Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 16 Kasım 2020 Sohbeti

Peygamberler Tarihi

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Lokman Aleyhisselam'dan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV'de yayınlanan 16 Kasım 2020 tarihli sohbeti...

16 Kasım 2020 Sohbeti

Bereket ve rahmet olması için, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâb-ı kirâm, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtı, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, şehidlerimizn rûh-i şeriflerine, hastalığa müptelâ olanların -inşâallah- şifâya kavuşması niyetiyle;

Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Bugünkü dersimiz Hazret-i Lokman -aleyhisselâm- hakkında. 124 bin küsur peygamberden Kur’ân-ı Kerîm’e akseden, 28 veyahut da 25 peygamberdir.

Lokman -aleyhisselâm-, bir rivâyete göre Eyyûb -aleyhisselâm-’ın akrabâsı oluyor.

İslâm âlimlerinin ekseriyeti, Lokman -aleyhisselâm-’ın, peygamberden ziyâde, hikmet sahibi bir zât olduğu, sâlih bir zât olduğu kanaatinde.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Andolsun ki Biz Lokmân’a: «Allâh’a şükret!» diyerek hikmet verdik…” (Lokmân, 12)

Bu şekilde Lokman -aleyhisselâm- demek ki şükrüyle kalpte/gönül âleminde ufuklar açılıyor, ilâhî azamet tecellî ediyor ve lisanından hikmetler tevzî ediliyor.

Yine âyet-i kerîmenin devamında:

“…Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü hamde lâyıktır.” (Lokmân, 12)

O zaman “Şükür nedir?”

Şükür; Allâh’ın nîmetlerini Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği istikâmette kullanabilmektir.

Allah göz verdi. Gözü, Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği şekilde kullanabilmek. İlâhî azameti seyretmek, kalbin duygulanması.

Dedikodudan uzak, daima rûhânî sohbetlerle, Kur’ân-ı Kerîm’le kulaklarımızın dolu olması.

Gücümüz-kuvvetimiz, nefsimizin yolunda değil de Hakk’ın yolunda kullanabilmek.

En mühim; evlâtlarımız bu zamanda. Evlâtlarımızı Allah yolunda yetiştirebilmek.

Bu da en mühim bir şükür. Tabi bu çok zor.

Efendimiz “çobansınız” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

Tabi koyun çobanı olmak kolay, fakat keçi çobanı olmak çok zor. Zamanımızda televizyon, internet vs. evlâdı alıyor, babaların-annelerin dışında bir hayata gönderiyor.

Yani bütün uzuvlarımız, Hak yolunda istikâmetlenecek. Şükür, bu olmuş oluyor.

Zira Cenâb-ı Hak, ne kâinatta varsa insana âmâde kıldık, buyuruyor. Câsiye Sûresi’nin 13. âyetinde:

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olarak) âmâde kıldık (buyuruyor). Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”

Güneş âmâde, Ay âmâde, atmosfer âmâde, toprak âmâde, diğer mahlûkat âmâde, ne varsa âmâde…

Rabbimiz tefekküre davet ediyor. Zira yarattığı her şeyde ayrı bir tefekkür ve hikmet mevcut. Mikrodan makroya kadar. Bir atomun içindeki maddelerden makro âlemdeki bir sonsuzluğa kadar.

Şükrün Başı, Hamd Etmektir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Hamd, şükrün başıdır. Allâh’a şükretmeyen kul, O’na hamd etmiş sayılmaz.” (Münâvî, III, 418)

Bize de Cenâb-ı Hak Fâtiha’nın ilk âyeti:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd (övme ve övülme), Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])

Cenâb-ı Hakk’a bir övgü hâlinde, bir teşekkür hâlinde olmuş olacağız. Her namazın her rekâtında bize bir şükrü hatırlatıyor, hamdi hatırlatıyor.

Peki, “Hikmet nedir?” o zaman. “Hikmet verdik” Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Hikmet; eşyanın, hâdisâtın, vukuâtın sırrî tarafını idrâk etmektir. İç yüzünü idrâk etmektir. Bu ancak, mârifetullahtan nasîb almakla mümkündür.

Zira Cenâb-ı Hak o zaman öğretiyor:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ buyuruyor.

“…Siz müttakî olursanız, (ancak) Allah (o zaman) size öğretiyor...” (el-Bakara, 282) Kalpte tecellîler başlıyor. Evliyâullâh’ın durumu da bu.

Bakara, 269. âyetinde:

(Allah) hikmeti dilediğine verir (buyuruyor). Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”

Demek ki hikmeti elde etmek, bu da kalbin bir sanatı olmuş oluyor. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmanın neticesinde olmuş oluyor.

Îsâ -aleyhisselâm- bir defasında yanında bulunanlara:

“–Tohum nerede biter?” diye sordu. Onlar da:

“–Tohum, toprakta biter, yerde biter!” dediler.

Bu söz üzerine Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Aynı şekilde hikmet de ancak yer gibi olan kalpte biter.” buyurdu.

Mâlum, Cenâb-ı Hak:

“İbâdurrahman, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) Hiçlik içinde. Ne nîmet varsa, ne kâbiliyetimiz varsa hepsini ihsan eden, Cenâb-ı Hak.

Demek ki kul, o zaman arz-ı endam hâlinde, gösteriş vs. makam, mevki, malın getirdiği bir gösteriş içinde değil; arz-ı hâl, bir tevâzu içinde ömrünü istikâmetlendirecek.

Mevlânâ’nın yine burada bir nüktesi var:

“Allâh’a kul olmayanlar, kuru bir çöl gibidir buyuruyor. Çöl, her zaman suyu emer, içer, o şekilde tüketir diyor, ondan bir şey de bitmez.” buyuruyor. Yani, “Allah adamı olmayan, kuru bir çöl gibidir.”

İmâm Mâlik buyuruyor:

“Bana ulaştığına göre, Lokman Hakîm’e:

«–Sende gördüğümüz bu fazîletin mâhiyeti nedir?» diye sormuşlardı.

O da şu cevâbı verdi:

«–Doğru sözlü olmak, (yani hayatın bütün safhasını doğruluğun kaplaması, sıddıkıyet.)

–Emaneti yerine getirmek, (kulun kula emaneti var, bir de Allâh’a olan emanet var; dîni yaşamak ve dîni yaşatmak.)

–Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk etmek (faydası yok, hattâ zararı da olabilir. Ondan sonra:)

–Ahde vefâ göstermek.»” (Bkz. Muvattâ, Kelâm, 17)

En büyük ahde vefâ, Rasûlullah Efendimiz’e vefâ gösterebilmek.

“Sakın benim yüzümü kıyamet günü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Kelâm-ı kibarda da:

“Hikmetin başı, Allah korkusudur.” buyruluyor.

Nîmetler arttıkça, şükrün de artması gerekir. İnsan kendi üzerindeki nîmetleri düşünecek; gözün görmesi, kulağın işitmesi, insan olarak dünyaya gelmesi.

Ondan çok daha öteye; müslüman olarak, ümmet-i Muhammed olarak… Yani bütün hayatın muhtevâsında İslâm olacak. Rasûlullah Efendimiz’in izi takip edilecek.

Nîmetler arttıkça, takvâ arttıkça, şükür de artacak.

