Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 24 Ağustos 2020 Sohbeti

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Yusuf Suresi ve Yusuf Aleyhisselam'dan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 24 Ağustos 2020 tarihli sohbeti...

24 Ağustos 2020 Sohbeti

Çok muhterem kardeşlerimiz!

Teberrüken, bereket olması için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerinin, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine;

Dînimizin, vatanımızın, milletimizin ve bütün ümmet-i Muhammed’in selâmetine;

İçinde bulunduğumuz iptilâlardan, hastalıklardan, musibetlerden selâmet bulmamız;

Diğer taraftan, bugün dersini yapacağımız Yusuf -aleyhisselâm-’ın kıssasından Rabbimiz cümlemize, kavlî âyetler, yani Kur’ân âyetleriyle derinleşmeyi, diğer taraftan kevnî âyetler, yani kâinat kitabının tefekküründe bir seviye kazanabilmeyi, ilâhî kudret akışlarından ve ilâhî tecellîlerden nasîb alabilmeyi, bu cihânın sessiz lisânını okuyabilmeyi, bu hasletin kalpte bir şuur ve idrâk hâline gelebilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u keremiyle cümlemize nasîb eylemesi niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem kardeşlerimiz!

Nebîler silsilesinden Yusuf -aleyhisselâm-’a geldik. Dersimiz, Yusuf -aleyhisselâm-’ın bu, Yusuf Sûresi… Bu sûre, 111 âyettir.

“…(Bu Kur’ân) îman eden toplum için bir rahmet ve bir hidâyettir.” (Yûsuf, 111)

Yusuf kıssası, Kur’ân-ı Kerîm’de “ahsenü’l-kasas” yani kıssaların en güzeli olarak geçer, öyle vasıflandırılır. İnsanın rûhî yapısındaki med-cezirler, çalkantılar, iniş-çıkışlar, nefsânî arzuların hüsrânı, diğer taraftan fazîletlerin seviye kazanması…

Öyle ki bu kıssadan herkes, kendine göre bir hikmet dersi çıkarabilir. Çünkü “ahsenü’l-kasas” buyruluyor.

“Yusuf ve kardeşlerinde, (ders almak) isteyenler için âyetler (ibret ve hikmetler) vardır.” (Yûsuf, 7) buyruluyor.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kölelerinize (yani emrinizin altındaki bulunanlara) Yusuf Sûresi’ni öğretin (buyuruyor). Zira herhangi bir müslüman, onu yazıp ehline öğretirse (çoluk-çocuğuna, yakınlarına), Allah Teâlâ onun sekerât-ı mevtini (ölüm ânını hoşluk eder ve sıkıntılardan berî eder) kolaylaştırır. (Bu sûreyi yaşayanlarda) hiçbir müslümana karşı bir haset etmeye bir mecâl kalmaz!” (Zemahşerî, Keşşâf, III, 98)

Yani fazilete erer.

Yusuf -aleyhisselâm-, kardeşlerinin hasedine mâruz kaldı, kuyuya atıldı ve zindana düşmek gibi musîbetlere dûçâr oldu.

Takvâsı neticesinde, Cenâb-ı Hak, Yusuf -aleyhisselâm-’a Cebrâîl’i gönderdi. Birçok lûtuflarda bulunarak onu tesellî etti. Belâlara karşı, musibetlere karşı Yusuf’ta bir tahammül gücü ihsan eyledi.

Âyette de buyruluyor:

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا ﴿5﴾ اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۜ ﴿6﴾

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)

Dünya da aynı. Birtakım med-cezirler olacak, çalkantılar olacak, zorluklar olacak; sabır olacak, şükür olacak. Onun neticesinde bir son nefes bayramına kavuşulacak…

Cenâb-ı Hak bu zorluklardan, meşakkatlerden sonra Yusuf’a kuvvet, izzet ve saltanat bahşetti. Böylece o, birçok ezâ ve cefâya mâruz kalması sebebiyle, saltanat yıllarında; yardıma muhtaç olan zayıf, fakir, gariplere daha fazla merhametli davrandı.

Hazine veziri olduğu zamanlarda aç olarak erzak dağıttı. Kendisine niçin böyle yaptığını soranlara:

“–Karnım tok olursa, açların hâlinden anlayamam diye korkuyorum!” diye cevap verdi.

Buyrulur yine:

“Kim Yusuf Sûresi’ni okumaya, ondaki derûnî mânâları düşünmeye devam ederse, Yusuf’un nâil olduğu sürurdan bir nasip alır.”

Yusuf Sûresi’nde ne var?

–Nübüvvet var,

–Rüyâ tâbiri var,

–Dünya riyâseti var,

–Belâ ve musîbetler ânında metânetle davranıp muvâzeneyi/dengeyi bozmama var,

–Düşmanın ezâsına karşı sabır var,

–Firkat var, aşk var, âşık ve mâşuk var,

–Fâsık kadınların hîle ve desiseleri ile imtihan (yani Züleyhâ’nın nefs-i emmâreden, rızâ hâline bir çıkışı),

–Kölelik var, hapis var, halâs var / kurtuluş var,

–Azîzlik var ve ikbâl var,

–Kötülüğe gücü yeterken affetmesi var. Yani büyük bir fazîlet. Cenâb-ı Hak Fussilet Sûresi’nde;

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel şekilde önle! O zaman Sen’inle arasında düşmanlık bulunan kimse, bir de bakarsın ki, candan (samimî) bir dost olur!” (Fussilet, 34)

Kendisine bu kadar düşmanlık yapan kardeşleri, kendisiyle, Yusuf -aleyhisselâm-’ın fazileti karşısında utandılar:

“Allah seni hakîkaten bizden üstün yaratmış...” (Yûsuf, 91) dediler ve dost oldular.

–Nîmet var yine bu sûrede,

–Cezbe var, işaret var, beşâret var ve fetânet var,

–Tâbir ve tefsîr gibi nice hikmet ve ibretle dolu sırlar var.

Yine bu sûrede bir;

–Enbiyâ vârisliği var,

–Allâh’a halîfe olabilmenin sırları var,

–Ruh ve kalp gibi cismânî ve rûhânî kuvvetlerden bahsediliyor.

Nitekim Yusuf karşısında Züleyha, nefs-i emmâreyi temsil eder.

Züleyha müslüman olur, rûhu terbiye görür, tezkiye olur, rızâ makâmına çıkar. Allâh’a vâsıl oluncaya kadar sıkıntı, iptilâ, belâlar, kendisini pişirip olgunlaştırır.

Müfessirler, Yusuf kıssasındaki ibret dolu safhaları şöyle hulâsa ve şöyle zikrederler:

Yusuf, küçük yaşta başlayan çeşit çeşit belâ ve musîbetlere karşı büyük bir sabır göstermiştir. Demek ki sabır başta geliyor.

  1. Kardeşlerinin yaptığı onca eziyet ve kötülüğe, hattâ kendisini öldürmeye kastetmelerine rağmen, Yusuf onlarla karşılaştığında destânî bir af ve bir müsâmaha örneği sergilemiştir.

Bu kıssada peygamberlerden, sâlihlerden, meleklerden, şeytanlardan, insanlardan, cinlerden, hayvanlardan, hükümdarlardan, memleketlerden, tâcirlerden, âlimlerden, câhillerden, erkeklerden, kadınlardan ve fâsık kadınların çeşitli hîle ve tuzaklarından bahsedilmektedir.

Yine bu kıssada tevhîdden, fıkıhtan, siyerden, rüyâ tâbirinden, siyâsetten, muâşeretten, din ve dünyanın salâhı için gerekli olan birçok hususlardan bahsedilmektedir.

Tezkiye vardır, râbıta vardır.

