyor. Kul, zihnen, kalben bu ilâhî talimatlarda yoğunlaşacak.

İnsanı felâkete sürükleyen, nefsinin “zalûmen” ve “cehûla” buyuruyor.

اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا

“…Muhakkak ki o (insan), çok zalimdir ve çok cahildir.” (el-Ahzâb, 72)

Kim bu? Gâfil insan…

Çok zâlimdir, zira istikbâle, ebedî hayata âmâ olmuştur. Çok uzak görüyor. Vesâire görüyor. Yani başına gelecek âkıbetten bî-haber yaşıyor.

Bu Cenâb-ı Hak, zalûmen, çok zâlimdir. Yani kendine zâlim. Dünyevî zâlim, zulmetse ancak öldürür fakat o kendi hayatını, ebedî sonsuzluğunu mahvediyor.

Çok câhildir, akıl ve kalbi dumûra uğramıştır. Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde [yaşıyor,] rızkı nereden geliyor, farkında değil! Geliş niye, gidiş niye bu akış nereye, farkında değil...

Hâlbuki bu ömür, ebediyet yurdu yanında bir ân bile değil!

Cenâb-ı Hak âyette:

اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰيهَا

[“Kıyamet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziat, 46)]

Sanki bir Güneş’in batış ânı veyahut bir seher vakti. Ebedî hayattan baktığımız zaman bu kadar ömür, istersen bin sene yaşa, o kadar bir kısa görülecek.

Ondan sonra Rabbimiz, geçmiş devirlerden misaller veriyor.

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍ

buyuruyor.

“Görmedin mi, Rabbin,” diyor, “Âd kavmine ne yaptı?” diyor.

Nasıl onlar, Cenâb-ı Hak Âd kavmine, Cenâb-ı Hak çok nimetler verdi. İrem bağları verdi. Erkekleri kadınları güçlü kuvvetli ve cemâl sahibi kimselerdi. Şükredecekleri yerde zâlim oldular. “Bizden güçlü kim var!” dediler. Peygamberlerine karşı dâimâ isyan hâlinde yaşadılar. İsyanları sebebiyle hepsi iki büklüm yaşlanmış ihtiyarlar, güçsüz kuvvetsiz hâle geldi. Arkadan gelen bir fırtına, helak olup gittiler.

Arkadan Semûd kavmi dedi ki, kendi kendine şey getirdi, bunlar, dedi… Temelleri çürük yaptı, ondan böyle… Bize hiçbir şey olmaz! Biz, dedi… Temelleri sağlam yapacağız, dedi. Cenâb-ı Hak sesle onları helâk etti.

Onlar; “Bu dağdan deve çıkar!” dediler, peygamberine, Sâlih -aleyhisselâm-’a.

Dağdan deve çıkar mı?

Sâlih -aleyhisselâm- duâ etti. Dağ sancılı şekilde deveyi çıkardı.

“–Bir de çocuğu çıksın.” dediler. Birçok şartlar söylediler. Arkadan deve onların şeylerinden [su kaynaklarından] çok su içti, deve ile yavrusu, deveyi öldürmeye kalktılar. Demek ki bunlar Allâh’ın verdiği nimeti hem istiyorlar hem nankörlük ediyorlar.

Ondan sonra Firavun Kavmi… Onlar da öyle. “Cenâb-ı Hak bunlara azap kamçısı indirdi.” buyuruyor. (Bkz. el-Fecr, 13)

Yani bu kıssalar, Mekke halkının, bunların âkıbetini görüp korkması için… Fakat mü’minler hakikaten daha çok takvâya büründü. Kâfirlerin de küfrü arttı.

Dâimâ bunu Mekke halkına, onlar safa içinde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Müslümanlar birtakım zorluk içindeydiler. Aynı bu geçmiş kavimler de öyleydi. Müslümanlar zor durumda, onlar, münkirler bir saltanat içindeydi.

Mekkeliler Allah ve Rasûlü’ne îman etmekten kaçınıyorlardı. Şöyle diyorlardı:

“–Babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izinden uyarız.”

Bu şeyde de uyanların âkıbetini, Cenâb-ı Hak göstermiş oluyor.

Yine Cenâb-ı Hak diğer bir âyette Ankebût Sûresi’nde…

Bunu ben şundan bahsediyorum sade.

Günümüzde de tekrar bir Câhiliyye devri…

Câhiliyye devri nedir? Allâh’ın inkâr edildiği, kıyâmetin inkâr edildiği, insanların nefsânî hayatlarının kölesi olduğu, bir kast sisteminin meydana gelmesi… Zâlimlerin rahatlıkla bir zulmetmesi. İşte bu câhiliyye devri...

Bugün de baktığımız zaman, küresel güçlerin aynı durumu.

Birçok müslüman memleketler bir mâtem ülkesi hâlinde. Suriye’ye bak, Myanmar’a bak, Yemen’e bak... O insanların ne günahı var?

