Müziğin Dindeki ve Hayatımızdaki Yeri Nedir?

Dînimizde ve hayatımızda müzik olmalı mı?

İbn-i Sînâ’ya göre müzik; birbiriyle uyumlu olan sesleri ve bu sesler arasındaki zaman sürelerini araştıran bir ilimdir. Fârâbî’ye göre; nağmeler ve nağmeleri daha güzel hâle getiren her türlü çalışmayı kapsayan bir sanattır. Pisagor’a göre müzik, birbirine benzemeyen çeşitli seslerden meydana gelen sesler topluluğudur. Emmanuel Kant ise müziği; sesler vâsıtasıyla güzel hisleri ifade etme sanatı olarak tanımlar.

Müzik, insanın kelimelerle ifade edemediği sevgileri, hasretleri, sitemleri, hülyaları sesler topluluğu ile anlatma sanatıdır. Duyularak, hissedilerek çıkarılan her ses, söz ve nağme; asırlarca yaşayan, dilden dile aktarılan müziklerdendir. Her söylemede ve dinlemede insana huzur, sükûnet ve rahatlama hissi verir, çeşitli duyguları harekete geçirir. Kadim tarihimiz, bu şekilde söylenmiş, yazılmış ağıtlarla, türkülerle, ezgilerle, ilâhîlerle doludur. Nitekim Anadolu’nun kıl çadırlarından binbir mücadele ile büyüyen medeniyetimiz; acısını, hasretini, sevincini nağmelerle dillendirmiş, nesilden nesile aktarmıştır.

Tanzimat’la birlikte değişen müzik anlayışımız, küreselleşmeyle birlikte eksen kaymasına uğramıştır. Özellikle son zamanlarda gençlerin bir mit hâline getirmiş olduğu müzikle; müziğin hayatımızdaki değeri ve sahihliği iyice tartışılır hâle gelmiştir. Sâhi günümüzdeki müzikler, insanı dinlendiriyor mu? Sevgileri, hasretleri, özlemleri terennüm ediyor mu?

İSLAM DİNİNDE MÜZİK

İslâm dünyasında akademik anlamda ilk mûsikî çalışmaları, Emevîler ve Abbasîler devrinde başlamıştır. Ebü’l-Ferec el-Isfahanî, “el-Eganî” isimli eserinde bu dönemde çalışma yapan mûsikîşinasların hayatlarını ve eserlerini yazmıştır. İslâm Dünyası’nda bunlarla başlayan mûsikî çalışmaları, özellikle tasavvuf alanında Yenikapı Mevlevihânesi şeyhi Mehmed Celâleddin Dede, Galata Mevlevihânesi şeyhi Mehmed Atâullah Dede ve Bahariye Mevlevihânesi şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede’nin değerli çalışmalarıyla devam etmiştir.

Âlimlerimizin bir kısmı, Kur’ân ve Sünnet’te müzikle meşgul olmanın, müzik dinlemenin günah olduğunu gösteren kat’î bir delil bulunmadığını beyân etmişler[1], bazıları da bazı âyet ve hadisleri delil göstererek mûsikînin her çeşidini yasaklama yolunu tutmuşlardır. Bu iki görüşü telif ederek, mûsikînin neye ve nasıl hizmet ettiği, hangi âletlerle, hangi ortamlarda ve dinleyenlerde ne gibi duygu-düşünceler uyandırdığına göre farklı hükümleri bulunduğuna dikkat çekenler de olmuştur.

İslâm Dîni, öncelikle dünyaya ve âhirete faydası olmayan işleri “boş iş/mâlâyânî” olarak vasıflandırmış, bunlarla aşırı meşguliyeti vakit/ömür emânetini zâyi etmek olarak görmüştür.

