Ölü İçin Dua ve İstiğfar

Ahirete İman

Ölen kişinin ardından yapılacak ilk iş nedir? Vefat edenler nasıl yad edilmelidir? Cenazeye gitmenin fazileti ve sevabı nedir? Cenazede okunacak dualar nelerdir? Ölü için istiğfar edilir mi? Ölülerin ardından dua ve istiğfar.

Vefât eden bir Müslüman için ilk duâ, onun cenâze namazını kılmaktır. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Hangi Müslümanın cenâzesinde Allâh’a şirk koşmamış kırk kişi hazır bulunup namazını kılarsa, Allah, onların vefât eden kimse hakkındaki şefaatini mutlakâ kabul eder.” müjdesini vermişlerdir. (Müslim, Cenâiz, 59)

Burada zikredilen “kırk” rakamı, kalabalık insan topluluğunu ifâde etmek için kullanılmıştır. Zira bir başka hadîs-i şerîfte bu sayı için “yüz” rakamı zikredilirken,[1] diğer bir rivâyette de üç saflık bir cemaatin bulunması yeterli görülmektedir.[2] Hattâ bu son rivâyeti nakleden Mâlik bin Hübeyre -radıyallâhu anh- bir Müslümanın cenâzesine katılanları az gördüğünde, duyduğu hadîse uygun olarak hemen onları üç saf hâline getirirdi.

ÖLÜ NASIL YAD EDİLMELİ?

Bunun yanında, Müslümanların hüsn-i şehâdetine nâil olabilmek de vefât eden kimse için büyük bir mazhariyettir. Zira Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bazıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–(Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular.

Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yine:

“–(Vâcib oldu, kesinleşti!) buyurdular.

Bunun üzerine Hz. Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Resûlâllah, kesinleşen nedir?” diye hayretle sordu.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Önce geçen cenâzeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun Cennet’e girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da Cehennem’e girmesi kesinleşti. Çünkü siz (mü’minler), Allâh’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.” buyurdular. (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)

CENAZEYE GİTMENİN SEVABI

Din kardeşinin cenâzesine katılarak onun namazını kılmak ve onunla beraber kabre kadar gitmek, mü’mine büyük sevap kazandırır.

Nitekim Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kim, sevâbına inanarak ve karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek bir Müslümanın cenâzesi ile birlikte gider ve namazı kılınıp gömülünceye kadar beklerse, her biri Uhud Dağı kadar olan iki kırat[3] sevapla döner. Kim de cenâze namazını kılar, defnedilmeden önce ayrılırsa bir kırat sevapla döner.” (Buhârî, Îman, 35)

Bir gün Abdullah bin Ömer, Sa‘d bin Ebî Vakkâs ile otururken yanlarına Habbâb bin Eret gelir ve:

“–Abdullah! Baksana Ebû Hüreyre ne diyor!” diye bu hadîsi nakleder.

Bunun üzerine Hazret-i Abdullah, Habbâb’ı, bu hadîsi araştırmak için Hazret-i Âişe Vâlidemiz’e göndererek; “Bunu ondan sorup gel!” der.

Habbâb gidince Abdullah yerden bir avuç çakıl taşı alır; sinirli bir şekilde taşları elinde evirip çevirmeye başlar. Bir müddet sonra Habbâb, Hazret-i Âişe’nin;

“Ebû Hüreyre doğru söylüyor; ben de Resûlullâh’ın öyle buyurduğunu işittim.” dediğini haber verir.

Bu sefer, vaktinde değerlendiremediği sevap fırsatlarına hayıflanan Abdullah bin Ömer, elindeki taşları yere fırlatır ve:

“–Desene biz çok kırat kaçırdık!” diye teessürünü ifâde eder. (Müslim, Cenâiz, 56)

Burada vaad edilen sevâbın miktar ve ölçüsü, -Allâhu a‘lem- kesin bir sınır tâyin etmekten ziyâde, cenâze teşyîinin fazîletini beyân etmek için olmalıdır. Zira Cenâb-ı Hak, yapılan amellere, kalplerdeki niyet ve samimiyetin seviyesine göre ecir lûtfeder.

CENAZEDE OKUNAN DUALAR

“Cenâze namazı kıldığınız zaman, ölen kimseye ihlâsla duâ ediniz!”[4] buyuran Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hususta da ümmetine en güzel bir örnek teşkil etmiştir. O’nun cenâzelerde yaptığı duâlara dâir birkaç misal zikredecek olursak:

Ebû Abdurrahman Avf bin Mâlik -radıyallâhu anh- naklediyor:

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir cenâze namazı kıldı. O’nun şöyle duâ ettiğini duydum ve ezberledim:

«Allâh’ım! Onu bağışla, ona rahmet et, onu azap ve sıkıntılardan koru, kusurlarını affet! Cennet’ten nasîbini ihsân et! Gireceği yeri (kabrini) genişlet!