Hikmet olarak, İbrahim Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:

“Îmân eden kullarıma söyle (buyuruyor Rasûlullah Efendimiz’e) namazlarını dosdoğru kılsınlar. Kendilerinde ne alışveriş ne de dostluğun bulunan bir gün gelmeden evvel, kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah için gizli ve açık harcasınlar.” (İbrahim, 31)

Tabi riyâ olmayacak…

(O, öyle lûtufkâr bir) Allah’tır ki, gökleri ve yeri yarattı. Gökten su indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı…” (İbrahim, 32)

Tertemiz, berrak bir su iniyor, deniz suyu gibi değil. Cenâb-ı Hak soruyor; “Ya deniz suyu inseydi, ne yapardınız?” diyor. (Bkz. el-Vâkıa, 70)

Demek ki bunlar tefekkür hep…

Yani gökten, temizleniyor, tertemiz iniyor. “…Rızık olarak size her türlü meyveler çıkardı…” (İbrahim, 32) buyuruyor.

Demek ki bir insan, bir meyveyi yerken, onu bir tefekkür edecek: O hangi suyla doluyor. Kim dolduruyor? Fâil-i Mutlak kim?..

Yine:

“…İzniyle denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi…” (İbrahim, 32)

Cenâb-ı Hak karada bir yol veriyor, denizde bir yol veriyor.

“…(Yararlanmanız için Cenâb-ı Hak) nehirleri de akıttı.” (İbrahim, 32) buyuruyor. Her geçen yeri, nehirler de inbât ediyor.

“Düzenli seyreden Güneş’i ve Ay’ı, size faydalı kıldı. Geceyi ve gündüzü istifadenize sundu.” (İbrahim, 33)

Demek ki geceye girerken düşünmek, gündüze girerken düşünmek: “Ben geceyi nasıl geçireceğim? Nasıl bir seher vakti olacak? Cenâb-ı Hak niçin geceyi veriyor bize?..”

Demek ki gece nasıl bir, ölüm tatbikatı bize, seher nasıl bir diriliş?.. Türlü türlü hikmetler…

“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allâh’ın nîmetlerini sayacak olursanız, sayamazsınız. Doğrusu insan, çok zâlim ve çok nankördür.” (İbrahim, 34)

Bu zâlimliği nedir insanın? En çok kendine zâlim. Kendi istikbâlini hebâ ediyor.

İlim nedir o zaman?

Gerçek ilim, Cenâb-ı Hakk’ı bilebilmektir. Yani bu dünya dershanesinin dersi, Cenâb-ı Hakk’ı bilebilmek, mârifetullahtan nasip almak, o şekilde kulun yürek âleminde hikmet kapılarının açılması.

Demek ki nefsini bilen, Cenâb-ı Hakk’ı bilir.

Burada en mühim idrak, tefekkür; insan ne şekilde meydana geldi? Nasıl içindeki bu cihazlar, bu fakülteler meydana geldi? Cenâb-ı Hakk’ın o kula, ihsan ettiği, ikram ettiği her şey…

Onun için bilmek, zihni bir arşiv hâline getirmek değil, esas ilim, bu kalbin istikâmetlenmesi, kâinattaki muammâları çözebilmek, hikmete âşinâ olabilmek.

Peki, bilenler kimler o zaman?

Yine Kur’ânî ifadeyle, üç şart bildiriliyor. Birincisi tabi, hayatın bütün muhtevâsında İslâm olacak.

Âyette; “سَاجِدًا وَقَاۤئِمًا” buyruluyor. Seher vaktinde ilâhî huzurda bulunanlar.

İkincisi: Âhiret endişesinde olanlar. Her hâlimizin hesabı olacak.

Üçüncüsü; kul, acziyet içinde, ne kadar ibadeti, tâati olursa olsun, peygamberler bile hep bir duâ hâlinde yaşardı. Demek ki bir mü’min de hep duâ hâlinde yaşayacak. (Bkz. ez-Zümer, 9)

Hikmetli Sözler, Rûhu Dinlendirir:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyuruyor:

“Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.”

Yine buyuruyor:

“Kalbini öğütle yaşat, (tabi insanın bir de kendi kendine öğüt vermesi) ve hikmetle de aydınlat.” buyuruyor Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-.

Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“İnsanları, düşündürücü hikmetli sözlerle îkâz edin, kalpleri huzur bulsun.”

Müslüman olarak yaşayabilmek en büyük şükür sebebi. Kullar Cennet’e girerken diyecekler -A’râf Sûresi, 43. âyet-:

“…Hidâyetiyle bizi (bu nîmete) kavuşturan Allâh’a hamdolsun! Allah bizi doğru yola yönlendirmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik…”

Cenâb-ı Hak peygamber gönderiyor. Kur’ân-ı Kerîm kavlî âyetler, şu kâinat kevnî âyetler. Hep Cenâb-ı Hak kuluna bir yardım hâlinde.

Velhâsıl sohbetin başında belirttiğimiz gibi “Nîmetlerimi sayamazsınız.” buyruluyor. (Bkz. İbrahim, 34)

–İnsan olarak yaratılmamız:

Demek ki her bir mahlûk gördüğümüz zaman; “Ben o mahlûk gibi yaratılabilirdim. Demek ki o mahlûk da bana zimmetli. Kedi olsun, köpek olsun, yaralı kuş olsun vs…”

–En büyük peygambere ümmet olmamız.

–Kur’ân’a muhatap olmamız, hem şükür sebebi, hem de istikâmette bir huzur bulmamız…

–Bütün azalarımızı yerinde kullanabilmek en büyük şükür sebebi.

En çok şükreden istifade edecek, onun mükâfâtını görecek. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Eğer şükrederseniz, elbette size (olan nîmetlerimi) artırırım…” (İbrahim, 7)

Bu, fertte öyle, toplumda öyle, milletlerde öyle. En başta ecdâdımıza bakarsak, İznik’te kurulan ufacık bir Osmanlı aşireti, 3 asırda, bugünkü Türkiye’nin -aşağı yukarı- 30 misli hacim verdi Cenâb-ı Hak.

Demek ki bu şükür, Allâh’ın nîmetinin ziyadeleşmesi için çok mühim. Allah’a şükredememek de bir nankörlük oluyor -Allah korusun-.

Esʼad Erbilî Hazretleri şükür hakkında şöyle buyuruyor:

Şü­kür sadece «Yâ Rabbi, Sana şükürler olsun!» demek de­ğildir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lûtfettiği (göz, kulak, dil, kalp, akıl, sağlık ve hayat başta olmak üzere) bütün nîmetleri yaratılış maksadına göre istikâmetlendirebilmek.”

Zira Cenâb-ı Hak kıyâmet günü:

اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

buyuruyor. “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)

Başka şahide ihtiyaç yok.

“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecekler. Derilerine (aleyhinde şahitlik etmesinin sebebini soracak). Onlar da:

«Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. (Gözü konuşturdu, kulağı konuşturdu, derileri konuşturdu.) İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz.» derler.” (Bkz. Fussilet, 20-21)

Şükrün en makbulü, gönül âlemini ihyâ edebilmek ve din kardeşlerine faydalı olabilmek, hizmet ve ictimâî vazifeler ve ibadetlerimiz…

Efendimiz’in çok güzel bir duâsı var:

“Allâh’ım (diyor)! Beni çok şükreden ve çok sabreden bir kulun eyle! Beni kendi gözümde küçük, diğer insanların gözünde büyük eyle (ki onlara tesirim ve faydam olabilsin)!” (Heysemî, X, 181)

Peygamberler bile Cenâb-ı Hakk’a şükür borcunu lâyıkıyla ödeyebilmek hususunda, acziyetlerini îtiraf hâlinde bir kulluk hayatı yaşamışlardır.

