Ömür Sermayesinin Muhasebesi

HAYATIMIZ

Ömür, her an tükenmekte olan mahdut bir sermâyedir. İnsan da bu cihanda gâyesizce yaratılmış ve başıboş bırakılmış değildir. İlâhî imtihan için geldiği bu dünyada, her fânî gibi bir gün ölüm geçidinden âhiret âlemine intikâl edecektir.

Bu bakımdan insanın, kendisine verilmiş olan emâneti zâyî etmeden, var oluş hikmetine ve insanlık haysiyetine yaraşır bir hayat yaşaması elzemdir. Hiç şüphesiz ki bu hayat da Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye istikâmetindeki bir hayattır.

Şimdi kendimizi bir gönül muhâsebesine çekelim:

Âyet-i kerîmede;

“…Namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…” (el-Ankebût, 45) buyrulmuşken, biz namazlarımızı aksatmadan ve bilhassa cemaatle kılmanın ne kadar gayreti içindeyiz?

Arkadaşlarımızla belirli bir vakitte buluşmak üzere yaptığımız sözleşmelere gösterdiğimiz dikkat ve hassâsiyetin, acaba kaçta kaçını Rabbimizʼle mülâkat demek olan namaz vakitlerine gösterebiliyoruz?

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin…” (el-A’râf, 31) emrine ittibâ etmek için, namaz kılarken En Yüce Dost’un huzuruna çıkıyor olmanın idrâkiyle, elbiselerimizin en güzelini giyebiliyor muyuz?

Yoksa sadece arkadaş meclislerine giderken mi buna ehemmiyet gösteriyoruz?

Yine bir arkadaş meclisine gitmeden evvel ayna karşısında harcadığımız vaktin, acaba kaçta kaçını Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkarken yaptığımız hazırlıklar için harcıyoruz?

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, aslâ birr’e (yani hayrın kemâline) erişemezsiniz. Her ne infâk ederseniz; şüphesiz Allah, onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyrulmuşken, elimizdeki imkânların ne kadarını kendimiz için, ne kadarını da bizim dışımızda olan fakat bize zimmetli bulunan kardeşlerimiz için sarf ediyoruz?

Zira İslâm âlimleri, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde zulüm gören, esir olan veya ezilen din kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yardım etmeyen müslümanların, büyük bir günaha girecekleri hususunda ittifak etmişlerdir.

GÖNÜLLERİMİZİ HESABA ÇEKELİM

Bugün Suriye, Gazze, Afrika ve diğer İslâm beldelerindeki din kardeşlerimizin hâli içler acısı… Hiç şüphesiz ki bu hâl, hepimizi vicdan muhâsebesine sevk etmesi gereken, ilâhî bir imtihan tablosu!..

“…Yetimi sakın ezme! El açıp isteyeni de sakın azarlama.” (ed-Duhâ, 9-10) buyrulmuşken, bir yetim gördüğümüzde, o yetim bizi hissen tâ Peygamber Efendimiz’e kadar götürüyor mu? Şâyet Efendimiz’in de bir yetim olarak dünyaya geldiğini hatırlamıyor ve yetimlere karşı vazifelerimizi düşünemiyorsak; îmânın gerektirdiği şefkat, merhamet ve diğergâmlık hassâsiyetleri noktasında gönüllerimizi hesâba çekmenin zamanı gelmiş demektir.

Cenâb-ı Hak has kullarını tarif ederken;

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (el-İnsan, 8) buyurmakta ve o kulların din kardeşlerini kendilerine tercih ettiklerini beyan etmektedir. Peki, bizim tercihimiz kimden yana? Kendimizden mi, kardeşimizden mi?

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) emr-i ilâhîsine itaat etmenin ne kadar gayreti içindeyiz?

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2016, Ay: Mart, Sayı: 114