“Ben güçlüyüm” diyor, “sen benim kölem olacaksın.” diyor. “Senin toprağın da benim.” diyor. Aynı bir câhiliyye devri. Yine bu câhiliye devri ne oldu? Bu Ad Kavmi, Semud Kavmi, Firavun Kavmi, Lût Kavmi oradaki insanlar bugün de teşekkül etti, bugün de piyasaya çıktı.

Onun için Cenâb-ı Hak ikaz ediyor ki, bugün de bir kıyâmetin bir ayrı yakın bir manzarası. Demek ki dünya da yaşlandı artık.

Bu zamanda şer-i şerîfi bütün muhtevasıyla îfâ edenler için Cenâb-ı Hak, قَرْضًا حَسَنًا güzel bir borç, Cenâb-ı Hak borç istiyor. Çok büyük mükâfat vereceğini bildiriyor.

Âyet-i kerîmede Ankebût Sûresinde:

“Nitekim, onlardan her birini (her kavim) günah işlemeleri sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taş savuran rüzgârlar gönderdik...”

[Artık yıldızlardan mı geldi? Nereden geldi?]

“…Kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlar.” (Ankebût Sûresi, 40. Âyet)

Yani onu düşüneceğiz. Bugün acaba o helâke dûçâr olan kavimlerin vasfını taşıyan insanlar var mı yok mu?

Onlar Âd ve Semûd Kavmi varlıkta şımardılar. Zâlim oldular. “Bizden güçlü kim var?” dediler. Rüzgâr ve ses ile helâk oldular.

Firavun tanrılık iddiâsında bulundu. O kadar ahmaklaştı. Kızıldeniz’de boğulurken de:

“«Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de îmân ettim. Ben [de] müslümanlardanım!»” (Yûnus, 90) dedi ama, iş içten geçti. Çünkü son nefeste dünyaya ait perdeler kapanıyor, öbür tarafa ait perdeler açılıyor. O da, sekerat hâlinde îmânın bir kıymeti yok, buyuruluyor.

Lût Kavmi ahlâksızlığın denâetine düştü. Peygamberleri’ne, Lût -aleyhisselâm-’a;

“–Biz bu kadar kalabalığız. Sen mi doğrusun biz mi doğruyuz? Sen temizsen aramızdan çık da bizi rahatsız etme!” dediler.

Aynı bugün de eşcinsellerin dediği bu…

O gönüller o kadar kirlenmişlerdi ki, temiz kimselerden onlar rahatsızlık duyuyorlardı. Siz temizsiniz buradan çıkın, diyorlardı.

Nasıl Cenâb-ı Hak aynı günleri bugün de gösteriyor.

Şuayb -aleyhisselâm-’ın kavmi sahtekârlıkta alçaldı. Neticede hepsi çeşitli azaplara dûçâr oldu.

Halk arasında güzel bir mısra vardır:

Hak sillesinin sedâsı yoktur.

Bir vurdu mu hiç devâsı yoktur.

Maalesef bugün de… O zamanı düşüneceğiz, bugün de zamanı düşüneceğiz.

O zaman ne vardı, bugün ne vardı?

İşte ahlâksızlık. Evlâtlarımıza çok dikkat edeceğiz. Onları ne kadar birtakım o menfi televizyon, internet, vs. modalar onların şerrinden ne kadar koruyabileceğiz?

Ne kadar zayıfın hakkı yenildiği zaman, nasıl zayıfa yardımcı olacağız?

Nasıl Allâh’ın haram kıldığı bir ticareti işlediler? Nasıl bir helâl ticaret üzerinde nasıl titizlik göstereceğiz? Çünkü yediğimiz gıdalar çok mühim, rûhâniyetimiz için...

Bu, nefsini put hâline getirenlerden uzakta kalacağız.

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

“…Sâdıklarla beraber olacağız.” (Bkz. et-Tevbe, 119)

Aile hayatımızda çöküntüler başladı. Aile hayatları maalesef vîrânelere döndü. Çoluk çocuk arada perişan. Onun için temiz bir nesil yetiştirmeye dikkat edeceğiz.

Yine bu câhiliyye devrini hatırlatan: Fâiz, rüşvet, iffetsizlik… Bu da aynı şekilde devam ediyor maalesef.

Bu fâiz için bilhassa; “Allah ve Rasûlü ile harp etmektir.” buyuruluyor. (Bkz. el-Bakara, 279) Kim harp edecek de? Ya îman gider, ya mal gider. Malın gitmesi daha iyi. Tabi bu mü’minler için…

Yine Cenâb-ı Hak, Ra’d Sûresinde buyuruyor:

“Allah bir kavme verdiğini o kavim, kendini bozup değiştirmedikçe değiştirmez.” (er-Ra‘d, 11)

Demek ki bugün de bu olan bu zaafları telâfi etmeye her müslüman üzerine farz-ı ayın.

Her müslüman; hâdisâtın akışından, dünyanın gidişatından kendisini mes’ul hissetmeli. Toplumdaki bîçârelerden, hidâyet mahrumlarından ve onlara İslâmî hakikatleri tebliğ etmek vazifesinden, kendisini mes’ûl görmeli.