Efendimiz geceleri ayakları şişinceye kadar uzun uzun namaz kılmış; elbisesini, sakal-ı şerîflerini, secde ettikleri yeri, mübârek gözyaşlarıyla yıkamıştır. Kendisine Âişe Vâlidemiz:

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş-gelecek her şeyinizi affetti, niçin bu kadar ağlıyorsunuz?” deyince:

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)

Bir günah yok Efendimiz’de. Bir zelle olsa beşeriyet îcâbı, bir misal olarak, hemen te’yîd-i ilâhî geliyor. Fakat Rasûlullah Efendimiz bir an gaflette bulunmaktan korkuyor. “Göz açıncaya kadar bir gafletten, yâ Rabbi Sana sığınırım.” diyor. (Bkz. Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58)

Bişr-i Hâfî Hazretleri:

“Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü azdır (buyuruyor). Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman ondan hikmet devşirmek, dolayısıyla tefekkürün artması. Şer gördüğü zaman da ondan ateşten kaçar gibi kaçması.

Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmak.

Ellerin şükrü, onlarla hakkı olandan başkasını tutmamak. (Yani hayırlı hizmetler etmek ve infakta bulunmaktır.)

Midenin şükrü, helâl gıdâ ile gıdâlanmaktır,

(Akıl ve kalbin şükrü) ilim, hilm (ve mârifetullah’tır, kalpte Cenâb-ı Hakk’ı tanıyabilmektir).

Ayakların şükrü, hayır-hasenat istikâmetinde olması.

Kim böyle yaparsa hakîkaten şükretmiş olur.” buyuruyor.

Peki zenginlikte şükür nasıl yaşanacak?

Allah kimine rızkı çok veriyor. Zenginlikte şükür nasıl yaşanacak? Serveti Allâh’ın emâneti olarak görecek. Riyâzat hâlinde yaşayacak, fazlasını infâk edecek. Cenâb-ı Hak çünkü “قُلِ الْعَفْوَ” buyuruyor. “Fazlasını infak et” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219)

İsraf ve pintilikten kurtulacak. Bu büyük bir felâket. Bunun cezası âhirette ortaya çıkacak. Kendine zimmetli olan din kardeşlerine sahip çıkacak… Yani “ağniyâ-i şâkirîn”den / şükreden zenginlerden olabilmeye gayret edecek.

Nitekim Cenâb-ı Hak, zenginliğin vazifesini yerine getiren Süleyman -aleyhisselâm-’a;

نِعْمَ الْعَبْدُ

(“O ne güzel bir kul!” [Bkz. Sâd, 30]) buyuruyor.

Fakirlikte şükür nasıl olacak?

Sabır ve hâle rızâ içinde yaşayacak. Kendi imkânlarıyla kulluk ve gayrete devam edecek. İmkânsızlıkları, isyanlara ve hatalara düşmeye mazeret bulmayacak… “Niçin? Neden?” demeyeceksin… Şikâyeti unutacaksın! Daima altın altı, beterin beteri var. Sabreden fakirlerden olabilmek…

Hastalığın şükrü nasıl olacak?

Hayatındaki sıkıntıların, hastalığın kendisi için bir ecir kaynağı olduğunu unutmayacak. Günahların dökülmesine bir sebep olduğunu… Mahrum olduğu her nîmetin mes’ûliyeti ve hesabından kurtulduğu için sevinecek, tesellî bulacak.

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- teninde alacalar olmuş, iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklara hiç aldırmıyordu. Yanına yaklaştı. “Bir hâlini hatırını sorayım bu hastanın” dedi. Hasta şu şekilde duâ ediyordu:

“–Yâ Rabbi! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun. Mahlûkâtın birçoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin.” diye duâ ediyordu.

Îsâ -aleyhisselâm- muhatabının kalbî idrak ve kemâlini yoklamak maksadıyla ona:

“–Ey kişi, Allah’ın senden giderdiği hangi dert var ki dedi, sende bütün dertler var, vücudun öyle…”

O da dedi ki:

“–Ey Rûhullah dedi, ey Îsâ dedi, en fecî hastalık, belâ, kalbin Hak’tan mahrum olmasıdır. Şükürler olsun, Allah Teâlâ beni bundan muhafaza buyurdu. Zira ben Cenâb-ı Hakk’ın kalbime verdiği mârifetullah lezzeti ve huzuru içindeyim. Onun dışındaki dünya nîmetlerini görmüyor ve sizlerin gördüğünü ben göremiyorum, Allah setrediyor.”

Âmâlık zor. Bir kişiye; “Dünya’yı sana verelim, gözlerin âmâ olsun.” deseler, kabul etmez yani. Etmemesi de tabiîdir. Fakat kıyâmet günü de âmâ eğer sâlih bir âmâ ise, orada şükredecek;

“–Yâ Rabbi diyecek, dünya bir fasıldı, geldi geçti. Elhamdülillâh, beni şu gözlerimin âmâ olmasıyla birçok şeylerden korudun beni. Gıybetten korudun, harama bakmaktan korudun vs…”

15-20 sene evvel, -âmâlara derse gidiyordum âcizâne- bir âmâ delikanlı kalktı:

“–Hocam, şükür mü zordur, sabır mı zordur?” dedi.

Soruyu soran âmâ. Yani ben nasıl cevap vereyim?

“–Oğlum dedim, duruma göre değişir bu dedim. An gelir şükür zordur, an gelir sabır zordur.”

“–Yok yok hocam dedi, değil dedi. Şükür zor dedi. Nasıl olsa dedi, sabretsen de etmesen de dedi hayat geçip akıyor dedi. Onun için elhamdülillah sabrediyoruz dedi. Bu hayat fânî dedi. Fakat Allâh’ın verdiği nîmetler dedi, insan olmak, müslüman olmak, ümmet-i Muhammed olmak, bunun şükrü çok zor.” dedi.

Yine Mevlânâ buyuruyor:

“Şükretmek, dâimâ uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da şükür nîmeti ile gerçek nîmeti avla!”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gün Muaz bin Cebel’in elinden tuttu şöyle, ona şu duâyı telkin etti:

“Ey Muâz dedi, Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum.

Ey Muâz, sana her namazın sonunda (duâya kalktığımız zaman):

اَللّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

«Allâh’ım! Sen’i zikretmek (yani her zaman Cenâb-ı Hakk’ı hatırlamak, aman yâ Rabbi demek. Birincisi zikretmek, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacaksın. İkincisi) Sana şükretmek (şükürden bir şey kalmayacaksın), Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et yâ Rabbi!»” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

O da Allâh’ın yardımı ile olacak.

“Sana bu duâyı hiç bırakmamanı tavsiye ederim ey Muaz!” dedi Rasûlullah Efendimiz. (Bkz. Ebû Dâvud, Vitr, 26)

Şükürden uzaklaşmak, bir nankörlük.

İnsan, bir bardak su ikram edene bir teşekkür ediyor. Hastalanınca biri çiçek getirmiş, ona bir teşekkür ediyor. Allah o çiçeği yaratmasaydı nereden getirecekti o çiçeği? Daima hep şükür Allâh’a.

“Lokman (aleyhisselâm) oğluna nasihatte:

«Yavrucuğum! Allâh’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür (karanlıktır).» dedi.” (Lokmân, 13)

Tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Riyâ da ufak bir şirktir. Onun için kul, yaptığı bir hayır-hasenat vs. bununla bir gösteriş yapmayacak. Allah ile kendi arasında kalacak. Kullardan, fânilerden ortak sokmayacak araya.

Bir baba, evlâdına nasihatte bulunurken ona dâimâ güzel sözlerle nasihat edecek. Çünkü kendi evlâdına öğüt vererek terbiye etmesi, babanın ağır bir mes’ûliyetidir. Zira yavrularımız bizlere Cenâb-ı Hakk’ın emânetidir.