Onu suyla, karla ve buzla yıka! Beyaz giysileri kirden (ve pisten) temizler gibi onu günahlarından arındır!..

Onu Cennet’e koy, kabir ve Cehennem azâbından koru!» (Müslim, Cenâiz, 85)

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in cenâze namazlarında şöyle duâ ettiğini nakletmiştir:

“Allâh’ım! Dirilerimizi ve ölülerimizi, küçüklerimizi ve büyüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı, burada bulunanlarımızı ve bulunmayanlarımızı bağışla!

Allâh’ım! Bizden hayatta bırakacaklarını İslâm üzere yaşat. Öldüreceklerini îmân ile öldür.

Bizi bu cenâzede bulunmanın sevâbından mahrum etme ve ondan sonra bizi fitneye düşürme!” (Tirmizî, Cenâiz, 38)

“Allâh’ım! Bu cenâzenin Rabbi Sen’sin, onu Sen yarattın, İslâm’a Sen hidâyet ettin. Şimdi onun rûhunu da Sen aldın. Onun gizlisini-açığını en iyi Sen bilirsin. Biz Sen’in huzûruna, ona şefaatçi olarak geldik; onu bağışla!” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 56)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- anlatıyor:

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, geceleyin bir kabre girdiler. Kendisine bir kandil yakılmıştı. Uzanmış vaziyetteki cenâzeyi kıble cihetinden aldılar ve ona:

«Muhakkak ki sen çok duâ eden ve çok Kur’ân okuyan bir kimseydin. Allah sana rahmetini bol kılsın!» diye duâ ettiler. Sonra da üzerine dört tekbir getirdiler.” (Tirmizî, Cenâiz, 62/1057)

ÖLÜ İÇİN İSTİĞFAR

Cenâb-ı Hak da mü’minlerin, geçmişleri için şöyle duâ ettiklerini haber vermektedir:

“…Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeş­lerimizi bağışla; kalplerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırak­ma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (el-Haşr, 10)

Vefât eden kimselerin geride kalanlardan bekledikleri en mühim şeylerden biri de kendileri için “istiğfar” edilmesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir cenâze defnedildiğinde, kabirdeki sorgu-suâlinin kolay olması arzusuyla meyyit için istiğfar edilmesini tavsiye buyurmuşlardır.[5]

Yine Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehidlerini sık sık ziyaret ederlerdi. Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in ifâdesine göre; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisinin yanında kaldığı her gecenin son kısmında Bakî Kabristanı’na gider, oradakilere selâm verip duâ ederdi.[6]

Hattâ bir gece Cebrâil -aleyhisselâm- Peygamber Efendimiz’e gelmiş ve;

“Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hemen bu emre uyarak Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)

SEVABI KESİLMEYEN ÜÇ AMEL

Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“İn­san öl­dü­ğü za­man bü­tün amel­le­ri ke­si­lir. An­cak şu üç şey bun­dan müstesnâdır: Sa­da­ka-i câ­ri­ye, is­ti­fâ­de edi­len ilim ve ken­di­si­ne duâ eden ha­yır­lı ev­lât.” (Müs­lim, Va­sıy­yet, 14)

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul:

«−Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?» diye sorar.

Cenâb-ı Hak da ona:

«−(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, duâ etti.» buyurur.” (İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509)

Dünyada, evlâtlar büyürken anne-babalarına muhtaçtır. Fakat hayatlarının son kısımlarında anne-babalar, evlâtlarına muhtaçtır. Vefatlarından sonra da anne-babalar, yine evlâtlarının hayır-duâlarına, kendileri için birer sadaka-i câriye olmalarına muhtaçtır.

Hadîs-i şerîfte de ifâde buyrulduğu üzere sâlih evlâtlar, vefât eden anne-babaları ve geçmişleri için bir sadaka-i câriye ve rahmet vesîlesi olurlar. Fakat bunun aksine, dînî terbiyeleri ihmâl edilen evlâtlar ise anne-babaları için -Allah korusun- bir seyyie-i câriye (yani devam edip giden bir günah) sebebi hâline gelirler. Böyle anne-babalar, -çok muhtaç oldukları hâlde- kabirlerinde ziyaretçisiz ve yapayalnız kalırlar.