Yine çile, belâ, musîbet ve imtihanlarla dolu bir hayat macerasının, hayat serencâmının sonunda kavuşulan sonsuz bir saâdet anlatılmaktadır.

Nitekim Yusuf, otuz yaşında Mısır’a melik oldu rivâyete göre.

Yusuf’un duâsı hürmetine Züleyha yeniden gençlik ve güzelliğe kavuştu ve Yusuf’la evlendi.

Yâkub’un, Yusuf’un hasretiyle ağlamaktan kör olan gözleri yeniden kendisine verildi.

Yâkub en çok sevdiği evlâdına, Bünyamin de ana-baba bir kardeşi Yusuf’a kavuştu.

Yusuf, kendisini öldürmek isteyen kardeşlerini affetti, çok büyük bir af. Onlar da tevbe ederek sâlihlerden oldu.

Burada bir irşad metodunu görmüş oluyoruz.

Yâkub ve âilesi Kenan diyârından Mısır’a hicret etti. Yusuf’un küçükken gördüğü rüyâ tahakkuk etti.

Mısır Meliki Reyyân bin Velid, bütün devlet işlerini Yusuf’a bıraktı ve o da Yusuf’un o fazileti karşısında îman ederek müslüman oldu.

Yusuf, o zamana kadar hiç kimsenin yapamadığı en güzel duâyı yaptı. (Bkz. Kurtubî, el-Câmî, IX, 120)

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

(“…(Yâ Rabbi!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” [Yûsuf, 101])

Tabi bu duâ, çok mühim bir duâ. Hatırıma gelmişken:

Bir kişi tavaf yapıyor devamlı. Tavafta da bu duâyı okuyor:

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

(“…(Yâ Rabbi!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” [Yûsuf, 101])

Arkadaşı diyor ki:

“–Başka duâ yok mu diyor Kur’ân-ı Kerîm’de? Niye hep bu duâyı tekrarlıyorsun?” diyor.

“–İyi bir kardeşim vardı, fakat son ânı iyi olmadı diyor. Ben hâlâ onun teessürü içindeyim diyor. Onun için bu duâyı çok tekrarlıyorum.” buyuruyor.

İşte biz de namazlarda, elimizi kaldırdığımız zaman namazın sonunda:

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

(“…(Yâ Rabbi!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” [Yûsuf, 101])

Bu duâyı -inşâallah- tekrarlamakta fayda var. İnşâallah, hem tekrarlamak, hem de bu duânın muhtevâsı içinde yaşayabilmek.

Yusuf Sûresi’nin sebeb-i nüzûlü:

Yahudi âlimleri, müşriklerin reislerine gelerek dediler ki müşriklere:

“–Muhammed’e sor bakalım dediler; Yusuf ve âilesi, Şam’dan Mısır’a niçin göç etti ve Yusuf kıssası nedir?”

Müşriklerin reisi de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek bunları sordu. Bunun üzerine Yusuf Sûresi nâzil oldu. (Âlûsî, Tefsîr, XII, 170)

Bu Yusuf Sûresi’nin indiği dönemde Rasûlullah Efendimiz ve müslümanlar binbir sıkıntı, belâlara dûçâr olmuş durumdaydılar. Ambargolar konulmuştu. Hayat hakkı tanınmıyordu. Yine bu aralarda Hatice Vâlidemiz vefât etti. Amcası Ebû Tâlib’i de kaybetti. Müşriklerin baskısı iyice arttı.

İşte bu Yusuf Sûresi, “Hüzün Yılı” diye adlandırılan böyle bir zamanda nâzil oldu. Böylece hem Rasûlullah hem de ashâb-ı güzîne ilâhî bir tesellî mâhiyetinde oldu ve ümmet-i Muhammed’e bir tesellî mâhiyetinde. Yani ne kadar derinleşebilirsek, o kadar bir tesellî mâhiyetinde. Yani insan realitesi… İnsanın nefsânî yapısı, rûhânî yapısı…

Cenâb-ı Hak, âyet:

“Elif. Lâm. Râ.” (Yûsuf, 1) diye başlıyor.

“Bunlar(…) her şeyi açıklayan Kitâb’ın âyetleridir…” (Yûsuf, 2)

Hurûf-i mukattaalar, Allah -celle celâlühû- ile Rasûlullah Efendimiz (arasında) şifre olduğu bildiriliyor. Fakat birçok müfessirler, “Allâhu a‘lem” diyerek “Allah en iyi bilir” diyerek, tefsir ediyorlar. En çok üzerinde durulan da;

“İşte Kur’ân-ı Kerîm bu harflerden meydana gelmiştir. Bütün ins ve cin topluluğu birleşin, siz de bir Kur’ân’ı -gücünüz varsa- meydana getirin!” Yani Kur’ân bir meydan okur.

Yine;

“…Düşünüp mânâsını anlamanız için Biz, onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Yûsuf, 2)

Kur’ân-ı Kerîm, kelâmda bir mûcize. Kıyâmete kadar bâkî kalacak. Fesâhat, belâgat, yani diksiyon, yani mânâ, lâfız ve kelime seçimi Cenâb-ı Hakk’a âit.

Onun için müşrikler; “Toplanalım…”

Edebiyat fuarları vardı, sıfır oldu edebiyat fuarları. Hattâ İmruu’l-Kays’ın kızı geldi:

“–Babamın dedi, İmruu’l-Kays’ın şeyini kaldırın dedi, şiirlerini. Artık, Kur’ân inince onun bir ehemmiyeti kalmadı.” dedi.

Kur’ân sûrelerinin benzerini vücûda getirmek hususunda Kur’ân-ı Kerîm meydan okuyor. O günden beri cevapsız kalıyor.

Bir peygamber gelir. Toplum der ki:

“–Sen mâdem böyle bir iddiadasın, bize bir, ekstra, yapamadığımız bir hâdise, insanların gücünü aşan bir hâdise göster!” der.

Peygamber de Cenâb-ı Hakk’a sığınarak o toplumun istediği mucizeyi gösterir. Ona, kalpleri teşne olanlar îmân eder, diğerleri “sihirdir der, vesâiredir der, kehânettir…” der.

O mûcize, o devre âittir. Fakat Rasûlullah Efendimiz son peygamber. Kur’ân-ı Kerîm son kitap. O mûcize kıyamete kadar devam etmesi lâzım. Cenâb-ı Hak onun için:

“…İnsanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’ân’ın bir ben­zerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun yine de benzerini yapa­mazlar!” (el-İsrâ, 88)

Edebiyat zirvedeydi câhiliye devrinde. Fakat şairler; “Gelin birleşelim de birkaç satır yazalım.” diye kendilerinde bir güç görmediler. Yani Kur’ân’ın Allâh’ın kelâmı olduğunu kalben kabul ettiler, nefsen reddettiler.

Yine bu benzerinden sonra bir benzeri, öyle bir teşebbüs etmediler. Kur’ân-ı Kerîm daha onlara kısaltarak;

“O zaman on sûre meydana getirin.” buyurdu. (Bkz. Hûd, 13)

Ona da bir cevap gelmedi. En sonunda:

“…Bir sûre getirin, eğer iddiânızda doğru iseniz…” (el-Bakara, 23) buyuruyor.

“Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- (Cenâb-ı Hak buyuruyor) yakıtı, insan ve taş olan Cehennem ateşinden sakının (dedi). Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (el-Bakara, 24)

Cenâb-ı Hak, kıyâmete kadar Kur’ân-ı Kerîm’i koruyacağını bildiriyor. Birçok câhiliye devri geçti, asr-ı saâdetten beri devam eden câhiliye devirleri geçti, fakat Kur’ân-ı Kerîm’in aslâ bir harfi bile değişmedi. Zira Cenâb-ı Hak Hicr Sûresi’nde:

“Kur’ân’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu Biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9) buyuruyor. Kıyamete kadar bir harfi değişmeden devam edecek.