Çocuk yetiştirmek konusunda anne ve babanın bilhassa dikkat etmesi gereken başlıca hususiyetler vardır:

Âyet-i kerîmede, Furkan Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

((Ve o kullar): «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl…” [el-Furkân, 74]) Yani eşler, göz nûru olacak. Eğer eşler göz nûru olursa zevç-zevce, yetiştirdikleri de -inşâallah- göz nûru olur.

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

“Takva sahipleri için bir önder” olur. Sırf takvâ olmak, müttakî olmak kâfi değil. Hem de toplum bir huzur hâline girer.

İşte Ömer bin Abdülaziz devri, Osmanlının ilk üç asrı, asr-ı saâdet başta.

Bir anne-baba evlâdını yetiştirmek için şu hususlara dikkat etmesi lâzım.

  1. Çocuğa rûhâniyet telkin edecek güzel bir isim koyacak. Çünkü isim müsemmâyı çeker.

Rasûlullah Efendimiz bir yerden geçerken o köyün, o karyenin ismini sorardı. O isim uygun değilse o ismi değiştirirdi. Bundan sonra bu köyün ismi böyle olsun buyururdu.

Gelen kişinin ismini sorardı, onun ismini tashih ederdi eğer gönle uygun bir isim değilse.

İkincisi; yedirilen lokmaların helâlliğine dikkat edilecek.

  1. Çocuklarda taklit meyli hâkimdir. Bu sebeple onlara örnek olacak anne-baba bir davranış sergileyecek. Onlar aralarında bir münâkaşa etmeyecek.

Hak dostlarının irşâdı, sözden ziyâde hâl ile örnek olmaktadır.

Çocuklarının/yavrularının davranışlarını dâimâ kontrol edecek. Göz önünde yapmadıkları kabahatleri, gizli ve tenha yerlerde işlemelerine meydan vermeyecek.

Zira bu durumda karakterleri zaafa uğrar, ikiyüzlü olurlar. Bu hâlin ilk tezahürleri de yalan ve riyâdır; yalana başlar, riyâya başlar.

Yine; çocuklarımızın güzel işlerini takdir edip mükâfatlandırmak, hatâlarını ise göz ardı etmemek. Onu yumuşak bir lisanla, misaller vererek îkaz etmek.

Yine; sık sık ceza vererek çocukları arsız hâle getirmemek. O zaman dinlemezler, arsız olurlar, lâubâlî olurlar.

Diğeri; emir, yasak ve kâideleri, çocukların kavrayabileceği şekilde, îzâh ederek, ikna edici bir şekilde telkin etmek. Yani onun seviyesine inmek. Efendimiz; “Çocuklarla çocuklaşın.” diyor. (Bkz. Deylemî, III, 51) Onların seviyesine göre hitap etmek.

Âdâb-ı muâşeret ve ahlâk kâideleri öğretilecek.

Meşrû sınırlar dâhilinde çocukluklarını yaşamalarına imkân tanınacak. Yani fazla serbest bırakılmadığı gibi de, haddinden fazla baskı da yapılmayacak.

Ömer -radıyallâhu anh-’ın idarecilere çok güzel bir nasihati var:

“Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol.” buyuruyor. Bir sanat bu, kalbin sanatı.  

Fazla serbestlik; nefsâniyeti azdırır, tembelliğe sebep olur. Fazla baskı da çocuğun ezik ve silik bir karakter sahibi olmasına sebebiyet verir. Onun için ölçüyü anne-babanın iyi tutması lazım.

Kendilerine dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleri hatırlatılacak, onlar hamd ve şükre alıştırılacak. Onlara Fâtiha öğretilecek. Yani Fâtiha’nın rûhu öğretilecek.

Daha küçük yaşta iken ibadet mes’ûliyeti ve hizmetin ehemmiyeti telkin edilecek.

Asil bir nesil yetiştirmek, insanlık muktezâsı olan ulvî bir duygudur. Evlâtların yetiştirilmesi hususunda çekilen mihnet ve meşakkatler, annenin-babanın günahlarının affına vesîle olur.

Efendimiz buyuruyor:

“Hiçbir baba, çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33/1952)

Mal mirası değil, karakter ve şahsiyet mirası.

Yine, Lokman -aleyhisselâm- şirkin bir zulüm olduğunu, bir karanlık olduğunu bahsediyor. Şirk, Allâh’ın verdiği bütün nimetlere karşı en büyük bir ihanettir. Hiçbir mantıkî tarafı yoktur şirkin.

Kul, dünyaya “arz-ı endâm” için gelmedi; “arz-ı hâl” için geldi. Dâimâ bir “abd-i âciz” olacak, âcizliğini idrâk edecek.

Yani makam-mevkî, şehvet ve şöhret için değil, “Allâh’a kulluk” için yaratıldığının şuurunda olacak. Yani;

“Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar, yeryüzünde tevâzu ile yürürler. Kendini bilmezler laf attığı zaman (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Mütevâzı mü’min; cömert olur, merhametli olur, temiz bir vicdana sahip olur ve hizmet ehli olur. Fânî varlığından sıyrılmış bir hâlde kendisini hizmet kervanının en gerisinde kabul eden bir gönül neferidir.

Hüseyin Efendi vardı rahmetli, Bursa’da. Onunla zaman zaman görüşürdük de, Allâh’ın çok değişik bir kuluydu. Hep şükür hâlinde yaşardı.

“–Hüseyin abi, nasılsınız?” deyince:

“–Sorma, ben adam olamadım!” derdi.

Sonsuz güç, Cenâb-ı Hakk’a aittir. Kulun kurtuluşu ise, yalnız Allâh’a teslim olması ve yalnız O’ndan yardım istemesi neticesindedir. Yine Cenâb-ı Hak:

“Hevâ-hevesini ilâh hâline getirenleri gördün mü? (Buyuruyor.) Sen ona vekil değilsin?” (el-Furkân, 43) diyor, Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’e.

Yani velhâsıl, riyâ ve kibir de bir noktada şirkin önünü açmış oluyor.

Efendimiz buyuruyor:

“Ümmetim hakkında en korktuğum şey, Allâh’a şirk koşmaktır. Bu sözümle onların Ay’a, Güneş’e veya puta tapacaklarını kastetmiyorum. Beni korkutan asıl şey, Allâh’ın rızâsının dışındaki gâyeler için yapılacak ameller (dünya ihtirası), gizli şehvetlerdir (ve gösteriş duygularıdır).” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)

Allah korusun, bu da bugün de had safhada.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. (Baba, sıkıntıya katlanmıyor, anne katlanıyor 9 ay.) Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana (Cenâb-ı Hakk’a yani), sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Bana’dır. (Lokman, 14)

Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor; “Anneler-babalar yaşlanır, sen onlara sakın ha “üf” deme!” buyuruyor İsrâ Sûresi’nde. “قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor. Yani o çocuklaşmış anne-babaya ikramkâr konuş, sakın şikâyet etme anne-babandan. Çünkü o sana tahammül etti çocukken. (Bkz. el-İsrâ, 23)

Yine Mevlânâ da bu hususta:

“Anne hakkına dikkat et! Onu başında taç et! Zira anneler doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar da dünyaya gelmeye yol bulamazlardı.”

Yani annenin hiçbir şeyi olmasa, sana onun 9 ay çektiği bir çile var.

“…Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur...” (Lokman, 14)

Demek ki annenin hâlet-i rûhiyesi ekseriyetle çocuğa geçer. Bu da çok mühim. Eğer annenin hâlet-i rûhiyesi nasılsa, takvâ sahibiyse evlâdına geçer. Yine bunun için muhtelif âyetler var.