Üstelik bir de;

“‒Aman canım ne olacak, o daha küçük, zamanla düzelir…” denilerek kendi hâline bırakılan, Kur’ân ve Sünnet çizgisinde yetiştirilmeyen o evlâtlar, kıyâmet günü anne-babalarından dâvâcı olacak ve:

“‒Annem-babam beni ihmâl etti, iyi bir müslüman evlâdı olarak yetiştirmedi…” diye şikâyet edeceklerdir.

Unutmayalım ki çocuklar, Cennetʼe lâyık bir sâfiyetle dünyaya gelirler. Fakat anne-babalar kendilerine ilâhî bir emânet olan çocuklarının mânevî terbiyelerini ihmâl ederlerse, o Cennet kuşlarını -Allah korusun- yanlış yerlere uçururlar! Dolayısıyla, Kur’ân ve Sünnet’in engin mânâ kevserinden tatmadıkları için evlâtlarına da tattıramayan anne-babalar, büyük bir âhiret vebâliyle karşı karşıyadırlar.

Bu dünyada anne-baba, evlâtlar, eş-dost, akraba, herkes bir arada yaşıyor. Fakat âhirette bir “yevmüʼl-fasl” yani bir “ayrılık günü” olacak. Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde o büyük yol ayrımını haber veriyor. Cennet ehline;

“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyuruyor. Râzı olduğu kullarını, büyük bir ikram ve iltifatla Cennetʼine dâvet edeceğini bildiriyor. Fakat aynı sülâleden de gelse, aynı toplumdan da olsa mücrimlere ise Cenâb-ı Hak;

“Ey mücrimler! Ayrılın bugün!” (Yâsîn, 59) buyuracak. Dünyadaki beraberlik, orada son bulacak. Mücrimlere Cehennem istikâmeti gösterilecek.

Orada belki nice karı-koca birbirinden ayrı düşecek. Nice evlâtla anne-baba, farklı yolların yolcusu olacak. Dünyada bir arada yaşayan, fakat gönül ibreleri farklı kıblelere bakan hısım-akrabanın, konu-komşunun bir kısmı bir tarafa gidecek, bir kısmı diğer bir tarafa savrulacak. Dehşetli bir ayrılık günü vukū bulacak!..

İşte o gün mahzun olmamak için, bugün hem kendi istikâmetimize dikkat etmeli, hem de bilhassa ciğerpârelerimiz olan evlâtlarımızı Allâhʼın birer emâneti bilip küçük yaşlarından itibaren mânevî terbiyeleriyle güzelce alâkadar olmalıyız.

En merhametli anne-baba; evlâdını Kur’ân ve Sünnet terbiyesiyle, asıl istikbâl olan âhirete hazırlayan anne-babadır. İnsanın, evlâdına bırakabileceği en kıymetli mîras, güzel bir İslâm şahsiyet ve karakteridir.

Çocuklara ve gençlere gösterilecek şefkat ve merhamet, hayatı sadece bu dünyadan ibaretmiş gibi görerek onların karınlarını doyurup güzel elbiseler giydirmek, nefislerini eğlendirmek, ten rahatlarını temin etmek değildir. Bilâkis asıl şefkat ve merhamet, onların evvelâ ruhlarını doyurmaktır. Böylece ebedî istikbâllerini bir azap faslı olmaktan kurtarıp sonsuz bir saâdet baharı kılacak mânevî değerleri geç kalmadan şahsiyetlerine kazandırmaktır.

Bu itibarla, Allâhʼa ve âhirete îmân eden merhametli bir anne-baba, evlâtlarının dünya ile âhiret saâdeti karşı karşıya geldiğinde, hiç tereddüt etmeden dünyayı elinin tersiyle iter ve âhireti tercih eder. Deryayı bırakıp damlanın tâlibi olma ahmaklığına düşmez.

“–Evlâtlarım bu dünyada tıka basa doysun da, isterse âhirette zehir-zıkkım yesin!” diyemez.

“–Bugün dünyevî istikbâli parlak olsun da, varsın âhirette yüzü karalardan olsun!” diyemez.

Günümüzde ise evlâtların iyi bir istikbâli olsun diye dünyevî tahsillerine büyük bir ehemmiyet verilip bu yolda gereken “vakit, nakit ve emek” fazlasıyla sarf edilirken, onların ebedî saâdetini temine medâr olacak dînî tahsillerine ise -maalesef- lüzûmu kadar ehemmiyet verilmiyor. Dünyevî diplomalar yanında, uhrevî diplomalara dikkat edilmiyor. Çocukları yaz tatilinde bir-iki aylığına kalabalık bir câmiye göndermek, kâfî zannediliyor. Hâlbuki dînî tahsili bu kadar basit görmek, kalpteki îman zaafının acı bir göstergesidir.