Yine Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Arapça indirmekle Arapça lisânına bir şeref bahşedildi. Fakat Kur’ân-ı Kerîm lisan olarak Arapça’nın üzerinde bir lisan. Kur’ân-ı Kerîm indiği zaman, iki senede bir edebiyat fuarları yapılırdı. 100 tane şair iştirak ederdi, 7 kişi seçilirdi, biri seçilirdi içlerinden. Fakat artık edebiyat fuarları bitti. Hattâ o şairler, müşrik şâirler, yine fesâhati, belâgati, yüksek Arapça’yı anladıkları için, duvar arkasından dinlerlerdi, sonra birbirlerine bakıp utanıp giderlerdi.

Niçin karşı çıkıyorlardı Kur’ân-ı Kerîm’e?

Çünkü Kur’ân-ı Kerîm rahatlarını bozdu. Bugün de aynı. Çünkü ne dediler?

“عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ” dediler.

“Büyük haber var!” (Bkz. en-Nebe, 2) dediler.

Ne haberi? “Kıyamet haberi var!” dediler. “Hesaba çekileceğiz!” dediler. Onun üzerine ne yaptılar? İhtilâf ettiler; “Ya varsa ne yapacağız?!” dediler. Korkmaya başladılar.

Bu korkuyu bertaraf etmek için, yine nefsânî yaşamak için bugün olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm’e birçok yerde ne diyorlar; “İslamofobi” diyorlar “korkutucu” diyorlar. Korkutucu değil, huzur verici, rahat verici, selâmete çıkartıcı. Dünyada huzur, kabirde huzur, âhirette huzur.

Cenâb-ı Hak mükemmel bir Arapça’yla indirdi. Zaten okunuşu da Arapça gibi değil. Arapça’da bir tecvid kâidesi yok. Yalnız tecvid kâidesi Kur’ân-ı Kerîm’e ait.

Velid bin Muğîre dahî dedi:

“Bu Kur’ân-ı Kerîm…”

Arab’ın dört dâhisinden biriydi-:

“–Ben dedi, Arab’ın bütün şiirlerini bilirim dedi. Hattâ şiirle konuşurum dedi. Cinlerin bile şiirini bilirim dedi. Fakat bu Kur’ân-ı Kerîm, iddiâ ettikleri gibi müşriklerin, şiir değildir dedi. Kehâneti bilirim, kehânet de değildir.” dedi, durdu…

Ebû Cehil geldi:

“–Sen bizim reisimizsin dedi, buna çare sen bulursun.” dedi.

“–Yok dedi, çare bulacak durum yok.” dedi.

“–Herhâlde sana dedi, Muhammed dedi, para verdi, bir şeyler verdi, makam verdi…” dedi.

Kızdı o zaman;

“–Yok dedi, o zaman sihirdir diyelim.” dedi.

Sonra Velid bin Muğîre dedi ki:

“–Arab’ın fesâhat, belâgatini en iyi bilen benim dedi. Zenginim dedi, malım-mülküm de var. (Nefsânî hesapları ortaya koydu.) Bu Kur’ân bana inmeliydi.” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, I, 385. Krş. ez-Zuhruf, 31)

Yani Kur’ân-ı Kerîm’in hak olduğunu vicdanen kabul etti, nefsaniyetine ağır geldiği için, kibrinden, gururundan dolayı reddetti. Birçok, o zamanki müşrikler de aynı o şekildeydi.

Yine âyet-i kerîme devam eden:

(Rasûlüm!) Biz, bu Kur’ân’ı Sana vahyetmekle, geçmiş ümmetlerin birtakım haberlerini en güzel şekilde beyân ediyoruz. Şu bir gerçek ki, daha önce Sen’in bundan hiç haberin yoktu.” (Yûsuf, 3)

Yani daha evvel bir tarih ilmi diye bir ilim yoktu. Ancak ne vardı? Bu, gelen bir masallar vardı. Onlar da bu Arap tüccarlar Farslara ve Bizans’a gittiği zaman oradan bazı efsânevî hikâyeler anlatırlardı. Başka bir şey yoktu. Bir tarih ilmi de yoktu. Bu bir Yusuf -aleyhisselâm-ı, bu arada diğer peygamberlerin durumunu bildirmekle, Kur’ân-ı Kerîm bir tarih ilmi bildiriyor.

Ondan sonra, son zamanlarda bütün yapılan kazılardan çıkan ifadelerle, Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği hâdiseler, bir mutâbakat hâlinde devam ediyor. Yani Kur’ân-ı Kerîm aynı zamanda fesâhat, belâgatte mûcize, tarihte de bir mûcize.

İlimde de bir mûcize. İlim arkadan geliyor, Kur’ân önden gidiyor. O zaman embriyoloji diye bir şey bilinmiyordu. Nutfe, aleka, mudğa vs… Bu, 19. asırda -aşağı yukarı- tespit edildi. Kur’ân-ı Kerîm 1400 küsur sene evvel haber verdi. Parmak izi diye bir şey bilinmiyordu, bu da yeni bilindi. Süt hakkında; sütün nasıl meydana gelmesi… Semâvâta ait bilgiler, toprağa ait bilgiler vs… Cenâb-ı Hak… İlim arkadan, Kur’ân-ı Kerîm önden gidiyor. Belki gelecek asırlarda çıkacak birtakım bilgiler, Kur’ân-ı Kerîm’de de ona birtakım işaretler muhakkak var.

Daha sayabiliriz, sayabildiğimiz kadar…

Yûsuf Sûresi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kıssa olarak nâzil olan ilk sûredir. Sûre olarak nâzil edildi.

Bu sûre, lâfız bakımından veciz, mânâ yönünden de çok derin ve zengindir. Meselâ bu sûrede;

–Yusuf -aleyhisselâm-’ın kalbi; nasıl bir yürek…

–Yâkub -aleyhisselâm-’ın rûhu;

–Yusuf’un on bir kardeşi de nefsânî hisleri temsil etmekte. Tabi Bünyamin ayrı.

Velhâsıl bir cezb ve incizab kânunu var. Yani çekim kânunu var kâinatta. İnsanda bunun daha müthişi var.

Kâinattaki her varlık, kendi vasıflarını nerede müşâhede ederse, oraya doğru meyleder. Yani kendi vasıflarını nerede görürse… Yani aynı cinsten olanlar, birbirlerini cezbederler. Yani her nerede bir sevgi varsa, bu, sevenin sevilende kendi hususiyetlerini görmesinden -dostluk- kaynaklanır.

Nitekim;

–Nefsânî hayat; fâsıkları cezbeder.

–Rûhâniyet; sâdık ve sâlihleri cezbeder.

–Küfür; kâfiri cezbeder.

–İrşad; irşâda tâlip olan, irşad bekleyenleri cezbeder. Müsterşidi irşad…

Bu câzibe kânunu, maddede ve mânâda, hayırda ve şerde bütün ihtişâmıyla hükmünü sürdürür.

Yâkub -aleyhisselâm- da, on bir oğlundan kendi husûsiyetlerini Yusuf’ta gördü; Yusuf’a meyli, sevgisi, muhabbeti, aşırı şekilde arttı. Buna imtisâlen, bir kalpte cemâlî sıfatlar tecellî ederse, yani nefsânî arzular silinirse, nefsânî arzular gücünü kaybederse, cemâlî sıfatlar tecellî ederse, o kalp, Cenâb-ı Hak’la dost oluyor. O dost olan kalbe de Cenâb-ı Hak:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)

Dünyevî hâdiselerde sabır olacak, metânet olacak, vs. olacak. Son nefes selâmet olacak. Kabir Cennet bahçelerinden bir Cennet olacak. Kıyamet zor…

لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ

(“Kıyamet gününe andolsun.” [el-Kıyâme, 1])

O şiddetten korunacak.