Burada itaat Allâh’a, ondan sonra anne-babaya. Hattâ Sa‘d bin Ebî Vakkas var, o, annesine çok itaatkârdı. İslâm’a girdiği zaman annesi karşı çıktı:

“–Ey Sa‘d! Sen ne yaptın?” dedi. “Böyle eski dînini bıraktın, yeni bir dîne geçtin!” dedi. “Sen yine eski dînine dönünceye kadar dedi, ben de hiçbir şey yemeyeceğim!” dedi. Evlâdının merhametini biliyor kendisine.

“–Anneciğim dedi, vallâhi yüz tane canın olsa da hepsi birer birer çıksa, ben bu dîni hiçbir şey için aslâ terk etmem, bilesin! Artık dilersen ye, dilersen yeme!..” dedi.

Bunun üzerine annesi yemeye başladı. Rivâyete göre şu âyet nâzil oldu, Lokman Sûresi 15. âyet:

“Eğer onlar (yani annen-baban), seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana ortak koşman için zorlarsa, onlara itaat etme! Onlarla dünyada iyi geçin (sadece)!..” (Lokmân, 15) (Müslim, Fedâilü’s­Sahâbe, 43­44; İbn­i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, c. II, s. 368)

Tabi cefâyı çeken, anne. Fakat baba da terbiye edecek. Baba da yükünü alacak, sırf anneye bırakmayacak.

Efendimiz:

“–Kimin mesuliyet var?” diye gelip sahâbî sorunca;

“–Annen, annen, annen, ondan sonra baban.” dedi. (Bkz. Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1)

Baba, helâl lokma getirecek, bir de hâliyle evlâdına karakter tâlim edecek. Daima çocuklarda taklit meyli vardır. Anne-babayı büyük görür, taklit eder.

Yine hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Baba, Cennetʼin orta kapısıdır…” (Tirmizi, Birr, 3, [1901])

“Makbul olduğunda şüphe bulunmayan üç duâ vardır (Tirmizî naklediyor):

Mazlumun duâsı; misafirin duâsı; babanın evlâdına duâsı.” (Tirmizî, Birr 7, Daavât 47; Ebû Dâvûd, Vitr, 29)

Yine 15. âyette:

“…Bana yönelenlerin yoluna uy. (Yani sâlihlerin, sâdıkların.) Dönüşünüz ancak Bana’dır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (Lokman, 15)

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

(“…Sâdıklarla beraber olun!” [et-Tevbe, 119]) buyruluyor.

Ne kadar?

“…Sana yakîn/ölüm, gelinceye kadar.” (Bkz. el-Hicr, 99)

  1. âyet:

“Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokmân, 16)

Sadece insan orada kendisinin şahidi kendisi olacak.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿7﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿8﴾

“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” [ez-Zilzâl, 7-8])

Yani ilâhî nizamda zerreler bile hesap edilecek. Zerre, sanki kuyumcunun hassas terazisiyle ölçülecek. Yani oduncu kantarıyla değil, eğer bir misal vermek îcâb ederse.

Allâhʼın rahmeti ve gazabı, kimi zaman büyük bir şeyde, bazen normal bir şeyde, bazen de küçük bir şeyde olmuş oluyor.

Meselâ bir, ibadetli bir kadın, kedisini ihmal ediyor, kedisi ölüyor. Cehennemʼe girecek bir günah işlemiş oluyor. Bir cana kastediyor.

Bir günahkâr çölde bir köpeği suluyor, kuyuya inerek. Ayakkabısıyla çıkartıyor. Ona merhamet ediyor, affoluyor.

Onun için küçük-büyük denmeyecek, her hayra dikkat edilecek, her şerden de kaçınılacak.

  1. âyet:

“Yavrucuğum! Namazını dosdoğru kıl!..” (Lokmân, 17)

Bir babanın, bir annenin evlâdına en büyük meziyeti, onu namaza alıştırmasıdır. Bu da anne-babanın bir kalbinin sanatıdır. Bu da küçük yaşta başlar.

“Zamanla olur efendim, şimdi okul derslerini yapsın, sonra olur…” Olmuyor sonra!

Rasûlullah Efendimiz buna küçük yaşta başlanmasını arzu ediyor. Namaza alıştıracak, vermeye alıştıracak, pinti olmayacak, cömert olacak.

Demek ki namaz mühim. Huşû ile namazın, Cenâb-ı Hak:

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Müʼminler felâh buldu, onlar ki namazı huşû ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 1-2)

Yani zâhiri ikmal edildiği gibi bâtını da ikmâl edilecek. Kul, kimin huzurunda bulunduğunun idrâki içinde olacak.

İhsan duygusu, nasıl, sen Allâhʼı görmüyorsun, Allah seni görüyor, her hâlini… Onun için namaz kılmak, kalbin bir sanatı. Takvâ arttıkça namazın makbûliyeti artar.

“Yavrucuğum, namazını dosdoğru kıl. İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış!..” (Lokmân, 17)

En başta kendin, ondan sonra evlâdın, çevre çevre gidecek öyle. Yani sen, sırf kendinden mesʼûl değilsin, çevreden de mesʼûlsün.

“…Başına gelenlere sabret!..” (Lokmân, 17)

Hayat bir imtihan, med-cezirlerle dolu.

“…Doğrusu bunlar, büyük bir azim (ve kararlılık gerektiren) işlerdir.” (Lokmân, 17) buyruluyor.

Demek ki namaz, emr­i bi’l­mârûf, nehy­i ani’l­münkerʼe vesîle olacak.

Ahmed ibn-i Hanbel anlatıyor:

“Ben on yaşımdaydım diyor. Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetmiştim. Sabah namazına annem beni kaldırırdı. Soğuk Bağdat günlerinde abdest suyumu ısıtırdı benim. Sonra elbiselerimi giydirirdi. Evimiz uzak ve yol da karanlıktı. Kendisi de başörtüsünü takıp tesettüre girerdi. Beni diyor, caminin kapısına kadar götürürdü.” (Ali el-Karnî, Durûs, XXVI, 4, XLIII, 21)

Ne mutlu o anneye ki, şimdi Ahmed ibn-i Hanbelʼin mezhebi, müslümanların üçte biri, dörtte biri oraya mensup. Hep annenin yaptığı emeğin bir sadaka-i câriyesi gelecek anneye.

Demek ki anne-babanın en mesʼûliyeti, evlâdını küçük yaşta namaza alıştıracak.

Enes anlatıyor:

Vefâtı esnâsında Efendimiz’in yanındaydım buyuruyor. Bize üç defa:

“Namaz hususunda Allah’tan korkun!” dedi.

“Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun. İki zayıf hakkında Allah’tan korkun:

Dul kadın ve yetim çocuk.

(Bunlar sahipsiz oluyor. Daima bunlar, Allah korusun, şerre de gitmeleri kolay oluyor. Yine:)

Namaz hususunda Allah’tan korkun! Namaz, namaz…” diye tekrarlıyordu. Mübârek lisanlarını duyamaz hâle geldik. Yine Efendimiz tekrarlıyordu. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Yani Efendimiz, bir müʼminin Cehennemʼe girmesini istemiyor. Bütün derdi, ümmet-i Muhammedʼin derdi. Onun için buyuruyor:

Günde on defa hiç yoksa:

اَللّٰهُمَّ اَصْلِحْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ رَحْمَةً عَامَّةً

(Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslah eyle!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!)

Bu duayı tekrarlamamızı, ümmet-i Muhammedʼe dua etmemizi arzu ediyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, no: 3212, 3702;  Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)

Namaz, muhârebe esnâsında bile kılınacak yani. Bir grup kılacak, o gidecek, öbür grup gelip kılacak. Efendimiz en çok, ihvân-ı dînin, yani sahâbînin cemaate gelmesini isterdi. Cemaate gelmeyeni sorardı:

“‒Niye cemaate gelmedi?” derdi.

