Namazın Ruhunu Yakala!

İSLAM

“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Halbuki âşıklar dâimâ namazdadırlar. Zîrâ âşıkların gönüllerindeki aşk ve ciğerlerini yakıp kavuran o ilâhî muhabbet, ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçip gider!..”

Namazda huşûyu gerçekleştirip gerçekleştirememe bakımından kulların durumu hakkında hadîs-i şerîfte buyurulur:

“İki kişi, aynı zaman ve mekânda iki rek’at namaz kılarlar, (ancak) aralarındaki fark, yer ile gök arası kadardır.” (İhyâ)

Bu itibarla âyet-i kerîmede huşûnun tahakkuku istikâmetinde gerçek mü’minlerin namazlarını muhâfaza eden, namazlarının hakkına riâyet eden kimseler olduğu beyân buyurulur:

“Onlar namazlarını muhâfaza ederler.” (el-Meâric, 34)

Ayrıca yine aynı sûrenin 23. âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurulur:

“Onlar namazda dâimdirler.”

Ârifler:

“Bu âyet-i kerîmeden murâd, namazın rûhudur. Çünkü kılınan namazın sûreti devamlılık arzetmez. Rûhun rükû ve secdesi vardır; namazda olan rükû ve secde mânânın sûret ile zâhir olan cihetidir. Dâimî namaz, bütün hâllerde Allâh’ı hatırlamaktan uzak kalmamaktır.” demişlerdir.

Hazret-i Mevlânâ da, bu âyete işârî mânâ vererek:

“Kul namazdaki hâlini namazdan sonra da muhâfaza eder. Böylece bütün bir ömrünü, edeb, huşû; dilini ve gönlünü muhâfaza içerisinde geçirir. Bu, gerçek âşıkların, Hakk dostlarının hâlidir...” buyurur ve şunları söyler:

“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Halbuki âşıklar dâimâ namazdadırlar. Zîrâ âşıkların gönüllerindeki aşk ve ciğerlerini yakıp kavuran o ilâhî muhabbet, ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçip gider!..”

“Âşığın namazı, suyun balıktaki hâline benzer. Nasıl ki balığın canı su olmadan yaşayamıyorsa, âşığın cânı da dâimâ namazda olmadan sükûn bulup ferahlayamaz. Dolayısıyla «Beni az ziyâret et!» sözü, âşıklara göre değildir. Gerçek âşıkların canları pek susuzdur.”

“Âşık, yârinden bir an bile ayrı düşerse, bu, onun için binlerce sene gibidir. Yârin yanındaki binlerce senesi de ona bir an gibi gelir. Bu itibarla âşık, gönlünün Rabbiyle başbaşa kalmasının yegâne vesîlesi namaz olduğu için huzûr-i Hakk arzusuyla dâimâ namazdadır. Kıldığı binlerce rekat, kendisine bir rekat gibi gelir. Ancak bir rekatlık bile namazdan ayrı düşse, binlerce rekat namaz kılmamış gibi yüreği dağlanır, perîşân olur.”

“Ey akıl sahibi! Namazdaki beraberliği anlamak, aklın alacağı bir şey değildir. Bunu anlamak, aklın yâre kurban edilip gönül âleminin dirilmesine bağlıdır.”

Gönül âleminin dirilmesi ise, kulun hangi kıbleye yöneldiği ile alâkalıdır. Bu yönelişi, Hazret-i Mevlânâ şöyle bildirir:

“Pâdişâhların kıblesi, tac ile kemer, dünyâ-perest olanların kıblesi gümüş ve altındır. Sûret meftûnu olanların kıblesi, su ve çamurdan ibâret bulunan cisim; mânâ-şinas olanların kıblesi de, rûh ile kalbdir. Zâhidlerin kıblesi, mihrâb-ı kabûl; gâfillerin kıblesi de fuzûlî işlerdir. Tembellerin kıblesi, uyumak ve yemek; insanların kıblesi de, ilim ve irfân ile beslenmektir.

Âşığın kıblesi, zevâlsiz visâl; ârifin kıblesi de, cemâl-i zü’l-celâl’dir. Dünyâ ehlinin kıblesi, mal ve rütbe; ehl-i sülûkün kıblesi de, levâzım-ı tarîkattir. Hırs ve emelin kıblesi, hevâ; kanâat ehlinin kıblesi de, Allâh’a tevekküldür.

Ve biliniz ki namazda yöneldiğimiz kıble de, Kâbe’nin binâsı değil, onun bulunduğu mekândır. Zîrâ o binâ, başka yere naklolsa kıblegâh olmaz.”

Dolayısıyla namaz için vücûdun yönünü Kâbe’ye çevirirken kalbin yönünü de Allâh’a çevirebilmek îcâb eder. Zîrâ gönlün kıblesi Allâh’tır.