Velhâsıl Dost, dosta ikram edecek. Cenâb-ı Hak dostlarını Dâru’s-Selâm’a davet ediyor. Onun için:

“Ey itmi’nâna ermiş nefis!” (el-Fecr, 27) buyuruyor. Cenâb-ı Hak’la huzur bulmuş bir nefis buyuruyor.

“…Sen Allah’tan râzı, Allah da senden râzı, seçkin kullarıma katıl ve Cennet’ime gir.” (el-Fecr, 28-30) buyuruyor.

Efendimiz buyuruyor -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Ruhlar, düzenli ordular gibidir, (ruhlar âleminde) birbirleriyle tanışanlar dünyada kaynaşır; birbirlerini yadırgayanlar da ihtilâfa düşerler.” (Buhârî, Enbiyâ, 2; Müslim, Birr, 159)

Demek ki bu, mizaç…

Hazret-i Ali’ye bir kişi geldi, dedi ki:

“–Ali dedi, seni şu kimse dedi, çok seviyor.” dedi.

“–Doğru söylemiyorsun.” dedi.

“–Niye?” dedi.

“–Çünkü ben dedi, onu vasat seviyorum dedi. O da beni o kadar seviyordur.” dedi.

Yani aynı bu, fizikteki birleşik kaplar gibi.

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Cins, cinsine ebediyyen âşıktır.”

Yani mü’min, kimlerle beraber olduğuna, gönlünün kime meylettiğine dikkat etmeli. Yani “Cins, cinsine ebediyyen âşıktır.”

İşte görüyoruz; Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Ebû Bekir Sıddık -radıyallâhu anh-… “Kalbimde ne varsa Ebû Bekir’e ilkā ettim.” buyuruyor. (Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 419)

Derece derece bütün sahâbî… Dostluğa göre…

Yusuf bin Hüseyn, Zünnûn-ı Mısrî’ye soruyor:

“–Kiminle dostluk kurayım?” diye soruyor.

O da Zünnûn-ı Mısrî de şöyle diyor:

“–Kalbinde dünyaya âit bir (şeye) mâlik olmayan.”

Yani müstağnî olan. Zengin de olur fakir de olur, orta hâlli de olur, fakat müstağnî olan. Yani dünya kalbini işgal etmeyen. Sonra;

“–Dostların en fazla muhtaç olduğu zaman, yani zor zamanlarda değişmeyenler…”

Zor zamanlarda o dostluğun îcâbını yerine getirenler.

Ondan sonra 4. âyet, Yusuf’un rüyasına geçelim:

“Bir zamanlar Yusuf babasına dedi ki: «Babacığım! Gerçekten ben (rüyamda) on bir yıldızla Güneş ve Ay’ı bana secde ederlerken gördüm!»” (Yûsuf, 4)

Yusuf bu rüyayı gördüğü zaman tahminen yedi yaşındaydı.

Bu, rüyasında gördüğü on bir yıldız, kardeşleri; Güneş, babası Yâkub ve Ay da, teyzesi Lâyâ’dır. Zira annesi Rahîl vefat etmişti.

Burada Güneş ve Ay, yıldızlardan sonra zikrediliyor. Bu da Yusuf’un, babası ve teyzesi ile kardeşlerinden sonra buluşacağına; baştan kardeşleriyle buluşacak, sonra babası ve teyzesiyle buluşacak.

Mâlum; rüya üç kısımdır.

Rüya çok soruluyor.

Bir rüya vardır; şeytânî, abuk subuk rüyâdır:

İnsanı korkutur, sıkıntıya düşürür veya mahzun eder, böyle rüyalardır. Yüksek bir yerden düşülür, vs. kovalarlar, çukura düşer vs. kargaşa, felâket sahneleri görmek gibi.

Böyle rüyaları gören, gördüğünü kimseye anlatmamalı ve şeytanın da îğvâsından Allâh’a sığınmalı. Şeytan daima bir musallat…

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Sizden biriniz hoşuna giden bir rüya görünce, (bilsin ki) o, Allah Teâlâ’dandır. Bu sebeple Allâh’a hamd etsin ve o rüyâsını anlatsın.”

(Kime ama? Ehline anlatsın. Ki anlattığı gibi çıkar. Yine diğer bir rivâyet de:)

“O rüyayı sadece sevdiğine söylesin. Hoşlanmadığı bir rüyâ görürse o da şeytandandır. Onun şerrinden Allâh’a sığınsın ve onu hiç kimseye söylemesin. O zaman o rüya kendisine zarar vermez.” (Buhârî, Ta’bîr, 3, 46; Müslim, Rü’yâ, 3)

Çünkü rüyada böyle ibretli bir durum var demek ki.

Yine bir hadîs-i şerîfte:

“Sizden biriniz hoşlanmadığı bir rüya görünce, sol tarafına üç defa tükürsün; şeytanın şerrinden üç defa Cenâb-ı Hakk’a sığınsın (اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ: Taşlanmış şeytandan Allâh’a sığınırım.) yattığı taraftan öbür tarafa dönsün.” buyruluyor. (Müslim, Rü’yâ, 5)

Demek ki birinci tip rüya; şeytânî rüyalar. Bu çok görülen rüyalardır. Şeytan daima musallattır.

İkincisi; hâricî bir tesirle görülen rüyalardır:

Bu, hayal mahsulü rüyalardır. Öyle bir hayal ki, bir rüya görür;

“–Aman der, bu rüyayı tâbir et!” der.

Hâlbuki bu rüya, hayâlî bir rüyadır. Kişinin hayâline bağlı olarak rüyasına akseden manzaralardır. Meselâ çok tuzlu yemiş bir kimsenin rüyasında bolca su içmesi gibi.

Hattâ burada bir rivayet vardır:

Bir kişi, saf birisi, saf ve câhil birisi, duyar; “Rasûlullâh’ı görüyor, öbürü Rasûlullâh’ı görüyor…” Ben de Rasûlullâh’ı göreyim, der. Müftüye gider.

“–Müftü efendi der, ben Rasûlullâh’ı rüyamda görmek istiyorum.” der.

Müftü bakar, saf ve temiz bir insan. Onu neyle iknâ edecek? Der ki:

“–Git der, çarşıdan balık al der. Bolca onu tuzla der. Fakat yerken de su içmeyeceksin, sonunda da su içmeyeceksin.” der.

Adam saf adam ama der ki:

“–Yahu der, balıkla Rasûlullâh’ı görme arasında ne alâka var der. Söylediğine göre müftü, muhakkak bir bildiği vardır.” der.

Balık alır, balığı çokça tuzlar, kızartır, yemeye başlar. Tabi susar, iyice susar. Gece zorla uyur. Rüyada devamlı ırmaklar akar, sular akar, vs. suyu bir türlü içemez.

Ertesi gün gider müftüye:

“–Efendim der, rüyamda yalnız suyun hasretini çektim.” der.

“–Haa der, bak der, demek ki Rasûlullâh’ın hasretini çekersen, o şekilde yaşamaya gayret edersen, yaşamaya ve yaşatmaya gayret edersen, o zaman görürsün.” der.

Tabi görmek de bir nasiptir. Yani ben göremedim niye? Bir huzur hâli, huzursuzluk olmaması lâzımdır. Esas Rasûlullah Efendimiz’i göreceğimiz zaman ne zaman?

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

İbadetimiz, ahlâkımız, nezâketimiz, zarâfetimiz, fetânetimiz, istikâmetimiz Allah Rasûlü’ne benziyor mu? Zaten, benziyorsa zaten Rasûlullah Efendimiz’in o rûhâniyeti üzerimizde tecellî eder.