Yine Âl-i İmrân, 110’uncu âyette Cenâb-ı Hak:

“Siz, insanlığın (iyiliği için) hayrı için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız...”

Bu emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker 11 yerde geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de. Bugün ise farz-ı ayın durumunda. Nereden? Kendinden, kendi çocuğundan, ailenden başlayarak devam edeceksin.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Allâh’a yemin ederim ki; ya mârûfu emreder, münkerden yasaklarsınız, veya Allâh’ın, katından umumî bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olsanız da duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten 9/2170)

Yine Zeyneb bint-i Cahş [-radıyallâhu anhâ-] şöyle naklediyor:

“Peygamber Efendimiz’e:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! İçimizde sâlihler bulunduğu hâlde biz helâk olur muyuz?» diye sordular.

Efendimiz de şöyle buyurdu:

«–Fısk fücur, günahlar çoğaldığı vakit, evet.» dedi.” (Buhârî, Enbiyâ, 7)

Velhasıl dünyanın gidişiyle dertlenmek lâzım. Takvâ üzerine istikametlenmek lâzım.

Mevlânâ’nın güzel bir teşbihi var:

“Allâh’a yemin ederim ki;” diyor Mevlânâ, “Kötü yılan, kötü dosttan iyidir. Kötü yılan insanın canını alır. Fakat kötü dost, insanı ebedî ateşe atar, yakar yandırır.

İnsan konuşmasa bile -çok mühim bu- kötü arkadaşından huy kapar. Konuşmasa bile... Gönül gizlice onun ahlâkını alır, benimser. Kötü ahlâkını kendisine ahlâk edinir. Doğruluktan nasibi olmayan, sermayesi bulunmayan arkadaş senin sermayeni de alır götürür.”

Ondan sonra gelen âyet:

“İnsan var ya…” (buyuruluyor. İnsanın nefsî bir durumunu bildiriyor. Nefsine mâl olmuş durumunu:)

“…Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda, (mal mülk verdiğinde), bol nîmet verdiğinde (sevinir ve) «Rabbim bana ikram etti» der.” (Bkz. el-Fecr, 15)

Yani “Bana bu malı niye verdin?” diye düşünmez. Kendisinin bir meziyeti var zanneder. Hâlbuki bir meziyetten değil, bir imtihandır bu! Bunu sen nerede kullanacaksın? Nasıl kullanacaksın! Hattâ öyle bir kullanacaksın ki, bunu sarf ederken bile, verirken bir teşekkür edâsı içinde vereceksin.

Çünkü -Mevlânâ bilhassa bunu çok zikreder- “O garip, o kimsesiz o yalnız olmasa sen nereden Allah rızâsını kazanacaksın?”

Ebu’l-Leys Hazretleri buyuruyor:

“Dâimâ veren, alana bir teşekkür edâsında olur.” buyuruyor.

Dâimâ biz büyüklerden görürdük. Sadaka, zekât, infak verirlerken bir zarfın üzerine;

“Muhterem Ahmed, Mehmet beyefendi, hediyemizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederiz.” derlerdi.

Çünkü onun Allah rızâsına kavuşmasına vesile oluyor. Allah korusun, bir de; “Bak ben sana veriyorum vs.” Bu nimeti ziyan etmektir.

Cenâb-ı Hak;

“Sadakalarınızı imha etmeyin!” (el-Bakara, 264) buyuruyor. Dâimâ verirken sevinerek vermek. Efendimiz sevinerek veriyordu. Sevinerek doyuruyordu.

Demek bir mü’min dâimâ ikram ederken sevinerek ikram edecek, sevinerek doyuracak, sevinerek infâk edecek. Çünkü Allâh’ın kendisine verdiği emaneti tevzî ediyor. Mülk Allâh’ındır. (el-mülkü lillah) Biz mülk ile gelmedik dünyaya. Mülk ile de gitmeyeceğiz dünyadan. 

Gâfil insanın gözünü diktiği husus, sadece dünya malı ve dünyanın lezzetleri, o kadar. O da ne kadar?

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Rabbin kullarından dilediğine bol rızık verir. Dilediğine de az verir. Siz ne harcarsanız Allah onun yerine başkasını verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe’, 39)

Yani rızık, senin değil.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Kalem sûresinde bir kıssa var:

Burada, Yemen’de bir zât var. Cömert bir zât. Tarlaları var, mahsulleri var. Mahsulleri kaldırırken fakir, fukara da geliyor tarlanın etrafında toplanıyor. O, çok cömert bir zât. Fukaraya öşür... Mâlum, toprağın zekâtı öşürdür, mahsûlün. Verirken öşrü fazla fazla veriyor. Yani bir verecekse iki veriyor, üç veriyor. Bu zât vefât ediyor. Ondan sonra çocukları diyorlar ki:

“Biz, karanlıkta daha o fakirler gelmeden, daha gün doğmadan gidelim. Ne varsa toplayıp gidelim. Çünkü bizim sesimizi duyarlar, fakirler gelir. Bu da bize, ancak bize kâfi gelir.”

Fısıldaşa fısıldaşa gidiyorlar da; «Aman sesimiz duymasınlar» diye. Demek ki etrafında şehir var, evler var. Gelmesinler istemeye. Bir gidip bakıyorlar ki... Âyet-i kerîme Kalem Sûresi’nde. Bir bakıyorlar ki tarlaları bir kömür hâline gelmiş. Biri diyor ki:

“−Hâ, herhalde yanlış yere geldik.”

[Diğeri de;]

“−Yok!” diyor, “Yanlış yer değil.” diyor. “Bak!” diyor, “Cenâb-ı Hakk’ın bir ikâzı üzerindeyiz.” diyor.

Onun için Cenâb-ı Hak, “Rahman” ve “Rahîm”. Merhamet sonsuz. Efendimiz de “Raûf” ve “Rahîm”. Kul da rahmet insanı olacak.

Cenâb-ı Hak, nasıl Rasûlullah Efendimiz’i:

وَماَ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

[(Rasûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)]

Rahmet olarak gönderdi cihana. Kul da cihana bir rahmet olacak.

Yine Efendimiz şöyle buyuruyor:

“−Hakkında yeminle,” diyor, “Bunu söylerim.” diyor, “Üç haslet vardır.” diyor. “Bunu iyi düşünün.” diyor.

Birincisi, diyor; “Sadaka vermekle kulun malı eksilmez.” diyor.

Biz de bunu hiç görmedik hayatta. Yani sadaka vermekle kulun malı eksilmez. Cenâb-ı Hak görülmeyen bereketler ihsân eder.

İkincisi uğradığı kimse, dünya bir imtihan, med-cezirler… “Eğer uğradığı haksızlığa sabredenin Allah şerefini artırır.”

Çünkü; “Cenâb-ı Hak sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân, 146) buyruluyor.

Üçüncü grup insan, “Dilenme kapısını açan kimseye Allah fakirlik kapısını açar.” (Tirmizî, Zühd, 17)

Demek ki burada kul müstağnî olacak. Müstağnî olmakla Cenâb-ı hak onu lûtuflandıracak. Gönlüne ferahlık ve huzur hâli verecek.

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de Kârun’dan misal var…

Servet, iki uçlu bıçak gibi. Nasıl bu servetle Abdurrahman bin Avf Hazretleri, Ebû Bekir Efendimiz, Süleyman -aleyhisselâm- نِعْمَ ٱلْعَبْدُ [Ne güzel kul!] ihyâ oldular.

Tersine cimriler de, Kasas’ta Kârun gibi vs. helâk olup gittiler.

Velhâsıl bir mü’min pinti olamaz asla. Kendine mal biriktirmek bir gasptır. Zira mal emanettir. Mal Allâh’ındır. Yine israf etmek de ayrı bir gasptır. Bize emanet edilen malı Kur’ân ve Sünnet’in muhtevasında sarf etmeye mecburuz.

 Buyuruluyor:

“Para yılan gibidir. Hangi delikten girdiyse oradan çıkar.”

Boğazdan haram geçerse ameller bozulur. En azından ihlâs bozulur. Mü’min, cömert olacak, diğergâm olacak, paylaşacak. Allâh’ın kendine verdiği nimetleri tefekkür edecek.

Efendimiz dağıtırdı zaten, hiçbir şey kalmazdı evinde. Bazen haber gönderirdi, bütün hanelerinde; “Sudan başka bir şey yok!” denirdi. Önüne bir garip gelir, öyle mahzun mahzun dururdu. Tabi Efendimiz onu gördüğü zaman, mahzun, hüzünlenirdi. Biraz şöyle bir tarafa doğru dönerdi. Cenâb-ı Hak âyette buyuruyor:

قَوْلًا مَيْسُورًا

“Hiçbir şey veremiyorsan ona, onun gönlüne sevinç verecek, tesellî edecek birkaç söz söyle.” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Yani bir çıkmaz sokak göstermek yok mü’minde. Diğer bir kardeşin dostu olacaksın. Onun dert ortağı olacaksın. Bunun en şeyi, zor zamanlarda…

Sâdi-i Şîrâzî’nin güzel bir şeyi var, nasihati:

“Kapına bir garip gelirse eli boş gönderme.” diyor.  Bir bardak su ver hiçbir şey yoksa. “Allah göstermesin, belki bir gün de sen de garip olur kapıları dolaşırsın. Gönlü yaralı olanların hatırlarını sor! Onlara bak! Belki bir gün sen de o vaziyete düşersin.

Sen ki bir şey istemek için bir kimsenin kapısına gitmiyorsan, bunun şükrâne olarak kapına gelen yoksulu, ona tebessüm et, ona sakın surat asma, onu tebessümle karşıla!” buyuruyor.