Ki Cenâb-ı Hak yirmi beş, yirmi yedi kat bir ecir ihsan ediyor.

Eğer seyahatteyse dua ederdi, hastaysa ziyaret ederdi, eğer ihmalden gelmemişse onun üzerinde çok dururdu. (Bkz. Heysemî, II, 295)

Evet, emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker, ikincisi, âyette gelen nasihatlerden. Bu da bilhassa bugün de çok mühim. Bilhassa evlâtlarımızı, çevremizi, dünyanın gidişinden kendimizin mesʼûl olduğunun idrâki içinde olmamız lâzım.

Rasûlullah Efendimiz o gün, hayatın, dünyanın zor şartları altında, dünyanın bir ucundan bir ucuna, insan olan her yere ashâb-ı kirâmı gönderdi.

Cenâb-ı Hak, bu irşad nasıl olacak, burada Cenâb-ı Hak buyuruyor:

(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet (birinci, hikmetle. Yani kültürlü, bilgili, idrak sahibi, yüksek kimseyi hikmetle İslâmʼa davet et. Çok bir kimse, Mevlânâʼnın o Mesnevîʼsinde o telkinlerle, diğer evliyâullâhʼın telkinleriyle İslâmʼa giriyor. Birincisi, hikmetle. Eğer seviye yüksekse hikmetle. Seviye ortadaysa) güzel öğütle (eğer seviye inatçıysa, ona da) mücâdele et!..” buyuruyor. (Bkz. en-Nahl, 125)

Yani ona da, “قَوْلًا لَيِّنًا” (yumuşak söz) (Bkz. Tâhâ, 44) buyuruyor. Musa -aleyhisselâm- Firavunʼa giderken, ona yumuşak lisan, suyun akışı gibi, onlara dîni tebliğ et, buyurdu.

Sâmi Efendi Hazretleriʼnden bir hâtıra; yani nezâketle emr-i bi’l-mârûf. Bu çok mühim.

Bir düğün merâsimine dâvet ediliyor Sâmi Efendi Hazretleri. Damadın yüzüğünü Üstâdın takması isteniyor. Sâmi Efendi Hazretleri bakıyor ki, tepsinin üzerinde altın bir yüzük geliyor. Kimseye bir şey demiyor. Kendi yüzüğünü parmağından çıkartıyor, damadın parmağına takıyor:

“‒Bu diyor, bugünün hâtırası olarak bunu kabul edin!” buyuruyor.

Nasıl bir nezâketle bir tebliğ…

Yani böylece İslâm’ın, altından yapılan süs eşyalarını erkeklere yasakladığını gâyet nâzik bir üslupla, fiilî olarak tâlim ediliyor.

Sabra gelince -üçüncü şey-; sabrın dünyevî tarafı çok acı, derecesine göre. Onu Eyyûb -aleyhisselâm-ʼda görüyoruz, Efendimizʼde görüyoruz. Fakat sabır öyle bir şey oluyor ki, sabır bir haz vermiş oluyor. Sabır, cefadan ziyade hazza dönüyor. Onun vücut cefâsını çekiyor,  kalp onun hazzını duyuyor.

İşte Efendimiz aç, açken ganimetler geliyor, onu Âişe Vâlidemiz buyuruyor, dağıtmadan huzur bulamazdı, ancak dağıtarak onun hazzıyla doyardı.

Onun için sabır çok mühim.

Demin bahsettiğimiz gibi zenginlikte sabır olacak. İsrafa düşülmeyecek.

Fakirlikte sabır. İlâhî ölçüler dışına taşmayacak.

Hastalıkta sabır.

Efendimizʼin sabrı çok daha öteye. Nuh -aleyhisselâm- 950 sene sonra:

اَنِّى مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ

(“…Ben yenik düştüm. Bana yardım et!” [el-Kamer, 10]) dedi.

“‒Yâ Rabbi, artık ben mağlup oldum dedi, bunlar hidâyete gelmiyor dedi. Al yâ Rabbi intikâmını dedi, bana yardım et.” dedi.

Efendimizʼde böyle bir şey yok, hiçbir zaman.

Âyet-i kerîmede:

“...(Ey Rasûlüm!) Sabredenleri müjdele!” (el­Bakara, 155)

Yine zor durumlarda kalındı…

“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…” Bakara, 153. âyet.

Mevlânâ Hazretleri, iptilâlara sabırla tahammül göstermenin insana kazandırdığı kemâlâtı şöyle ifade ediyor:

“Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı.”

Zira gül, dikene tahammülü sâyesinde terbiye ve tezkiye olur.

Müʼminde mânevî terakkînin en mühim şartı da sabır süzgecinden geçmek, yani Allah yolunda başına gelen sıkıntılara âhiretteki mükâfâtını düşünerek sabırla katlanmaktır. Şikâyeti, isyânı, sızlanmayı bir kenara bırakabilmektir.

Esʼad Erbilî Hazretleri de bu sabrın getirdiği, kazandırdığını, mısrâlarında şöyle anlatır:

“Aşk güslistânının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”

“Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam rüyamda Gül’ü görürüm!”

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de buyuruyor:

“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere ben mâruz kaldım…” (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Fakat hiçbir zaman en ufak bir şikâyet yok, daima “Râzıyım yâ Rabbi, râzıyım yâ Rabbi!” buyuruyor.

Yedi yavrusunun altısını sağlığında kaybediyor. En güzide ashâb-ı kirâmı Uhudʼda kaybediyor. Hazret-i Hamzaʼyı, Musʼabʼı vs. yetmiş tane şehid veriliyor.

Maûne hâdisesinde Ashâb-ı Suffe talebeleri tuzağa düşürülüyor. Gözünden yaş geliyor, fakat bir sabır hâlinde.

Mevlânâʼnın da güzel bir ifadesi var, daha ayrı bir pencereden bakıyor:

“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, zaten (başlı başına bir) belâdır.”

Yani o câhiliye insanı nasıl bir fazîletler insanı hâline geldi?..

Ondan sonra Lokman -aleyhisselâm- buyuruyor evlâdına:

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş kimseleri aslâ sevmez!” (Lokmân, 18)

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1]) buyuruyor. Allah korusun, hepsine Cenâb-ı Hak, külliyen yazıklar olsun, diyor. Kim onlar? Kaş göz işaretiyle alay eden, küçük gören… Onun için, en büyük günahlardan biri de ibâdullahı istihkār / Allâhʼın kullarını küçük görmek.

Senin de son nefesin belli değil, o istihkār ettiğin kimsenin de son nefesi belli değil. Zira:

“…Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma!..” (Lokman, 18)

En kötü şey, Allah korusun, kibir, gösteriş, sükse… Cenâb-ı Hak onu aslâ sevmez, buyuruyor.

Bu kibrin, kökü Cehennemʼde olduğu için yanması lâzım ki temizlenecek.

Kibriyâ sıfatı yalnız Cenâb-ı Hakkʼa mahsus. Nitekim iblîs’in Cennetʼten kovularak Allâh’ın kullarını dalâlete sevk etme memuru olması, Âdem -aleyhisselâm-’a karşı kibirlenmesinin neticesinde oldu. Aynı şekilde Kârun, Harun -aleyhisselâm-’a haset duydu, küçük gördü, felâkete dûçâr oldu, yerin dibine gömüldü.

“…Kavmi ona dedi ki (Kârunʼa): Şımarma (dedi)! Bil ki Allah şımaranları sevmez.” (el-Kasas, 76) dedi.