Diğer taraftan insanları harama, günâha teşvik eden, muhtevasında Allâh’a, kadere isyana götüren sözler bulunan şiir ve şarkılar da haramdır. Bunların daha tesirli hâle gelmiş mûsikî formatını icrâ etmek, dinlemek veya yayılmasına vasıta olmak da aynı hükme girer. Başka bir ifadeyle İslâm Dîni’nin ilke ve esaslarına aykırı olan, kişiyi inkâr, isyan, haram, günah ve fuhşa teşvik eden her türlü ses, söz ve enstrümanla uğraşmak yasaklanmıştır. Bu konuya, âyet-i kerîmede şöyle işaret buyurulur:

“De ki: «Benim Rabbim, ancak açık ya da gizli, yüz kızartıcı çirkin işleri (fuhşu), günâhı, haksız yere başkalarının hakkına tecavüzü (bağy), Allâh’a hiçbir delil indirmediği şeyi ortak koşmanızı (şirk) ve Allâh’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklar.” (el-A’râf, 33)

Bazı âyet-i kerîmelerde ise, insanı dinlendiren müziğin bir cennet nimeti olduğu bildirilmiştir. Nağmeli ve gür sese sahip olan Hazret-i Dâvûd’un cennette kulları ferahlandırmak üzere nağme söyleyeceği bildirilmiştir.

 “Îman edip sâlih amel işleyenler, bir bahçede nimetlenir ve neşelenirler.” (er-Rûm, 15)

Müfessirlerimiz, bu âyet-i kerîmede geçen “yuhberun” ifadesinin; “neşelenir, ferahlanır, sevinir ve eğlenirler” mânâsında kullanıldığını; bunun da müzik gibi nağmeli seslerle olabileceğini ifade etmişlerdir.

HADÎS-İ ŞERÎFLERDE MÜZİK

Peygamber Efendimiz’in sosyal hayat içerisinde, dînî açıdan mahzurlu gördüğü müzik icralarını yasakladığını, mahzurlu görmediği mûsikî icrâsına ise müsâade ettiğini; hattâ dinleyip ashâbını teşvik ettiğini görmekteyiz. Meselâ Ensâr’dan bir kadını evlendiren Hazret-i Âişe’ye:

“-Ey Âişe eğlenceniz yok mu? Zira Ensâr eğlenceyi sever.”[2] buyurmuş, kadınlar arasında yapılan eğlenceyi tavsiye etmiştir.

Bir başka hadîs-i şerîfte ise; “Nikâhı îlan edin, mescidlerde yapın, üzerine de def vurun.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Nikâh, 6)

Sefer ve savaş zamanlarında, mûsikî bir ihtiyaç olarak psikolojik güç ve motivasyon kaynağı olarak görülmüştür. Âmir bin Ekvâ anlatır:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber’e yola çıkmıştık. Gece gidiyorduk. Kafileden bir kişi, şairliğiyle bilinen Âmir bin Ekvâ’ya:

“-Bize bildiklerinden bir şeyler söyle de dinleyelim!” dedi. Âmir, devesinden inerek şu türküyü söylemeye başladı;

“Ey Allâh’ım, Sen olmasaydın biz hidâyet bulamazdık.

 Sadaka verip namaz kılamazdık.

 Her şeyimiz Sana fedâ olsun, bizi bağışla.

 Düşmanla karşılaşırsak ayaklarımızı sâbit kıl, içimize huzur ve güven ver. ”

 Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- söylenenleri sonuna kadar dinledikten sonra:

“-Kim bu sürücü?” diye sordu.

