Müslüman Zamanın Kötülüklerinden Kendini Nasıl Korumalı?

HAYATIMIZ

Bugün, âhir zaman fitnelerinin her yanı sardığı bir vasatta yaşıyoruz. Günümüzde fert ve toplumun en büyük hastalığı, “dünyevîleşme”. Zira televizyon, internet, reklâmlar, modalar, materyalist düşünce, kapitalist sistem, her bir yandan insana âdeta “âhiretsiz bir dünya” telkininde bulunuyor.

Âhiretin unutulduğu her devir, câhiliye devridir. İnsanın Allah’tan uzaklaşıp nefsinin hevâ ve hevesi peşinde koşturduğu, selde sürüklenen kütükler misâli şuursuzca savrulduğu her devir, bir câhiliye devridir.

Zamanımızda merhamet azaldı, vicdanlar kurudu. Son zamanlarda bütün dünyada yaşanan acı hâdiseler de gösteriyor ki, insan insanın kurdu oldu.

Güç odaklarının menfaat kavgalarında, meselâ bir petrol kavgasında; çoluk-çocuk, hasta, yaşlı vs. denmeden, kul hakları ayaklar altına alınabiliyor. İnsanî yardım konvoyları, çocukların okuduğu mektepler, hastahâneler, câmiler, pazar yerleri, savunmasız siviller bombalanıyor. Hani şâirin:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!..

mısrâlarında tasvir ettiği gibi, tam bir câhiliye devri yaşanıyor.

Diğer taraftan bugün; haram ve günahlarla insanlar arasındaki mesafeler kısaldı. Günahlara set olan hayâ perdeleri kayboldu. Bir yönüyle çok faydalı olan internet ve medya, maalesef nefsânî çirkinlikleri de, herkesin evine, odasına, hattâ cebine kadar taşır oldu.

HAYÂTÎ BİR ZARÛRET

Böyle bir zamanda, güçlü bir îman irâdesiyle nefsine hâkim olabilmek, kendini ve sorumlu olduğu insanları Cehennem’den koruyabilmek; nefis terbiyesini çok daha hayâtî bir zarûret kılıyor.

Tarihimize baktığımızda görüyoruz ki ecdâdımız, nefis terbiyesini, tekke ve dergâhlar vâsıtasıyla toplumun âdeta kılcal damarlarına kadar teşmil edebilmişti. Bugün bu müesseselerden mahrum olsak da mü’min, hiçbir ahvâlde mâzeret ve bahânelerin ardına saklanmamalıdır. Zira Yûnus Emre Hazretleri’nin güzel bir ifadesi vardır:

Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil,

Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil!

Yani mühim olan, gönlü derviş eylemektir. Gönlü derviş edense, ne giyim-kuşamdır ne de dergâhın dört duvarıdır. İlâhî hakîkatleri aramasını bilen, her zaman ve mekânda onu bulmasını da bilir. İlâhî muhabbet ve mârifetle gönlünü doldurabilen bir insan, nerede olursa olsun, huzûr-i ilâhîde demektir.

ONLAR HER ZAMAN ALLAH’I ZİKREDER

Nefsini terbiye edebilen bir müslümana, bütün yeryüzü bir dergâh olur. Huşû ile secde ederek Hakk’a yaklaşan bir mü’min, kendisine bir secdegâh kılınmış olan yeryüzünün hiçbir köşesinde Rabbinden ayrı düşmez.

Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (yani her zaman ve mekânda) Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Bu şuurdaki bir mü’min, İslâm’ı hayatının hiçbir ânında bir kenarda unutamaz: Ne camide, ne çarşı-pazarda, ne okulda, ne sokakta, ne evde, ne komşu ve akraba münâsebetlerinde, ne de kul ve mahlûkat haklarında…

TECESSÜS NAZARIYLA OKUMAMALI / EL KÂRDA GÖNÜL YARDA

Kalbi Hakk’a bağlı bir mü’min, karşılaştığı bütün nefsânî câzibelerin ve günaha davetlerin, birer ilâhî imtihan olduğunu bilir. Bu şuurla; gözünü, gönlünü, elini, dilini, velhâsıl bütün âzâlarını korumaya gayret eder.

Meselâ insan, bir seyahat esnasında belki binlerce araba görür. İçlerinden bazıları ilgisini de çekebilir. Fakat tutup da hiçbirinin plâkasını okumaya kalkmaz. İşte bunun gibi, bugün toplumdaki nice şerlerin içinden geçmek mecburiyetinde kalan bir mü’min de, karşılaştığı mâsıyet manzaralarını ve nefsânî vitrinleri tecessüs nazarıyla okumamalı ki, gönül feyzini muhâfaza edebilsin.

Bunun için de, gönlün her an Allâh ile olması gerekir. Dâimî zikirle uyanık hâlde bulunması îcâb eder. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

Bu âyetlerin tefekküründe derinleşen bir mü’min için, yeryüzü âdeta bir dergâh hâline gelir. Hangi ortamda bulunursa bulunsun “el kârda, gönül Yar’da” hâli nasîb olur. Dış dünyanın aldatıcı câzibeleri, tesirini kaybeder.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 364. Sayı, Haziran 2016