ANNE-BABALARIN KENDİLERİNE SORMALARI GEREKEN SORULAR

O hâlde bugün bilhassa mütedeyyin anne-babalar, başlarını iki ellerinin arasına alıp düşünmelidir:

  • İstikbâli veren kim? Gerçek istikbâl dünyada mı, âhirette mi?..
  • Acaba evlâtlarımızın güzel bir eğitim alıp şu fânî hayat çarşısında iyi bir noktaya gelmesini arzu ettiğimiz kadar, ebediyet yurdu âhirette de güzel bir makâma ermelerini arzu ediyor muyuz?
  • Evlâtlarımız gerçekten bizim evlâdımız olarak mı yetişiyor? Onların şahsiyet ve karakterini hangi çevreler şekillendiriyor? Onların gönüllerinde, ideallerinde, hedeflerinde hangi modeller, hangi şahsiyetler var? Çocuklarımız mı televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonlarını kullanıyor; yoksa bu cihazlar mı evlâtlarımıza kumanda ediyor?!.
  • Elbette her anne-baba, yavrusunu en güzel kıyafetler içinde görmek ister. Fakat âhiret inancına sahip bir ebeveyn, evlâdını öbür âlemde Cennet ipeğinden atlas kaftanların mı, yoksa Cehennemʼin yalaz yalaz ateşinin mi saracağı endişesiyle daha fazla meşgul olur. Bu yüzden yavrularına tesettür hassâsiyeti kazandırabilmek için, daha küçük yaşlarından itibâren onları Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı ölçüler içinde giyinmeye alıştırır. Peki bizler, yavrularımızın toplum içine çıkarken, fânîler tarafından garipsenmemesi için giyim-kuşamlarına gösterdiğimiz îtinâ ve dikkati, acaba ilâhî huzûra çıkacağı gündeki vaziyetleri için de sergileyebiliyor muyuz?
  • Evlâtlarımızın zâhirî görünüşünü güzelleştirmek için gösterdiğimiz gayretler mi, yoksa gönül dünyalarının Kur’ân ve Sünnet ikliminde yeşermesi için sergilediğimiz gayret ve fedakârlıklar mı daha ön plânda?

ALLAH’IN SEVDİĞİ KULLARIN ÖZELLİĞİ

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın kullarında değer verdiği asıl husûsiyet, âyet-i kerîmede şöyle bildiriliyor:

“…Muhakkak ki Allah katında en keremliniz (değerli olanınız), en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Hiç şüphesiz ki Allah Teâlâ, sizin bedenlerinize ve sûretlerinize bakmaz; ancak kalplerinize nazar eder.” (Müslim, Birr, 33)

Yani ebediyet yolculuğumuzda bize ve evlâtlarımıza fayda sağlayacak olan, ne bedenî güç-kuvvettir ne de zâhirî güzelliktir; ancak îman, takvâ ve sâlih amellerdir...

Velhâsıl, yarın ıssız bir kabirde ağır bir nedâmetle yapayalnız kalmamak ve evlâtlarımızın duâ ve istiğfârına nâil olabilmek için, bugün fırsat elde iken yavrularımızı Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle yetiştirmeye gayret etmeliyiz. Evlâtlarımızın terbiyesiyle yakından alâkadar olmalı, onların tertemiz yüreklerine Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’ân ve Sünnet kültürünü aşılamalıyız. Mârifetin iltifâta tâbî olduğu gerçeğinden hareketle, yavrularımızda mânevî güzelliklerin neşv ü nemâ bulması için, onları hediye ve iltifatlarla teşvik etmeliyiz.

İmam Mâlik Hazretleri der ki:

“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile, hadis ezberlemek, bende bir lezzet hâline geldi.”

Unutmayalım ki evlâtlarımızın gönül toprağına hangi tohumları ekersek, onların mahsulünü biçeriz. Yani ne verebilirsek, onu bekleyebiliriz.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Müslim, Cenâiz, 58. [2] Bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 39/3166; Tirmizî, Cenâiz, 40. [3] Kırat: Kıymetli taşların tartılmasında kullanılan iki desigramlık ölçü. Dirhemin on altıda biri. [4] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 54-56/3199. [5] Hadîs-i şerîfin tam metni için bkz. sf. 123. [6] Bkz. Müslim, Cenâiz, 102.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları