Müslümanın Birinci Vazifesi

HAYATIMIZ

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ömrünü tebliğ vazîfesine adamış ve Vedâ Hutbesi’nde arka arkaya üç defâ; “Tebliğ ettim mi?” diye sorarak, vazîfesini îfâ ettiğine dâir ümmetinden te’yîd almıştır. O’nun bu mukaddes vazîfesi, ümmeti olan bizler için de geçerli bir mes’ûliyettir. 

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“(İnsanları) Allâh’a dâvet eden, sâlih ameller işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla tek bir kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünyâ nîmeti sayılan) kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)

Bütün bu iltifat ve müjdelere nâil olmak, mü’min gönüller için ne büyük bir saâdettir. Zîrâ yine bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Hidâyet yoluna dâvet eden kimse, ona tâbî olanların ecirleri kadar ecir alır. Bu, tâbî olanların ecrinden de bir şey eksiltmez!..” (Müslim, İlim, 16)

İşte hakkı ve hayrı tebliğ yönündeki hâlisâne gayretlerin mükâfâtı, bir kar topunun yuvarlanarak büyük bir çığa dönüşmesi gibi katlanarak artmaktadır. O hâlde, îman nîmetinden mahrum olanların, yâhut mü’min olduğu hâlde gaflet ve cehâletleri sebebiyle dîni sığ ve kaba ölçüler dâhilinde yaşayanların îkaz ve irşâdına gayret göstermek, onlara yapılabilecek en büyük iyilik olduğu gibi, kendimiz için de, hem büyük bir ecir vesîlesi hem de îman nîmetimizin şükür borcudur.

İMANIMIZI GÖSTEREN MİHENK TAŞI

Öte yandan, tebliğ husûsundaki gayret derecemiz, bir bakıma îmânımızın seviyesini gösteren mihenk taşı mevkiindedir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu, îmânın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Tebliğ husûsunda ihmalkâr davrananlar için de pek çok şiddetli îkazlar vârid olmuştur. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz fakat duânız kabûl edilmez.” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten, 9)

Ancak, tebliğ vazîfesinin usûl ve âdâbına da riâyet edilmelidir. Aksi hâlde kaş yapayım derken göz çıkarmaya, yâni fayda yerine zarara da sebep olunabilir. Hakkı tebliğ ve hayra teşvik için evvelâ hakkın ve hayrın mâhiyetine doğru bir şekilde vâkıf olmak gerekir. Zîrâ câhilin tebliğinin, hem üslûp hem de muhtevâ bakımından yanlışlardan berî olması mümkün değildir. O hâlde, bu yoldaki ilk şart, ilmî ve kalbî sermâyedir. Boş bardakla ikrâm olmayacağı gibi, ilim ve irfansız bir tebliğden de hayırlı bir netice alınamaz.

TEBLİĞ İÇİN EN MÜHİM ŞART

Ayrıca kalbi bencillik ve benzeri mânevî zaaflarla dolu bir kimsenin tebliğe kalkışması da son derece yanlıştır. Böyleleri, hayra çağırayım derken daha da zarar verirler. Makbul bir tebliğ için, Kur’ân hikmetleriyle yoğrulmuş hassas bir gönle ve İslâm’ın güler yüzünü yansıtan mütebessim bir çehreye sâhip olmak lâzımdır. Yine hakkın, hayrın, fazîlet ve doğruluğun canlı bir timsâli hâline gelmek ve örnek bir hayat yaşayarak rahmet saçan bir gönül diliyle konuşmak gerekir.

Tebliğ, ikrâm ile, ihsân ile, İslâm şahsiyetinin nezâket ve zarâfetini temsîl ile yapılmalıdır. Zîrâ insan, ihsâna mağluptur ve gördüğü yüksek şahsiyet ve karaktere meftûn olur.

HANGİ CÜRMÜ İŞLEMİŞ OLURSA OLSUN

Diğer taraftan tebliğ hizmetini îfâ eden biri, muhâtabı hangi cürmü işlemiş olursa olsun, onu tebliğ dâvetinden mahrum etmemelidir. Bir kayanın, hattâ duvarın içinden bile nice çiçeklerin ve ağaçların çıkabildiğini düşünerek, hiç kimseyi dışlamamalı, Allâh’ın rahmetinin sonsuzluğunu hatırından çıkarmamalıdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Zeyneb’i deveden düşürerek vefâtına sebep olan Hebbâr bin Esved’e, Mekke fethine kadar her türlü düşmanlığı yapan İkrime bin Ebû Cehil’e, amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşî’ye ve hattâ amcasının ciğerini hırsla ısıran Ebû Süfyân’ın karısı Hind’e bile tebliğ kapısını kapatmamıştır. Bu bakımdan muhâtap, küfründe Firavun derecesinde şiddetli bile olsa, tebliğ dâvetinden mahrum bırakılmamalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, tanrılık iddiâsındaki Firavun’a gidip ona yumuşak bir lisân ile tebliğde bulunmasını emretmiştir.

DÂİMÂ MERHAMET!

Günah yükü altında ezilerek kendileri için artık bir kurtuluş ümîdi kalmadığını zanneden günahkârlara da Allâh’ın rahmet ve merhametinin büyüklüğünü telkin etmek gerekir.

Zîrâ Rabbimiz buyurur:

“De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allah bütün günahları affeder. Muhakkak O, Gafûr ve Rahîm’dir. Onun için ümidinizi kesmeyin de başınıza azap gelmeden evvel tevbe edip Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Yoksa yardım göremezsiniz.” (ez-Zümer, 53-54)

İşte günah batağında boğulan mücrimleri, İslâm’ın ümit ve merhamet dergâhına güzel ve hikmetli sözlerle ve rahmet üslûbuyla dâvet etmek îcâb eder.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Öyle Bir Rahmet ki, Erkam Yayınları