“-Âmir bin Ekvâ!” dediler. Rasûlulah:

“-Allah ona rahmetiyle muâmele etsin!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 90; Müslim, Cihad ve Siyer, 123)

Başka bir gün bir seyahat esnasında ise Enceşe adlı deve sürücüsü, söylediği şarkı ile develeri dahî heyecanlandırıp hızlandırmış; bunun üzerine develerin üzerinde bulunan hanımlar için endişelenen Peygamber Efendimiz, Enceşe’ye:

 “-Ey Enceşe! Yavaşla, dikkat et, develeri hızlandırma. Üzerinde taşıdıkları kristaller kırılmasın.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, 117)

Ashâb-ı Kirâm zamanında bayramlarda da eğlence ve oyunlar tertip edilirdi. Böyle bir güne iştirak eden Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

“Mescidde oynayan Habeşlileri seyrederken Rasûlullâh’ın beni ridâsıyla örttüğünü hatırlıyorum. Bu hâl, ben seyretmekten usanıncaya kadar devam etti.” (Buhârî, Salât, 69)

Hanefî âlimlerinden Molla Hüsrev, İbn-i Âbidîn, Kâsânî de bu konu hakkında şöyle demişlerdir:

“Kişinin gayr-i meşrû eğlence (lehv) maksadı gütmeksizin, yalnızlığını giderme gayesiyle kendi kendine şarkı söylemesinde mahzur yoktur. Yine düğün, gazi ve yolcu karşılama gibi durumlarda, gayr-i meşrû eğlence (lehv) şeklinde olmadığı takdirde davul ve def çalmak için davulcu ya da defçi kiralamada bir mahzur bulunmamaktadır.” (İbn-i Âbidîn, Reddi’l-Muhtar ale’d-Dürri’l-Muhtar, V, 46)

İmâm Gazzâlî -rahmetullâhi aleyh-, mûsikî ve ahkâmı hakkında 60-70 sayfalık geniş bir izahat yaptıktan ve mûsikînin çeşitli durumlardaki hükümlerini açıkladıktan sonra, “Zamanın çoğunluğunu eğlence maksadıyla müzik dinleyerek geçirmenin mekrûh olduğunu, ancak sadece güzel ses dinlemek maksadıyla şarkı dinlemenin câiz olacağını” belirtmiştir. (İhyâu Ulûmiddîn, VI, 199)

Âlimlerimizin hükümleri ayrıntılı olarak incelendiğinde mûsikîyi haram, mekruh ya da mübah gören âmillerin temelinde, yaşamış oldukları toplumların sosyo-kültürel yapısına ve müziğin niteliğine göre değişiklik gösterdiği ortaya çıkmaktadır. Meselâ sefer ve savaş zamanlarında müzik bir ihtiyaç olarak psikolojik güç ve motivasyon kaynağı olarak görülmüştür. Ama genel mânâda “kişiyi Allah yolundan, O’na kulluk ve ibadetten alıkoyan” her şey gibi, müzik de haram görülmüştür. Binâenaleyh müziğe;

1- İslâm Dîni’nin temel esaslarını ve yüce değerlerini hafife alacak sözler ve konular içermediği,

2- Kişiyi gayr-i ahlâkî durum ve psikolojiye sevk etmediği,

3- Kişiye bağımlılık yaparak, Kur’ân okuma ve ilim öğrenmeden alıkoymadığı, hayattan koparmadığı,

4- Dînî vazife ve sorumlulukları ihmal edecek seviyede olmadığı,

5- Kişiyi nefsânî arzularına esir edecek derecede faydasız işlerle meşgul etmediği müddetçe müsaade edilmiştir.

MÜZİĞİN İNSAN SAĞLIĞINA ETKİLERİ

Orta Asya Türkleri’nde ve İslam Medeniyeti’nde mûsikînin insan sağlığı açısından önemi keşfedilmiş ve pek çok bilim adamı, bu konuda önemli çalışmalar yapmıştır. Meselâ; Fârâbî, müziğin insan bedenine ve rûhuna tesirini incelemiş; mûsikînin tıp, astronomi ve fizik bilimi ile ilişkisini araştırmış, mûsikînin güldürme, ağlatma ve uyutma etkilerini ortaya çıkarmıştır.  “Mûsikiu’l-Kebîr” adlı eserinde, makamların insan psikolojisindeki tesirlerini bir cetvel hâlinde göstermiştir. Hattâ makamların günün hangi saatinde, insanlara daha tesirli olacağını belirtmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir;

Rast makamı: Güneş, iki mızrak boyu yükselince daha çok tesir eder; insana neşe ve huzur duygusu verir.