Diğer taraftan huşûun tahakkuk ve muhâfazası için;

“Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî, Bedu’l-Vahy, 1)

hadîs-i şerîfi mûcibince namazın rûhuna uygun kâmil bir niyyet içinde olunması zarûrîdir. Bu da, hangi namazda ve kimin huzurunda olduğunun şuûrunda olmaktır. Kalbden geçenleri kontrol etmek ve rızâ-yı ilâhîden başka bütün gâyelerden sıyrılmaktır.

Tekbîr ile, onu düzgün telaffuzla beraber Allâh’ın azamet ve büyüklüğünü gönülde hissetmelidir. Eller kulaklara kadar iyice kaldırılmak sûretiyle dünyâ işlerini tamamen geriye atıp Allâh’ın huzurunda bulunmanın şuûr ve hazzı gönülleri sarmalı ve bu fânî âlemden çıkıp âhıret âleminde imişçesine bir hâlet-i rûhiye ile namaza başlamalıdır.

Kıyâm’da sadece secde yerine bakarak huzûrullâhta durulduğunun hissinden bir an bile olsun ayrılmadan gönlü Hakk’a karşı acziyyet, muhtaçlık ve teslîmiyetin zirvesine taşımak sûretiyle yüce Rabbimiz’in, meleklerine:

“Ne güzel kul!” diye medh ü senâda bulunduğu sâlihler zümresine dâhil olmaya gayret etmelidir.

Kırâat’te, âyetleri düzgün ve tane tane okuyarak mümkün mertebe mânâsının tefekküründe olmaya çalışmalı ve bu mânâyı hayata aksettirmelidir. Kırâat esnâsında, her hâlükârda cârî olan:

“Kur’ân-ı Kerîm okuyan Allâh ile konuşmuş demektir.” (Ebû Nuaym, Hılye 7, 99) hadîs-i şerîfinin sırrı tecellî eyleyeceğinden sûre ve âyetleri tilâvet ederken dil ile beraber gönüller de uyanık, huzûr ve sükûn içinde olmalıdır.

Rükû’daki tesbihleri, mânâsını tefekkür ederek azamet ve vakar duygusu ile okumalıdır.

Secde’deki tesbihleri de Allâh’ın azametini düşünerek okumalıdır. Kulun Allâh’a en yakın olduğu ânın secde ânları olduğunun duygu ve hissi içinde bedenimizle beraber asıl rûhumuza secde ettirmeli ve âyet-i kerîmedeki «Secde et ve yaklaş!» (el-Alak, 19) sırrından nasîb almalıdır. Böylece Allâh’a vuslat hazzının mânevî zevk ve seâdetine bürünerek ömrü:

“Refîk-ı a’lâ, refîk-ı a’lâ (en yüce dosta, en yüce dosta)!..” şeklinde Allâh muhabbetiyle yanıp tutuşan âşıklar kervanına dâhil olarak tamamlama yolunda yaşamalıdır.

Ka’de denilen namaz oturuşunda ise daha evvel beyân ettiğimiz üzere tahıyyâtın sır ve mânâ iklîmine girerek huzûr-i ilâhîde ta’zîmle oturmalı ve boynu bükük bir garîb olarak duâ ve niyâz hâlinde bulunmalıdır.

Namazdan çıkarken verilen selâm’a gelince, bu da, kulu Dâru’s-Selâm’a, yâni cennete götürecek olan namaz vesîlesiyle yaşanılan yüce bir vuslat hazzını ve kulluk neşvesini büyük bir coşkunluk içinde âdetâ sağ ve solumuzdaki meleklerle paylaşmak sadedinde olmalıdır.

Namaz, Hakk katında makbûl bir şekilde kılınabilmiş ise, meleklere verilen bu selâmın, onlar tarafından dünyâda ve âhıretteki mukâbelesi, ilâhî beyâna nazaran şöyle olur:

“(Allâh’a kulluk yolunda dünyâ hayatının sıkıntılarına) sabretmenize (ve sırât-ı müstakîmden ayrılmamanıza) karşılık size selâm olsun! (Sizlere lutuf olarak) dünyâ yurdunun sonu (olan cennet) ne güzeldir!” (er-Ra’d, 24)

Namaz hakkında bahsedilen huşû, edeb ve ilâhî vuslat hâli, ulaşılması mümkün olmayan ve beşer tâkatinin çok üzerinde bir husus değildir. Namazdaki ulvî ve lâhûtî hazzı, sadece lafızları süsleyen bir beyân ve tahayyül olarak düşünmemek lâzımdır. Zîrâ namazı bize tâlim eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kıldığı namazlar, bu târiflerin de üzerinde bir mâhiyet taşır. O’nun mânevî terbiyesine nâil olan ashâb-ı kirâmın ve onların izinden yürüyen evliyâullâhın namazları da bizlere birer nûrânî meş’alelerdir.

Kaynak: İslam İman İbadet, Osman Nuri Topbaş

NAMAZ ÇOK MÜHİMDİR

NAMAZ VE HİKMETLERİ

CEMAATLE NAMAZIN FAZİLETİ

BEŞ VAKİT NAMAZ NASIL KILINIR? (TÜM NAMAZLAR)

NAMAZI HUŞÛ İLE VE TAM OLARAK KILMAK