Üçüncüsü; sâdık rüyalar:

Tabi bu Yusuf -aleyhisselâm-’ın gördüğü rüya, sâdık rüyadır. Sâdık rüyalar, levh-i mahfuzdan istikbâle akseden parıltılardır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberliğinin evvelinde altı ay kadar sâdık rüyâlar gördü.

Yine Efendimiz buyurur, çok ibretli:

“Zaman yaklaştıkça (yani zaman buyrulan; kıyâmet yaklaştıkça) mü’minin rüyâsı neredeyse hiç yalan çıkmaz. (Yani doğru çıkar. Gördüğü her şey gerçekleşir.) Mü’minin (sâdık) rüyâsı, nübüvvetin kırk altı cüzünden biridir. Nübüvvetten olan bir şey de doğru olur.” (Buhârî, Ta’bîr, 26; Müslim, Rüyâ, 6)

“(Ekseriyetle) en sâdık rüyâ(lar da), seher vakitlerinde görülen rüyâ(lar)dır.” (Tirmizî, Rü’yâ, 3/2274)

Cenâb-ı Hak, Yusuf’a bu ilmi verdiğini bildiriyor. (Bkz. Yûsuf, 6, 111)

Bu ilim, tâbir ilmi, vehbî bir ilimdir. Bu, rüya kitaplarından, tâbir kitaplarından okuyarak, belki o zâhirî birkaç; yeşillik, süt vs. o kadar. Yani daha öteye bir şifreleri ancak kalbe gelen sünuhatla, tuluatla çözülür. Bu da vehbî bir ilimdir.

Yine Yusuf -aleyhisselâm-’da böyle bir şey var. Zindandayken bir ekmekçi geliyor, bir de sâkî geliyor. Efendimiz Yusuf -aleyhisselâm-’a soruyorlar rüyayı. Yusuf -aleyhisselâm- da ekmekçinin öldürüleceğini, hattâ başındaki ekmekleri kuşlar yiyor, kuşların gagalaması… Sâkînin de yine sarayda bu şeyi dağıtmaya devam etmesi…

Sâdık rüyalar ehli tarafından tâbir, yani şifrelerinin çözülmesine muhtaçtır. Rüya tabiri de Hak vergisi bir ilimdir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazlardan sonra bütün ashâbına gördüğü rüyaları sorardı. O rüyalar sâdık rüyalarsa onları tâbir ederdi.

Yine Abdullah bin Selâm anlatıyor -radıyallâhu anh-:

“Ben Rasûlullah Efendimiz zamanında bir rüyâ gördüm. Onu Efendimiz’e anlattım.

Kendimi bir bahçede gördüm rüyada. Bahçenin ortasında demirden bir direk vardı. Alt kısmı yerde, üst kısmı gökte idi. Tepesinde bir kulp vardı. Bana:

«–Direğe çık!» denildi. Ben:

«–Yapamam!» dedim. Hemen bir hizmetkâr geldi, elbisemin arkasından tutarak beni kaldırdı. Ben de tırmandım, tâ direğin en üstüne çıktım ve kulpa yapıştım. Bana:

«–Sıkı tut!» denildi orada. Kulp elimdeyken uyandım.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu rüyamı şöyle tabir etti:

«‒O bahçe İslâm’dır. Bu direk de İslâm’ın direğidir. Kulp da Urvetü’l-Vüskâ’dır. Sen ölünceye kadar İslâm üzere olacaksın!»” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 19; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 148)

Tabi pekçok misaller vardır. Meselâ İmâm Bûsirî’nin misâli çok meşhurdur:

İmâm Bûsirî bir gece rüyasında Efendimiz’i görür. Uyanınca içi huzurla, bir sürurla dolar, bir neşve ile dolar. Bunun üzerine Efendimiz’i senâ eden birçok medhiyeler yazmaya başlar.

Bir müddet sonra vücûdunun yarısı felç olur. Yürümez ve hareket etmez hâle gelir. O zaman meşhur Kasîde-i Bürde’yi yazıp bununla Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler.

Kasîdeyi bitirdiği gece rüyasında Rasûlullah Efendimiz’i görür, kasîdeyi O’na okur, bitirdiği kasîdeyi. Kendisi tamamen kasîdeyi okuduktan sonra Rasûlullah Efendimiz, mübârek elleriyle İmâm Bûsirî’nin felçli uzuvlarını mesheder. İmam Bûsirî uyandığı zaman hastalığının zâil olduğunu görür ve Cenâb-ı Hakk’a şükreder.

O gecenin sabahında sıhhatine kavuşmuş olarak sürûr içinde hemen câmiye koşar sabah namazına. Yolda Şeyh Ebu’r-Recâ ile karşılaşır. Ona Ebu’r-Recâ der ki, Hak dostlarından:

“–Yâ Bûsirî der, Fahr-i Âlem Efendimiz’i medhettiğin kasîdeyi bana okur musun?” der.

İmâm Bûsirî der ki:

“–Benim der Rasûlullah Efendimiz’i senâ ettiğim, medhettiğim çok kasidelerim var der. Hangisini okuyayım?” der.

Ebu’r-Recâ der ki:

“–Hazret-i Peygamber’in huzûrunda okuduğun, bu gece okuduğunu bana oku.” der. Onu okur. İmam Bûsirî de, bu kasîdeyi henüz hiç kimsenin duymadığı, bilen olmadığı için, Ebu’r-Recâ’nın, Cenâb-ı Hakk’ın ona bildirmesine hayret eder. (Bkz. İlhan Armutçuoğlu, Kasîde-i Bürde Manzum Tercümesi, s. 7-10)

Yine âyet-i kerîmeye geçelim 5. âyet

(Babası Yâkub -aleyhisselâm-) dedi ki:  «Yavrucuğum!  Rüyânı sakın kardeşlerine anlatma! Sonra (onlar) sana (hasetlerinden dolayı) bir tuzak kurarlar.  Çünkü şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır.” (Yûsuf, 5)

Rüyalar ehli olmayana anlatılmamalıdır. Nitekim Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor:

“...Rüyâ, ilk tabirciye göre tahakkuk eder.” (İbn-i Mâce, Ta‘bîr, 7)

Ayrıca rüya, haset etmesi muhtemel olan kişilere de anlatılmamalıdır.

Hasedin tarihi, insanlıkla beraber başlar. Hasedin tarihi insanın yaratılışı kadar eskidir. İlk hased, İblis ile Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan başladı. “Secde et.” dedi Cenâb-ı Hak, secde etmedi. İlk hased; iblis, daha evvel meleklerin hocası iken bir rivâyete göre, bu hasedinden dolayı kıskandı, Âdem -aleyhisselâm-’a secde etmedi; “O topraktan.” dedi, bir tavır koydu.

Hasetçi neyi ister? Hased ettiği kimsenin elindeki nîmeti alıp kendisine verilmesini ister. Bu mümkün olmaz ise; “Ne bana, ne ona!” der.

Bu çok yine ibretli bir kıssa:

Bir zamanlar otobüsle hacca gidiliyordu. Tabi şeytan daha çok musallat olur, meyveli ağaca taş atar. Orada bir görgü şahidi diyor, bir tencere almışlar iki hacı ortak, araları açılmış, bu tencereyi demiş öbürü; “Ortadan ikiye keseceğiz, yarımı senin, yarımı benim olacak…”

Allah korusun, Cenâb-ı Hak muhafaza buyursun!

Nitekim yine bu hasetle Kâbil kardeşi -hasedinden dolayı- Hâbil’i öldürdü. Bu şekilde ilk cinayet başladı.

Yine Yusuf’un kardeşleri de, hasetlerinden dolayı kendi kardeşlerine tuzak kurdular. Yani kardeş kardeşe tuzak kurdu.

Fakat Rasûlullah Efendimiz’in bir îzâhı var:

“Bir kulun kalbinde îman ile haset bir araya gelmez.” (Müslim, İmâret, 130, 131/1891)

“Size eski ümmetlerin hastalığı sirâyet etti: Bu, haset ve buğzdur (buyuruyor. Yine Efendimiz devam ediyor:)

Bu (haset, yok edicidir yani) kazıyıcıdır (buyuruyor, yok edicidir). Bilesiniz; kazıyıcı (yok edici) derken saçı kazır demiyorum (size kazır derken). O dîni kazıyıcıdır.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 57)

Haset… Dinden çıkarır, Allah korusun, yok eder!

İlk Âdem -aleyhisselâm- devrinde başlayan kibir, hırs ve haset, bütün günahların kaynağıdır.

Nefs, en çok bunu bertaraf etmeye muhtaçtır. Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Üç şey vardır ki, bütün günahların kaynağıdır; bunlardan sakınınız:

Bir; kibir: İblîs’i Âdem -aleyhisselâm-’a secde etmemeye sevk eden, kibirdir.

İkincisi; hırs: Âdem -aleyhisselâm-’ı Cennet’teki yasak ağaçtan yemeye sevk eden de hırstır.

(O Cennet’te şeytan geldi, dedi; dâimî, bu yasak meyveden yerseniz -hanımına ve kendisine, Havvâ’ya- dâimî Cennet’te kalacaksınız dedi. Yani ihtiras… Demek ki bu, geçen DNAlarla, fânîliğe isyan var insanda, ölümü istemiyor, daimîlik istiyor. Hattâ ihtiyarlara baktığımız zaman, hep gençlikten bahsederler. Daima gençliğe bir hasrettir. Velhâsıl ihtiras, bu, Âdem -aleyhisselâm-’ın yasak meyveye yaklaşması, zelle işleyecek, dünyaya indirilecek, insan nesli gelecek, bu şekilde bir esbâb-ı mûcibe teşekkül edecek. Onun için tabi hikmet Cenâb-ı Hak’tan. O yasak meyveye yaklaştı ve bir ihtiras… Demek ki insan fıtratında bir ihtiras olacak. En büyük ihtiras, dünyaya meyil.)

Üçüncüsü:

Haset: Âdem -aleyhisselâm-’ın iki oğlundan (Kâbil’in), kardeşi (Hâbil’i) öldürmesine sebep olan, haset.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 101)

Zindanlara, hapishanelere bakıldığı zaman çoğu hasettendir. Velhâsıl hasetçi, haset ettiği kimseye kin, hâinlik, intikam, hîle ve ayıplama, onu gıybet etme hisleri ile doludur. Kısacık ömrünü, kuruntular ve endişeler içinde geçirir.

“İnsan, birkaç damla kan, iç âlemi de binbir türlü endişe.” (Hâfız-ı Şîrâzî)

Mü’minin endişesi ayrı, fâsıkın endişesi ayrı, hasetçinin endişesi ayrı, muhterisin endişesi ayrı, sâlih kimsenin endişesi ayrı.

Demek ki bu endişe, insanın içinde daima olacak. Mü’min de en çok mühim olan, ki Hâlid-i Bağdâdî’de görüyoruz, “son nefes endişesi”. Daima bir mü’min de, sâlih mü’min de daima son nefes endişesi içinde bulunacak. Zira Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmrân, 102) Sakın ha başka türlü ölmeyin, buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Hasedi temizlemek için ne lâzım? Tezkiye şart. Kul, hâline râzı olacak, Allah da kulundan râzı olacak.

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً (“…Sen O’ndan râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28])

“Bu benim için hayırdır.” diyecek. “Ben onun gibi olsaydım belki başıma şöyle şöyle şöyle felâketler gelecekti diyecek. Cenâb-ı Hakk’ın şükründen âciz kalacaktım…” diyecek. Hâline râzı olabilmek. En büyük saâdet orada.

Zengin, hâlinden râzı olacak, riyâzat hâlinde yaşayacak, infak edecek. “Çünkü bana Cenâb-ı Hak bunu infak için verdi.” diyecek. Fakir; “Bu benim için hayırdır, belki Kârun gibi, fazla, artsaydı, belki beni felâkete götürecekti…” Hâlinden râzı olacak. Meşakkatleri, musibetleri sabırla karşılayacak.

Âyet-i kerîmeye devam edelim:

“İşte böylece (rüyada gördüğün gibi) Rabbin seni seçecek. Sana (rüyada görülen) hâdiselerin tâbirine dâir ilim verecek (rüya tâbirinde Yusuf -aleyhisselâm-’a öyle bir sanat verilecek), daha önce iki atan (deden, baban) İbrahim ve İshâk’a nîmetini tamamladığı gibi, (tabi İbrahim -aleyhisselâm-’a büyük nîmet; Allah dostu oldu. İshâk -aleyhisselâm-’a nîmet; oradan peygamberler silsilesi geldi, Benî İsrâil peygamberleri geldi) sana ve Yâkub soyuna da nîmetini tamamlayacak (ondan da peygamberler gelecek). Şüphesiz ki Rabbin her şeyi çok iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.»” (Yûsuf, 6)

Yine Cenâb-ı Hak medhediyor:

(Ey Rasûlüm! Dinde, ibadette ve Allâh’ın emirleri hususunda) kuvvet ve basîret sahibi olan kullarımız İbrahim, İshâk ve Yâkub’u da yâd et! (Demek ki bunları yâd etmemiz lâzım, bunların hâlini.) Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar, Biz’im katımızda seçkin ve sâlih kimselerdendir.” (Sâd, 45-47)

Demek ki ders alabilmek, ibret alabilmek. Bu üç peygamber hususunda Rasûlullah Efendimiz:

“Kerîm oğlu Kerîm oğlu Kerîm oğlu Kerîm; İbrahim oğlu İshak oğlu Yâkub oğlu Yusuf’tur.” buyuruyor. (Buhârî, Enbiyâ 19, Tefsir 12/1)

Gelelim şimdi;

Kalbi Öldüren Ateş: Kıskançlık

Yâkub -aleyhisselâm-’ın oğullarından bazıları, babalarının Yusuf’a gösterdiği husûsî alâka ve muhabbeti kıskandılar. Dediler ki:

“Yusuf ile kardeşi (Bünyamin, yani onlar aynı anneden doğmuşlardı) babamıza bizden daha sevgilidir…” (Yûsuf, 8)

Çünkü ikisinin de hususiyeti, Yâkub -aleyhisselâm-’ın hususiyetine çok benziyordu. Yani insan kendini sever, karşısındaki hususiyetleri kendisinde gördüğü zaman, karşısındaki kimseyle dost olur. Cimri, cimriyle dost olur. Cömert, cömertle dost olur. Nezâket sahibi kimse, nezâket sahibiyle dost olur.

Dediler ki:

“«Yusuf ile kardeşi (diyor bu on kardeş; Bünyamin. Yusuf ile Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Hâlbuki biz (birbirimizi destekleyen) kuvvetli (kalabalık) bir cemaatiz. (Onlar iki kişi, biz on kişiyiz.) Babamız herhâlde apaçık bir yanlışlık içindedir.» dediler.” (Yûsuf, 8) 

Yani, hâlbuki kalabalık bir cemaat olmak, doğru olmak anlamına gelmez. Câhiliye devrinde hep kalabalıklar vardı, câhil, ahmak kalabalıklar. Onlar ne yapıyordu? Peygamberle müslümanlar az kişiydi, karşı çıkıyorlardı. Yani fâsık ve kalabalıkları, fâsık kalabalıkları peygamberler irşâd ettikleri için, peygamberlere karşı çıktılar. Yani daima uyuyanları uyandıranlar tehdit altında kalırlar. İşte peygamberler daima tehdit edildi.

Yine aralarında dediler ki o on kişi:

“–Yusuf’u öldürün, yahud onu (uzak) bir yere atın da, babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra (tevbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!” (Yûsuf, 9)

Burada bir, şeytanın vesvesesini görüyoruz. Çünkü o, emel sahrâsında sabredemeyenleri, gelecekten ümitlendirerek şöyle der, şeytan der bunu:

“–Bugün günah işle, yarın tevbe edersin! Gençsin, gençliğinin kıymetini bil. Nasıl olsa Allah Gafûru’r-Rahîm’dir, Erhamu’r-Râhimîn’dir. Bu gençlik bir daha gelmez!..”

Bu nedir? Şeytanın fısıldamasıdır.

Hâlbuki, kimsenin yarına çıkacağına garanti yoktur!

Yine, sonra doğruya gireceğine, alışır kötülüğe alışır, rahat gelir. Meselâ bunu ben çok görüyorum: Ufak yaşta çocuklara gayr-i müsâit elbiseler giydiriliyor:

“–Efendim diyor, lezzetini alsın, şeyini alsın, sonra bırakır.” diyor. Lezzetini almıyor, tiryâki oluyor.

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor Lokman Sûresi 33. âyette:

“…Şeytan, sakın sizi Allâh’ın affıyla kandırmasın.”

Efendimiz nasıl buyuruyor:

“(Nasıl yaşarsanız) öyle ölürsünüz, öyle haşrolursunuz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Lokman -aleyhisselâm- da oğluna:

“Yavrucuğum! Tevbeyi tehir etme, zira ölüm âniden geliverir!” (Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 227, no: 590)

İşte bugün genç bir adama da bu şey giriyor, virüs giriyor, ölüyor… Yahut da başka birisi düşüyor kazâda, gidiyor.

En mühimi, o, tiryâkilik hâline gelir. Onun için buyruluyor; ufak yaşta çocuğa namazı güzellikle, sevdirerek tâlim etmek, cömertliği tâlim etmeli, güzel ahlâkı tâlim etmeli…

Burada bir husus var; bu da çok mühim, gelecek şimdi arkadan;

Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da; fazla muhabbetin firâk getirdiğini unutmamak lâzım.

Rivâyete göre Yusuf zindanda iken, oradan çıkanlar Yusuf’u ziyaret ederlerdi zindandan çıkanlar. Yusuf’u çok sevdiler. Onunla oturup sohbet ederlerdi.

Bir gün zindancıbaşı dedi ki:

“–Yusuf (dedi sohbette) seni o kadar seviyorum ki dedi, hiçbir şeyi senin kadar sevmiyorum dedi, seni her şeyden üstün seviyorum.” dedi.

Yusuf ona dedi ki:

“–Bana olan sevginden Allâh’a sığınırım!” dedi.

Zindancıbaşı:

“–Niçin?” dedi.

Yusuf:

“–Babam beni çok sevdi, kardeşlerim beni kuyuya attılar; Züleyhâ sevdi, beni zindana attılar, şimdi bir de sen seversen kim bilir beni nereye atarlar!?” dedi.

Âyetten ibret alınacak bir diğer mühim nokta da şudur;

Sevginin, kıskançlığa sebep olmaması için, gönülde saklı tutulması… Bir, bu. Çünkü sevginin aşırısı, Cenâb-ı Hakk’ın “Rakîb” esmâsı var, 99 esmâdan biri. Yani Cenâb-ı Hak rekâbet kabul etmiyor. Hadd-i lâyıkında sevgiyi tutmak lâzım.

En çok gönül sevgi “Yâ Vedûd!” Cenâb-ı Hak sevilecek. Cenâb-ı Hakk’ın sevdikleri sevilecek. Evlâtlar da aynı şekilde sevilecek. Cenâb-ı Hakk’ı sevmeye basamak olacak. Rakîb esmâsı var!..

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin Fethü’r-Rabbânî’de herhâlde var, orada okumuştum, hatırlıyorum:

Hasan, Hüseyin Efendilerimiz, dedelerini çok severdi, Rasûlullah Efendimiz’i. Rasûlullah Efendimiz de o iki torununu çok severdi. Hattâ o sevinçten dolayı, Efendimiz namaz kılarken bile gelip sırtlarına çıkardı Efendimiz’in.

Cebrâil geldi bir gün, dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Sevgini azalt dedi. Çünkü bunun dedi, ikisi de şehid olacak dedi. İkisi de katledilecek.” dedi.

Efendimiz de şöyle bir o zaman duraklama oldu.

Onun için evlâdımızı çok seveceğiz, onu Allah için yetiştireceğiz. Fakat hiçbir zaman evlâdımız bizim için bir putperest olmayacak, onun daima âhiret hâlini düşüneceğiz.

Malımızı çok seveceğiz, malımızı Allah yolunda sarf etmek için sevineceğiz, put olmayacak.

Şöhret, makam, mevkiyi Allah’a hizmet etmek için seveceğiz, bizim için makam-mevkî putperestliğe götürmeyecek bizi.

Velhâsıl Yâkub -aleyhisselâm-’ın Yusuf’a olan aşırı muhabbeti gayretullâh’a dokundu. Bu sebeple Allah Teâlâ, ona bir iptilâ vermeyi murâd etti ve Yusuf’u babasından ayırdı. Bir hicran başlayacak. Zira evlât, bazı hâllerde baba için büyük bir imtihandır.

Yani sevgi, hadd-i lâyıkında olacak. Yani, eğer aşırıya giderse, “Rakîb” esmâsına dokunursa, ikisinden biri, birbirini kaybeder. Onun için “Yâ Vedûd!” sevginin hadd-i lâyıkından ötesi, Cenâb-ı Hakk’a olacak.

Meselâ Nûh -aleyhisselâm-, kâfirlerin helâki için bedduâ ettiği hâlde, müşrik olan oğlu için, suya gark olmaması için duâ etti:

 “…Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum(dur), ailemdendir…” (Hûd, 45) dedi.

Cenâb-ı Hak ise şöyle îkaz etti:

“Ey Nûh! O aslâ senin ailenden (senin zürriyetinden, senin neslinden) değildir. Çünkü onun yaptığı iş, kötü iştir. (Onun ameli, amel-i gayr-i sâlihtir. Akîdesi/îtikâdı bozuktur.) O hâlde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Ben’den isteme! Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hûd, 46)

Bu çok mühim. Yani kiminle dost olacağız, kiminle beraber olacağız, nasıl câhillerden olmayacağız?.. Bak; Tebbet Yedâ Sûresi indi!

Yine Cenâb-ı Hak, hasetten kulları men etmek için, Nisâ Sûresi’nde:

“Yoksa onlar, Allâh’ın lûtfundan verdiği şeyler için kıskanıyorlar mı?..” (en-Nisâ, 54)

Kul, hâline şükredecek, İnsan Sûresi’nde:

“Ya şükredici ol, yahut da nankör ol.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-İnsân, 3)

Gaybı bilmiyorsun. Gaybı bilmek, Allâh’a ait. Onun için; “Benim hakkımda bu hayırlıdır.” diyeceksin.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Haset etmekten sakının. Zira haset, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44/4903; İbn-i Mâce, Zühd, 22)

Velhâsıl; kardeşleri, Yusuf hakkında belli bir kanaat birliğine varınca:

“İçlerinden biri dedi ki (bu Yusuf’a olan haset dolayısıyla): «Yusuf’u öldürmeyin! Eğer mutlakâ (bir şey) yapacaksanız, onu kuyunun dibine atın (dedi) geçen kervanlardan biri onu alıp (götürür, babamdan da uzaklaştırır)!» dedi.” (Yûsuf, 10)

Bu kardeşlerin hâli ne kadar ibretlidir! En merhametli olanı dahî hasedi sebebiyle Yusuf’un kuyuya atmayı tavsiye etti.