Rehavî makamı: İmsak vaktinde tesirlidir, insana sonsuzluk düşüncesi verir.

Hüseynî makamı: Sabahleyin tesirlidir; barış ve sükûnet verir.

Uşşak makamı: Öğle vakti tesirlidir, insana neşe ve gülme duygusu verir.

Isfahan makamı: Gün batarken tesirlidir, hareket kabiliyeti ve güven hissi verir.

Hicaz makamı: İkindi vakti tesirlidir, tevazu ve alçak gönüllülük verir.

III. Selim zamanında hekimbaşılık yapan Gevrekzâde Hasan Efendi tarafından yazılan “Necidetü’l-Fikriye ve Tedbir-i Velâdetü’l-Bikriyye” adlı iki eserde de özellikle makamların hangi hastalıklara iyi geldiği yazılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Rast makamı: Felçle birlikte gelen hastalıklarda tesirlidir.

Isfahan makamı: Zihin açıklığı verir, ateşli hastalıklardan korur.

Hicaz makamı: İdrar zorluğunda kullanılır.

Uşşak makamı: Çocuklarda ferahlık meydana getirir, yetişkinlerde ayak ağrılarında tesirlidir.

Nevâ makamı: Kötü fikirleri, sükûnet veren duygulara dönüştüren bir makamdır.

Zirefgend makamı: Felç, sırt ve eklem ağrılarında iyidir.

Zengile makamı: Kalp hastalıkları ve mide yanmalarında tesirlidir.

Türk-İslâm Medeniyeti’nde mûsikiyle tedavî hastaneleri kurulmuştur. Nurettin Zengi’nin Şam’da inşâ ettirdiği hastanede akıl ve ruh hastaları için ayrı bir yer yapılmış ve tedavîde mûsikîden faydalanılmıştır.

Amasya Darüşşifâsı, diğer adıyla, yaşlı ve kimsesiz erkeklerin bakıldığı yer olan “Bîmarhâne”, dünyada akıl hastalarının mûsikî ve su sesiyle iyileştirildiği ilk yerdir. Kayseri Gevrek Nesibe Tıp Medresesi, Divriği Ulu Câmii ve Darüşşifası, Süleymaniye Tıp Medresesi ve Şifâ hastanesi, Fatih Darüşşifâsı, Edirne İkinci Bayezid Darüşşifâsı ve Enderun hastanelerini de bunlara ekleyebiliriz. Özellikle Mimar Sinan’ın eseri olan Edirne II. Beyazıt Darüşşifâsı ve Enderun Hastahanesi, akustiği ile, mûsikî vasıtasıyla tedavi düşünülerek özel yapılmıştır.

Günümüzde de hâlen devam eden ezanların o vakte uygun makamı tercih etme geleneği; sabah vaktinde sabâ, öğle vaktinde uşşak, ikindi vaktinde hicaz, akşam vaktinde ırak ya da segâh, yatsı vaktinde ise rast ve benzeri makamlarda okunması; insana huzur veren en önemli şifa kaynaklarından biridir.

Kısacası, mûsikî insan rûhuna hitap eden, ona müsbet veya menfî tesir eden kuvvetli bir iksirdir. Aynı kişinin farklı zaman ve yerlerde bile dinlediği benzer mûsikî nağmeleri onun rûhunda farklı tesirler meydana getirebildiği için, mûsikîyi tek bir hükme indirmek zordur. Bu yüzden insanda ne gibi duygu ve düşünceler uyandırdığına bakarak, hükmü de şekillenmiş olur. Allâhu a’lem.

Dipnotlar:

[1] Bkz: Zeylaî, Tebyîn, IV, 222.

[2] Buhârî, Nikâh, 64.

Kaynak: Seher Küçük, Şebnem Dergisi, Sayı: 176