“Yine birisine iyilik ettiğin zaman da «Bak ben efendiyim, beyim. Sen bana muhtaçsın» diye içinden geçirme! «Zaman kılıcı o muhtaç kimseye vurmuş» deme! Zira vuran kılıç [henüz] kınına girmemiştir. O kılıç bir gün gelir seni biçer.”

Bu, Hak dostlarının ne kadar güzel, derin bir tefekkürlerini akla getiriyor.

Ziya Paşa’nın ne güzel mısraları var:

Dehrin ne safâ var acaba sîm ü zerinde

İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde

Velhasıl ârifler şunu söyler:

“Beden, yemekle; ruh ise yedirmekle doyar.”

Ahmed ibn-i Hanbel Hazretleri buyuruyor:

“Kanaat sahibi insana az bir mal yetişir. Muhteris kimseye ise çok mal kâfi gelmez.”

Efendimiz buruyor:

“Bir ova versen ikincisini ister. «Daha yok mu?!» der.” (Bkz. Buhârî, Rikàk, 10; Müslim, Zekât, 116-119)

Burada Şa’bî’nin güzel bir şeyi var:

“Fakirin sadakaya ihtiyacından fazla kendine sadakanın sevabına muhtaç görmeyen zengin, sadakasını iptal etmiş, ecrini kaybetmiştir.”

Yani bu çok mühim! Yani “Sen, sadaka verdiğin kimseden sen daha çok muhtaçsın ona” diyor. Sadaka verenin dünyevî ihtiyacını görüyorsun. O da, onun vesilesiyle sen, kendi âhiret ihtiyacını görüyorsun. Ona bir teşekkür edâsı içerisinde bulunacaksın, kalben.

Velhasıl mü’min, iki hassasiyete dikkat edecek. Cebindeki paraya haram karışmayacak, kerahet karışmayacak.

İkincisi, gönlünde muhabbetini taşıdığın insanların hâline dikkat edecek.

Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-; “Zihnî beraberlik zamanla kalbî beraberliği getirir.” O da onu eğer menfî insansa helâk eder. Rahmet insanıysa rahmete götürür.

İşte bu amellerimize iki büyük müessir: Muhabbet ve para.

Yani doğru yola da sevdiğin insanla gidersin, yanlış yola da sevdiğin insanla gidersin. Onun için dâimâ şu duayı yapacağız:

“Ya Rabbî! Bana haramdan korunmayı nasîb et!”

Fakat o da sırf lafta kalmayacak, istikâmette olunacak.

“Ya Rabbî! Sevmediğini bana sevdirme! Sevdiğini sevdir, sevmediğini de sevdirme!”

O’nun, Rabb’in sevmediğine biraz sempati gösterirsen, Tebbet Sûresi’ni düşün. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in amcası Ebu Leheb’e lanet ediyor. “Elleri kurusun!” buyuruyor. Îman, lâyıkına muhabbet, müstehâkkına nefret. Bu çok mühim! Onun için:

اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

geliyor. Nimet verdiğin... Kimler? Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihler. Onlarla beraber olacaksın.

اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

Dalâlettekilerden de kendini koruyacaksın, kalbini koruyacaksın. Bu da mühim çok!

Buyuruluyor:

“İblis ve nefis, varlıklı kimselere yaptığı az hayrı çok gösterir.”

Hatta kıyas yapar. «Böyle benim gibi kim yapıyor?!» der. Kendini toplumla kıyas ettirir. Şunu diyor ehl-i hâl kimseler:

“Hırsız eskici dükkânını soymaz. Alacak bir şey yok orada. Kuyumcu dükkânını soyar. Şeytan dâimâ meyveli ağaca taş atar. Varlıklı kimseleri idlâl eder. İhtiras verir.”

Ne der? “Efendim, çok kazan da çok çok dağıtırsın!” der.

Cenâb-ı Hak; “Çok zengin ol!” demiyor. O anda durumun neyse ona göre hareket edeceksin.

Velhasıl Kur’ân-ı Kerîm, şeytandan, şeytanın gaflet içerisindeki insanların mallarına, evlatlarına ortak olacağını ifade ediyor. İsrâ sûresi, 64.âyetinde;

“Mallarına ve evlatlarına ortak ol! Kendilerine vaatlerde bulun! [Zaten] şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez!” buyruluyor.

Bu da mühim, bunu da okuyayım. Makamda bulunan bir kimse. Bir yerde müdür oldun, vs. oldun, veyahut daha ötelerde, yukarıda oldun.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh, Mısır’a vali [tayin] ettiği Mâlik bin Hâris’e bir emirnâme gönderdi.

Bu nedir? Emr-i bi’l ma’rûf, nehy-i ani’l münker…

Orada şu ifadeler yer aldı:

“İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma! (Küçük görme! İbâdullâhı istihkâr etme!) Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnâsız bütün insanlar ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir.