Sâlih bir kişi bir manzara görüyor. Bir kişi bir kişiye diyor ki:

“‒Yüzün de ne kadar çirkinmiş senin!” diyor. O da diyor ki:

“‒Sen diyor, nakşı mı ayıplıyorsun, yoksa diyor Nakkâş’ı mı ayıplıyorsun?” diyor. Çok dikkat edilecek bir husus!..

“‒Yüzün ne kadar çirkin!” diyor. O sâlih kişi diyor ki:

“‒Sen diyor, nakşı mı ayıplıyorsun, yoksa Nakkâşʼı mı ayıplıyorsun?” Yani işin nereye gittiğinin farkında olmak lâzım.

Rivâyete göre Nuh -aleyhisselâm-, cerahat akan bir köpek görüyor, yüzünü öbür tarafa çeviriyor o manzara karşısında.

Cenâb-ı Hak:

“–Ey Nuh! Ben’i mi ayıpladın diyor. Onu Ben yarattım.” buyuruyor.

Günahların en mühimlerinden biri de “İbâdullâhʼı istihkār, istihfaf, alay etme, küçük görme.”

Hepsini zimmetli olarak bilebilmek…

Bahâüddin Nakşibend Hazretleri en çok mânevî mevkiyi diyor, burada kazandım diyor, o hasta, cerahatli hayvanları tedavi etmekle, hasta insanları tedavi etmekle, yolları temizlemekle.

Daima kulda “ben” olmayacak.

Bedir büyük bir zaferdi. Orada hemen Enfâl Sûresiʼnden âyetler indi. Birisi dedi ki;

“–Ben şöyle kelle uçurdum!” dedi.

Öbürü;

“–Şöyle yaptım dedi, şu kadar kişiyi ben ortadan kaldırdım!” dedi.

Cenâb-ı Hak da:

(Ey Habîbim!) Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. (O gücü veren, Allah.) Attığın zaman da Sen atmadın, lâkin Allah attı. Bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)

Yine;

اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ . وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِى دِينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا . فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ

(“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile…” [en-Nasr, 1-3])

Mekke Fethiʼnde fevç fevç insanlar İslâmʼa giriyor. Büyük bir zafer! Cenâb-ı Hak:

“فَسَبِّحْ بِحَمْدِ” buyuruyor.

“Rabbini hamd ile tesbih et.” diyor.

Bir de; “وَاسْتَغْفِرْهُ” bir de “istiğfar et” diyor.

Hep Allâhʼın büyük bir nîmeti. Cenâb-ı Hak fazlasıyla ihsân ediyor.

“Yürüyüşünde mûtedil ol!..” (Lokman, 19) buyuruyor.

Şu kâinat, ilâhî bir endam aynası. Çok iş görüyor merkep, çok iş görüyor ama, sesi de çirkin çok. Cenâb-ı Hak onun sesini o şekilde yapıyor ki, îkaz ediyor;

“…En çirkin ses, merkebin sesidir.” (Lokman, 19)

Demek ki bir müʼmin, merkep gibi konuşmayacak. Azarlayarak, bağırarak, çağırarak konuşmayacak. Sakin sakin konuşacak. Eğer bir hata varsa, onu sakin olarak ifade edecek.

Herkes bülbül sesine âşinâdır. Fakat merkebin sesine kimse âşinâ değildir.

وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا

buyuruyor Cenâb-ı Hak: “…İnsanlara güzel söz söyleyin…” (el-Bakara, 83) buyuruyor.

“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır…” (el-Bakara, 263) Yani inciterek sadaka veriyorsan, bir tatlı dil, ondan daha hayırlı. Maalesef o var tabi; “Bak sana haydi ben veriyorum, haydi, onun için bana çok minnettar ol.” Bunlar çok sakat lâflar! Bir kazâya dûçâr olur böyle sözler!

Efendimizʼin misali de çok. Ebû Kursâfe diyor:

“Ben, annem, teyzem diyor, Rasûlullahʼa gittik diyor, bey‘at ettik diyor. Sonra bana dediler ki -ben çocuktum-;

«–Yavrucuğum, bu Zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbisesi daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birisini bilmiyoruz (şimdiye kadar). Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu (konuşurken).»” (Heysemî, VIII, 279-280)

Yine burada diğer bir âyet var, Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesi, yani “سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًا : yedi tabaka semâ” (Bkz. el-Mülk, 3) var, Arş var, kürsü var, fakat onun dışında bir boşluk yok. Bütün ne varsa Cenâb-ı Hakkʼa ait. Cenâb-ı Hak müteâl. Sonsuz bir azamet sahibi.

“Şâyet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allâh’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak gâlip ve hikmet sahibidir.” (Lokmân, 27)

Hızır -aleyhisselâm- gemiyle… İlim öğretecek Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa, ilm-i ledünnîyi öğretecek. Bir hâdiseden sonra Mûsâ -aleyhisselâm- şaşırıyor. O sırada güverteye bir tane kuş konuyor. Deryadan bir, gagasında bir damla su var.

“‒Bak Mûsâ diyor, senin ilmin diyor, şu kuşun gagasındaki bir damla suyun içinde diyor. Benim ilmim de bu kuşun gagasının içinde diyor. Bütün ne kadar melek, insan, cin, mahlûkat varsa hepsinin ilmi de yine şu kuşun gagasının içindeki bir damla içinde. Şu sonsuz derya da Allâhʼın ilmi. Kendini burada ölç diyor ilmini.” diyor. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 18/2-4)

Onun için Cenâb-ı Hak aslâ ve katʼâ “ben” istemiyor. Kul daima “Sen yâ Rabbi” diyecek.

Yine burada:

“…Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Şeytan, Allâhʼın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)

Evet, Allah, Rahman, Rahimʼdir Cenâb-ı Hak ama, istikâmetinde bulunacaksın. Her türlü melʼaneti işle, “Allah Rahman ve Rahimʼdir…” O olmaz o!

Burada, bilinmeyen çok şey var ama, burada beş şeyi bildiriyor:

“Kıyamet vakti hakkında bilgi ancak Allâhʼın katındadır…” (Lokmân, 34)

Rasûlullah Efendimiz bile bilmiyor. Cebrâil sorduğu zaman;

“‒Sorulan sorandan fazla bilmiyor.” buyuruyor.

“…Yağmuru O yağdırıyor…” (Lokmân, 34)

Bazı şeyler periyoda bağlı. Güneş, Ay bir saniye şaşmıyor. Bir ârıza yok. Fakat “Yağmuru O yağdırıyor.”

Yağmur ne zaman yağacak, nereye yağacak, ne zaman gelecek, Allâhʼın tâyini… Yani yukarıda bir Akdeniz dolaşıyor. Bulut olarak Akdeniz dolaşıyor. Cenâb-ı Hak dilediği, o çöle de yağabilir, denize de yağabilir, münbit bir arâziye de yağabilir. Cenâb-ı Hak bunu insanoğlunun kalbine, eğer insan hayır hasenat sahibiyse ve o toplum, Cenâb-ı Hak bereket veriyor. Yok, değilse; kimi îkaz veyahut da bir ders olarak yağmur yağdırmıyor, çöl oluyor, kuraklık oluyor. Veyahut da sel oluyor, ayrı bir felâket oluyor.

“…Yağmuru O yağdırır. Rahimlerde olanı O bilir…” (Lokmân, 34)

Yani o rahimde olan çocuğun ölünceye kadar hâli. Ne anne biliyor, ne baba biliyor. Onun istikbâlini, hâlini vs. yalnız Cenâb-ı Hak biliyor. Başından neler geçecek, kaderinde ne var?..