Bu da gösteriyor ki, hasetleri sebebiyle dost libâsına bürünmüş nice gizli düşmanlar vardır. Onlardan mümkün olduğu kadar sakınmak lâzım.

Burada şunu da görmekteyiz ki;

Kalp, Allah yoluna temâyül ettirilmez, zikir ile temizliğe tâbî tutulmazsa, kararır, kötülüğü emreder hâle gelir. İşte Yusuf’un kardeşlerinin hâli böyleydi.

Âyet-i kerîme:

“…İyi bilin ki gönüller Allâh’ın zikri ile huzur bulur.” (er- Ra‘d, 28)

Tabi nasıl olacak huzur? Hayatın her safhasına; “ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken” hayatın her safhasına teşmil olacak, kul Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. (Bkz. Âl-i İmrân, 191)

Unutmamak için de kâinattaki ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışları bir tefekkür hâlinde olacak.

“…Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Bu zikredenler, hayatın her safhasında. Tabi her yerde, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlar; “Aman yâ Rabbi!” der. Sonra:

…(Yâ Rabbi!) Sen Sübhan’sın derler. Sonsuz azamet sahibisin. Bizi Cehennem azâbından koru.” (Âl-i İmrân, 191) derler.

Cenâb-ı Hak bu şekilde bir mü’min, bu şekilde mü’min kalbini koruyacak.

Zira zikirden uzak kalan bir kalp, nefsin tesiri altında kalır, şehvet ateşiyle kurur, katılaşır, taşlaşır, âzâları ibadet edemez bir hâle gelir. Merhametten nasibi kalmaz. Bugün dünyanın durumu gibi.

Bu hâl üzere devam eden kalpler, kuru bir odun parçası gibi ateşte yanmaktan başka bir işe yaramaz. Bu duruma düşmekten Allâh’a sığınırız.

Cenâb-ı Hak:

“...Allâh’ı zikretmek hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! (Buyuruyor.) Bunlar apaçık bir sapıklık içindedir.” (ez-Zümer, 22)

“Dediler ki: «Ey babamız! Sana ne oluyor ki Yusuf hakkında bize güvenmiyorsun! (Alıp götürecekler, tenezzühe çıkacaklar, orada Yusuf’u ortadan kaybedecekler.) Oysa biz onun koruyucularıyız (onun iyiliğini istemekteyiz)

«Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yesin (içsin); oynasın! Biz onu mutlakâ muhâfaza ederiz.»” (Yûsuf, 11-12)

Velhâsıl dil yalan söyler ama sîmâdan yalan saklanmaz. Yani sîmâ da konuşur, gözler konuşur.

(Babaları:) «Onu götürmeniz beni hakîkaten üzer ve siz farkında olmadan, onu bir kurdun yemesinden korkarım.» dedi.” (Yûsuf, 13)

Bu nereden geliyor? Rüya gördü. Kendisi bir dağın başında, oğlu Yusuf da sahrâda iken birden on kurt peydâ olur. Sonra da Yusuf’a hücûm ederler. Yusuf aralarında kaybolur gider. İşte on kurt, on kardeş!

İşte bu sebeple Yâkub, oğullarına Yusuf için;

“–Onu dedi, Yusuf’u kurt yemesinden korkarım!” dedi.

Böylece farkında olmadan, kardeşlerinin Yusuf’a yapacağı hîle hususunda âdeta onlara bir usûl, bir yol gösterdi.

Rivayet edildiğine göre, o zaman kadar, Yusuf’un kardeşleri, kurdun insan yediğini bilmiyorlardı. Tabi ufak bir site…

Yine hadîs-i şerîf:

“Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır!” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 110)

İnsan hasmına, aleyhine olacak hususlarda ipucu vermemelidir. Bu, evlâdına da öyle. Yani daha ileride gelecek, olacak hâdiseyi ufak yaşta söylememelidir, heves eder oraya.

Söz, bir nevî tohum gibidir. Bu sebeple de kullanırken çok dikkatle seçmeli, menfîsi değil müsbet olanı tercih etmelidir.

Dili kesilerek öldürülen İbnü’s-Sıkkît şöyle demiştir:

“İnsanın, dilinin sürçmesiyle uğrayacağı musîbet, ayağının sürçmesi ile uğrayacağı musîbetten çok daha büyük olabilir! Zira insanın ayağının sürçmesinden hâsıl olacak yara zamanla iyileşir. Hâlbuki ağızdan çıkan söz, insanın başına belâ getirebilir.”

Yâkub -aleyhisselâm- gördüğü rüyâya rağmen acz içinde kaldı. Yusuf’un birâderlerine Yusuf’u teslim etti.

Velhâsıl kazâ ve takdîr gelince, basîret görmez olur!

“Şu yanlışı aslâ yapmam!” diyen bir kul, şeytana açık bir kapı bırakmış olur ki, şeytan her işini bırakarak ona musallat olur, yapmam dediği şeyi kendisine yaptırıncaya kadar onun peşini de bırakmaz. (Bkz. Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 110)

Bu bakımdan hiç büyük konuşmamak lâzım. Dâimâ Cenâb-ı Hakk’a sığınmak; “Şu işi -inşâallah- ben yapmam, -inşâallah- yarın şu işi yaparım, yarın gel, yarın -inşâallah- gel.”

Bu “inşâallah” kelimesini kalpte tekrarlamak lâzım, kalpte ve dilde.

Yusuf’un biraderleri, kurdukları hîleyi gerçekleştirebilmek için babalarının îkazını geçiştiriverdiler:

“«Vallâhi biz böylesine güçlü bir grup iken onu kurt kapar da yerse, o zaman biz hüsrâna uğrayanlardan oluruz (yazıklar olsun bize!)» dediler.” (Yûsuf, 14)

Güya babalarını kandıracaklar…

“Derken kardeşleri onu alıp götürünce, kuyunun dibine bırakma konusunda görüş birliğine vardılar. Biz de Yusuf’a şöyle vahyettik:

«Zamanı gelecek, onların hiç hatırlarına gelmeyen bir sırada, yaptıkları bu işi kendilerine hatırlatacaksın.»” (Yûsuf, 15)

Yusuf -aleyhisselâm- onlara bir terbiye verecek. Hâliyle terbiye verecek. İmkân… Yusuf -aleyhisselâm-’ın güç eline geçtiği zaman onlar gelip gıda isteyecekler. Yusuf -aleyhisselâm- kendini gizleyerek onlara bol bol verecek. “Niçin bana böyle yaptınız, babamı niçin böyle bir hasrette bıraktınız, babamı niçin perişan ettiniz?!” demeyecek. Onlara devamlı iyilik edecek. Onun neticesinde onlar anlayacaklar. Yusuf -aleyhisselâm- kendini saklayacak. En nihayet diyecekler:

“Hakîkaten Allah seni bizden üstün yaratmış…” (Yûsuf, 91) diyecekler.

Yusuf -aleyhisselâm- yine onlara bir yol gösterecek. Kendisi affedecek, “eskileri başa kakma yok” diyecek. Fakat tabi bir de Cenâb-ı Hakk’ın hakkı var; “Rabbimiz affedicidir diyecek. Rahmet sahibidir diyecek. Mağfiret sahibidir diyecek. Siz Allâh’a ilticâ edin.” diyecek. (Bkz. Yûsuf, 92)

Cenâb-ı Hak, sohbetimizi kabul eylesin. Sohbetten alacağımız hisseleri, ibretleri, Cenâb-ı Hak o ibretlerin tefekküründe derinleşmeyi, cümlemize nasîb eylesin -inşâallah-.

Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..