İnsanlar hata edebilir, başlarına bir iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allâh’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allâh’a karşı [aslâ] küfrân-ı nîmette bulunma! Affından dolayı aslâ pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da aslâ sevinme!”

“Üç kişiyle de istişâre etme!” buyuruyor.

“Seni yoksulluğa düşürmekle korkutarak iyilik yapmana mâni olan cimriyi. (Onunla istişâre etme, diyor.)

Büyük işlerde azmini kıracak korkağı. (Onunla da istişâre etme, diyor.)

Gözünü hırs bürümüş muhteris kimseler. Onlarla istişâre [heyetine] alma!” diyor.

Ondan sonra gelen âyetler:

“Onu imtihan edip rızkını daralttığında «Rabbim beni önemsemedi» der.” (el-Fecr, 16) Câhil de, gâfil de.

Hâlbuki onun malının az olmasından belki...

Fazla olsaydı belki, azıtıp gidecekti. Kârun da baştan müttakî bir insandı. Malın çoğalmasıyla azdı gitti.

Efendimiz üsve-i hasene. Efendimiz’e çok ganimetler geldiği zaman oldu. Zenginsen ona göre. Efendimiz’in taş bağladığı zamanlar oldu, fakirsen ona göre.

Velhâsıl bir şükür hâlinde bulunabilmek. Yine burada;

“Benim fazla mal veremiyorum ben, ben fakirim…”

Efendimiz buyurdu ki:

“Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçti.”

Sahâbe dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Nasıl bir dirhem yüz bin dirhemi geçer?”

“–O bir dirhemi veren, kendinden kesip verdi, o yüz bin dirhemi veren mevcuttan verdi.” (Nesâî, Zekât, 49)

Onun için burada senin, cömertliğine bağlı.

Bir mü’min zorluklardan, vesaireden hiçbir zaman kaçınmayacak. Bu Tebük Harbi’nde kalbi[nde] nifak hâli olanlar dediler:

“–Bu yaz günü sefer mi olur Tebük’e?” dediler.

Yalan uydurdular. Seksen kişi böyle yalanla, Efendimiz’i güya kandırdı. Arkadan âyet indi. Onlara:

“Cehennem daha sıcaktır!” (et-Tevbe, 81) buyurdu.

Demek hiçbir zaman, bu dünya, bir imtihan dünyasındayız, meşakkatler geldiği zaman;

“–Ya Rabbi! Güç kuvvet ver!” diye Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edeceğiz.

Yine âyette buyrulur, Saff Sûresi’nde:

“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti göstereyim mi?

Allah ve Rasûlü’ne inanırsınız, mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz, eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır.” (es-Saff, 10-11)

Bu gün cihadların en büyüğü evlatlarımıza.

Yine Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

[“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça birr’e (iyi)ye eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92)]

Cenâb-ı Hak îmânımızın testini istiyor. Sana malı veren, imkânları veren, zihni veren, hâfızayı veren, gücü veren Cenâb-ı Hak, onları test ediyor.

“Sevdiklerinizden vermedikçe birre / fazîlete eremezsiniz.” buyuruyor.

“Ne oluyor ki” diğer âyette, “Allah yolunda harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin, yerin mirası Allâh’ındır…” (el-Hadîd, 10)

Hepsi miras. Senin değil ki! Yine bu güne ait belki, bu gün de içine girebilir belki:

“…İçinizde fetihten önce harcayanlar ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlarla eşit değildir…” (el-Hadîd, 10)

Yani zor zamanlarda kendini Allâh’a adayanlarla rahat zamanda olanlar arasında, bir değildir buyuruyor, Cenâb-ı Hak.

Onun için bugün o gün. Evlatlarımızı kurtarmak, yangından insan kurtarmak.

Yine ondan sonra gelen âyette:

“Hayır” diyor Cenâb-ı Hak: “Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.” (el-Fecr, 17)

Bu yetime ikram etmemek, câhiliye âdeti idi. Yetimi itip kakarlardı.

“Yoksulu yedirmeyi de birbirimize teşvik etmiyorsunuz.” (el-Fecr, 18)

Hem yedireceksin, hem de teşvik edeceksin. Kimler var memleketimizde? Suriyeliler var, Çeçenler var, Afganlar var, garipler var, vesâire var... Türkiye dışında var, vesâire. Demek ki, imkânın kadar, imkânın yok, seherlerde duâ edeceksin.

“Haram helâl demeden miras yiyorsunuz.” (el-Fecr, 19)

Bu da bir, cahiliye bu şekilde idi. Kapanın elinde kalıyordu. Bazı yerler bugün de aynı…

“Malı da aşırı şekilde de seviyorsunuz.” (el-Fecr, 20) buyuruyor.