“…Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez…” (Lokmân, 34)

Bu hastalık çıkmadan evvel, kimse bu şeyden ölenler, bu hastalıktan öleceklerini bilmiyorlardı. Bunun gibi. Yahut da kimi düşüyor, bir beyin kanaması, o anda gidiveriyor. Yahut bir trafik kazâsında gidebiliyor. Onun için her an, insan hazırlıklı olacak. “Yarın diyenler helâk oldu.” buyuruyor.

“…Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez…” (Lokmân, 34)

“…Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokmân, 34)

Lokman Hakîmʼin muteber kitaplardan nakledilen nasihatlerinden bazıları şöyledir:

“Ey oğlum! Takvâyı kendin için âhiret sermâyesi edin! Çünkü takvâ, mal ve mülk ile olmayan bir ticarettir!”

Cenâb-ı Hak da “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyuruyor.

‒Kur’ân-ı Kerîmʼi tilâvet edenler.

‒Namazı ikāme edenler.

‒Allâhʼın verdiği nîmetleri açık ve gizli olarak infak edenler.

Umulur ki onlar kurtuluştadır. “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” (Bkz. Fâtır, 29)

Yine diğer bir nasihat:

“Ey oğlum! Cenâzelerde bulun! Çünkü cenâze, sana âhireti hatırlatır. Haram ve günahlar ise, senin dünyaya karşı meylini...”

Onun için; sâdıkların yanına sığınmak lâzım.

“Ey oğlum! Yalan söyleyen kimsenin nûru gider. Kötü huylu olan kimsenin gam ve kederi de çoğalır.”

Gam keder çoksa, onun o huyunu gösteriyor demek ki.

Bu da mühim çok:

“Ey oğlum! Anlayışsız/nâdan kimseye bir meseleyi anlatmak, ağır bir kayayı yerinden oynatmaktan daha zordur.”

“Ey oğlum! Câhili bir yere elçi olarak gönderme! Eğer akıllı ve hikmet sahibi birini bulamazsan, kendin git!”

Yine; “Ey oğlum! Dünya derin bir denize benzer. Çoğu insanlar orada boğulmuştur (o derin denizde). Takvâ gemin, îman yükün, tevekkül hâlin, sâlih amel azığın olsun! Kurtulursan Allah Teâlâ’nın rahmetiyle, boğulursan günahların sebebiyle...”

“Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O her sabah, zikir ve tesbîh ediyor, seni uyandırıyor.”

Cenâb-ı Hak horozu, bir çalar saat olarak gönderiyor. İlâhî bir çalar saat.

“Mide dolarsa, tefekkür uykuya dalar. Âzâlar da ibadetten geri kalır!”

“Ey oğlum! Öyle arkadaş seç ki, ayrıldığınız zaman, ne sen onları, ne de onlar seni dillerine dolasınlar!”

Yani gıybetini etmesinler. Yani dostun olsun.

“Dostlarını koru! Yakınlarını ziyaret et!”

“Üç şey, üç şeyle bilinir:

Hilim, gazap ânında (ortaya çıkar, hilmin var mı yok mu senin? Hilim gazap ânında), şecâat/cesaret harp meydanında, kardeşlik ise ihtiyaç ânında.”

Ne kadar kardeşliğin var? Sana ne kadar kardeşlerin zimmetli? Onların ihtiyacını ne kadar görebiliyorsun?

“Ey oğlum! İnsanlar her gün ibadet ve tâati ihmâl ettikleri hâlde, nasıl olur, ilâhî azaptan korkmazlar!”

Herkes şimdi maskeli olarak geziyor. Doğru, güzel. Fakat bu virüsü gönderenden, virüsü halk edenden ne kadar korkuyoruz?

 “Dünyadan tamamen el­etek çekme, yoksa insanlara yük olursun. Oruç tut; bu, şehvetini kırar. Ancak seni namazdan alıkoyacak kadar çok oruç tutma! (Yani seni hâlsiz bırakacak kadar.) Çünkü Allah katında namaz, oruçtan daha büyüktür...”

“Ey oğlum! İyiliği, iyilikten anlayana yap. Nitekim koç ile kurt arasında dostluk olmadığı gibi, iyi ile kötü arasında da dostluk olmaz. Çekişmeyi seven, hakârete uğrar; kötülük olan yerlere giden, töhmet altında kalır; kötülüğe yaklaşan, kendini kurtaramaz; dilini tutmayan da pişman olur.”

“Ey oğlum! Kendini unutup da insanlara iyiliği emretme! (Yani insanlara iyiliği emredip kendisi yapmıyor!) Yoksa senin durumun, insanlara ışık verdiği hâlde kendisini yanarak tüketen bir muma benzer!”

“Ey oğlum! Küçükken edepli olursan, büyüdüğünde faydasını görürsün!”

Bu da anne-babaya ait bir şey. Küçükken edepli olmak.

“Küçük işleri umursamazlık etme! Çünkü küçük, yarın büyüğe dönüşür.”

“Ey oğlum! Gönlünü kederlerle ve üzüntülerle meşgul etme. Aç gözlülükten de sakın (diğer taraftan). Takdîre rızâ göster. Allah tarafından sana verilene kanaat et ki, hayatın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun, hayattan zevk alasın.”

Hepsinin bunun bağlandığı yer, kanaat sahibi olabilmek.

“Ey oğlum! Dünya hayatı kısadır. Senin oradaki ömrün ise daha da kısadır. Bu kısa ömrün de az bir kısmı kalmıştır.”

Kaç yaşındasın? Ne kadar kaldı? Bilmiyorsun…

Rasûlullah Efendimiz, Lokman Hakîm’den haber vererek şöyle buyurdu:

“Lokman, oğluna: «Allah Teâlâ, kendisine emanet edilen şeyi korur! Ben de seni, malını, dînini ve amelinin sonunu, Allah Teâlâ’ya emanet ediyorum!» dedi.” (İbn­i Hanbel, II, 87)

Gazâlî Hazretleri’nin bir nüktesi var:

“Kendini ölmüş bil diyor. Bil ki diyor, şu giden cenaze arasındaki tabutun içinde sen varsın. Ne kadar eyvah, vah vah, keşke diyeceksin. (يَا لَيْتَنِى, يَا لَيْتَنِى, يَا لَيْتَنِى diyeceksin.) Onun için hayatını bundan sonra sana verilen bir lûtuf olarak bil. Kendini, ona göre, hayatını tanzim et.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemizi sâlihlerden eyler. Ne mutlu buyruluyor, şu gök kubbede hoş bir sadâ bırakarak âhirete intikâl eden…

İşte bizim bir kardeşimiz vardı, Ali Çınar Bey Kardeşimiz. Sâlih bir kardeşimizdi. Daha gençti. Bir anda gidiverdi.

Yani herkesi ölüm bekliyor. Yani hiç boş vakit olmayacak. Dünyanın bir dershane olduğunu insan idrak hâlinde olacak. Nefsânî arzuları bertaraf etmenin gayretinde olacak. Müttakî olacak, takvâ sahibi olacak.

258 yerde takvâ geçiyor. Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istidatları inkişâf ettirme, insan kendisini ilâhî kameranın, ilâhî müşahedenin altında olduğunu, kalben idrâk etmesi.

Yani;

وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ

“…Nereye gitseniz Allah sizinle beraber…” (Bkz. el-Hadîd, 4)

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

Düşünceni, fikrini bir sen biliyorsun, bir de Cenâb-ı Hak biliyor. Herkesten gizlersin, Cenâb-ı Hakʼtan gizleyemezsin.

Rabbimiz -inşâallah- son nefesimizin en güzel ânı olmasını nasîb eylesin.

Duâmızın kabulü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..