Hâlbuki mal, bir vasıta. Seni Cennet’e de götürür, Allah korusun öteki tarafa da götürür.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Vallâhi” diyor, “Ben sizi benden sonra tekrar şirke dönmenizden hiçbir korkum yok. Ben asıl sizin dünyayı elde etmek için, -ihtiras yani-, birbirinizle kapışıp birbirinizle kavga edip birbirinizle olan mücadeleden korkuyorum.” (Buhârî, Cenâiz 71, Menâkıb 25, Megâzî 27, Rikâk 7, 53; Müslim, Fezâil, 30)

Yani ihtirasınızdan korkuyorum, buyuruyor. Tabi bu ihtiras sebebi ile âhiret şey oluyor. Ondan sonra Cenâb-ı Hak, âhiret faslına geçiyor:

 “Ama yeryüzü parça parça döküldüğünde, Rabbinin (emri) geldiğinde, meleklerin saf saf dizildiği zaman, (her şey ortaya çıkacaktır.)(el-Fecr, 21-22)

Yine Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-; “Gerçek mü’min altı korku içindedir.” diyor.

  1. Îmânını kaybetme korkusu. Onun için ona çok dikkat edilecek. Hiçbir zaman tavizli bir hayat olmayacak hayatımız da. Cenâb-ı Hak âyette:

“Rabbimiz! Bizi hidâyete er[dir]dikten sonra kalplerimizi eğdirtme!” (Âl-i İmrân, 8) buyuruyor. Yine Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allah’tan onun [şanına] yaraşır şekilde korkun…”

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

  1. Kıyâmet günü kendini rüsvâ edici şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu. Cenâb-ı Hak:

“O gün yer…”

يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا

“…Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5)

Burada namaz kıldı, burada çelme taktı, burada hakaret etti, burada bir kalp kırdı… Orada hepsi kendi amellerini görecek.

  1. Amelin şeytan -aleyhillâne- tarafından boşa çıkartılması [korkusu].

İblis ne dedi:

“Ben,” dedi “Rabbimin beni azdırmasına karşı, ben yeryüzünde onlara günahları süslü göstereceğim,” dedi. “Ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.” dedi.

“Ancak onlardan mühlasîn/Allâh’ın ihlasını koruduğu kullar kurtulur.” dedi. “Benim gücüm yetmez!” dedi, “ona.” (Bkz. el-Hicr, 39-40)

  1. Ölüm meleği Azrail’in gaflet içinde ansızın yakalama korkusu. Bir program seyrederken, menfî bir program, menfi bir internete bakarken ölümün o anda gelebilmesi.

Cenâb-ı Hak:

“Sana yakîn gelene kadar Rabbine ibadet et!” (el-Hicr, 99)

  1. Dünya ile mağrur olup âhiretten gafil kalmak.

Cenâb-ı Hak:

“Bu dünya hayatı, aldatma metaından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185) buyuruyor.

[6.] Çoluk çocuğun fazlaca meşguliyete dalıp Allah Teâlâ’nın zikri ile meşgul olmaması...

Bugün bilhassa şunu da görüyoruz mesela:

İmtihanlar var, anne-baba geliyor, çocuğun o imtihanın bitene kadar kapılarda bekliyorlar, okul kapılarında. Bir meşakkate katlanıyorlar. Aman dünyevî olarak bir takım rütbelere çıksın. Peki, âhiret için ne yapıyorsun? Esas hayat ahiret hayatı… Onun için Cenâb-ı Hak;

“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir, büyük mükâfat Allah katındadır.” (el-Enfâl, 28)

Böyle bir boş şeyde Cenâb-ı Hak;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmıştır boşuna…”  (el-Ğâşiye, 3) [buyuruyor.]

İhtirasın kendisini helak etti.

Ondan sonra âyet:

“O gün cehennem getirilir, insan yaptıklarını bir bir hatırlar…” (el-Fecr, 23)

Yine âyet-i kerîmede:

“Kitap ortaya konmuştur...” Senin hayatın…

“…Suçluların orada yazılı olanlardan korkmuş olduğunu görürsün. (Suçlular o yaptıkları o amellerden korkmaya başlarlar.)

«–Vay hâlimize!» derler. «Bu nasıl kitapmış!» derler. «Küçük büyük hiçbir şey bırakmadan yaptığımızın hepsini sayıp dökmüş!» Böylece yaptıklarının karşılıklarını bulmuşlardır...” buyuruyor Cenâb-ı Hak. 

“…Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (el-Kehf, 49)

Onun için kardeşler, bir kişinin gıybetini yaptık veyahut da zamanında onun bir şeyini geciktirdik. Kul hakkı kaldı.

Efendimiz:

“Mutlaka helalleşin!” buyuruyor. “Dünyada rezil olmaktan[sa] âhirette rezil olmak çok daha beterdir!” (Bkz. İbn-i Esir, el-Kâmil, II, 319) buyuruyor.

Mahşer günü mü’minin en kıymetli sermayesi sevaplarıdır, böyleyken dünyada girdiği kul hakları sebebiyle o sevaplarını kaybetmesi, hatta üstüne başka günahlar yüklenmesi, bir kul için ne fecî bir pişmanlık ve hüsrandır, buyuruluyor.

Yani üzerinde kul hakkı olana sevaplarını vereceksin, sevapların bitti; onların günahlarını alacaksın.

Hatta Hasan-ı Basrî Hazretleri:

“Eğer, diyor, gıybete, dedikoduya düşkünsen, anneni babanı gıybet et!” diyor “Bari sevapların ona gitsin!” diyor.

En fecisi de çocuğuna İslâmî bir terbiye ve dînî tahsil vermeyen, onları uydum kalabalığa, gün bugün diyerek sokakların insafına bırakan anne babalardan, âhirette kendi evlâtları da şikâyetçi olacak.

Ondan sonra:

يَقُولُ يَا لَيْتَنِي قَدَّمْتُ لِحَيَاتِي

buyuruyor. İşte o zaman insan, nasıl bir pişmanlık!..

“Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!” (el-Fecr, 24) diyecek.

“O gün Allâh’ın edeceği azâba kimse mânî olamaz!” (el-Fecr, 25) buyuruluyor.

Kelâm-ı kibarda:

“Üç türlü insan Allah’tan uzaktır.” buyruluyor.

Birincisi rahatlığını düşünerek hizmetten kaçanlar.

İkincisi hassas olduklarını öne sürerek ıztırap ve sefaletlerine yaklaşmayanlar. Benim içim kaldırmıyor, diyerek kendine mazeret bulanlar. Yani matemlerin civarında dolaşmayan, bulunmayanlar. O matemlerdekine bir yardımcı olmayanlar.

Üçüncüsü de gafiller topluluğu ile beraber olanlar.

Hizmet çok mühim. Hizmet, hiçlik ve tevazu getirir. Yani nitekim Bursa kadısı Aziz Mahmud Hüdayi, mürşidi Üftade Hazretleri’nin işareti ile dergâhta temizlik yapmış, bu şeyle, en yüksek rütbede ve çarşıda kaftanı ile ciğer satmıştır.

Hiç’ten geldiğini unutmamak, yani hiç’liği bulması… Çünkü bir hiç olarak geldik. Yani lûtfen Cenâb-ı Hak bizi dünyaya getirdi. Müslüman olarak geldik. En büyük peygambere ümmet olduk. «Ben» istemiyor Cenâb-ı Hak. Onun için tasavvufun ilk kademesi de, o «ben»i unutmak.

Yine Yûnus Emre’nin güzel bir mısraı var, bu mânevî hasletlere dikkat çekerek:

Bir kez gönül yıktın ise,

Bu kıldığın, namaz değil.

Yetmiş iki millet dahî,

Elin yüzün yumaz değil.

Yani dinimiz bir mü’minin kaba-saba, kırıcı, kibirli olmasını aslâ kabul etmez. İslâm bencil değil fedâkâr, diğergam; cimri değil cömert; kaba değil rikkat sahibi bir mü’min ister.

Velhasıl hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kayboluşu, her gönlü derinden derine sızlatır… Zihinlerde âdeta bir zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve kımıldadıkça insanı tedirgin kılan ölüm ve ötesine dair meçhuller, öteden beri insanoğlunun zihnini, kalbini en çok meşgul eden meselelerden biridir. Onun için hep hazırlık… Yani dershânede olduğumuzu unutmamak.

Yine Yûnus Emre, yine güzel bir mısraı vardır, mezarlıkları, kabristanı bir dolaşırken bir duyuşa gelmemiz için:

Yûnus der ki; gör takdirin işleri,

Dökülmüştür kirpikleri, kaşları,

Başları ucunda hece taşları,

Ne söylerler ne de bir haber verirler.

Ömer bin Abdülaziz, ona «Beşinci Halîfe» diyorlar. Tarihte iki buçuk [yıllık] hilafeti ile İslâm tarihinde en büyük imzaları atanlardan biridir. Onun vesilesiyle halk da büyük bir takvâ sahibi oldu. İki buçuk senede, o güç kuvvet vesâire, iki büklüm hâle geldi. Bütün ümmet-i Muhammed’in derdi ile.

Bir gün bir arkadaşı geldi. Görmek istedi. Ömer bey; “Gelsin buyursun.” dedi. Geldi bir baktı şöyle:

“–Ömer!” dedi, “Ömer bin Abdülaziz!” dedi “Ne bu hâlin? Sen ne olmuşsun?” dedi. “Arkandan.” dedi.  “Kamburun çıkmış.” dedi. “Gözlerin, iki buçuk senede, ne olmuşsun sen böyle?” dedi.

Ömer bir Abdülaziz;

“–Sen bunlardan vazgeç!” dedi. “Sen” dedi, “Benim kabrimi” dedi, “Üç gün sonra açsan,” dedi, “Bu hâlimden çok daha ötesini göreceksin.” dedi. “Geç bunları!” dedi. “Sen bana Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den iki hadîs-i şerîf oku da ferahlayalım.” dedi.

Velhâsıl;

Cenâb-ı Hak uyanmayı nasîb eylesin cümlemize.

Lillâhi teâle’l-Fâtiha…