Müslüman Gencin Hayat Rehberi

İLİM

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ı öğretmek için insanı yaratmıştır. Beyânı, yani konuşmayı ve sözü güzel söyleme sanatını da Kur’ân’ı anlaması için öğretmiştir. Buna göre insanın, dîn ve ilim için yaratıldığını ve Kur’ân’a karşı mes’ûliyetinin çok büyük olduğunu idrâk etmesi gerekir.

Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve evsâfıdır. Kur’ân-ı Kerîm’i huşû ile okuyup tatbik edersen, kendini peygamberler ve velîlerle görüşmüş farzet! Peygamber kıssalarını okudukça ten kafesi, can kuşuna dar gelmeye başlar!”

 Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Rahmân (çok merhametli olan Allah), Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı ve ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)

Allah Teâlâ, önce Kur’ân’ı öğretmesinden, sonra da insanı yaratmasından bahsetmiştir. Bundan şunu anlayabiliriz:

“Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ı öğretmek için insanı yaratmıştır. Beyânı, yani konuşmayı ve sözü güzel söyleme sanatını da Kur’ân’ı anlaması için öğretmiştir.”

Buna göre insanın, dîn ve ilim için yaratıldığını ve Kur’ân’a karşı mes’ûliyetinin çok büyük olduğunu idrâk etmesi gerekir. Çünkü insanın izzet, şeref ve haysiyeti, Kur’ânʼın gösterdiği istikâmette yaşamakla mümkündür.

Bin dört yüz seneden beri İslâm âleminde telif edilen kütüphâneler dolusu kitap, aslında bir tek kitabı, yani Kur’ân-ı Kerîmʼi îzah sadedinde kaleme alınmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm, Al­lâh’ın, mü’min gönüllere ikram ettiği doyumsuz bir zi­yâ­fe­tidir. Allah ile konuşmak isteyen mü’minler, O’nun ziyâfet sofrasına katılmalı ve bu sofrada hizmet etmelidirler. Bu ziyâfetten istifâde edebilmek için Kur’ân-ı Kerîm’e muhabbet ve tâzimde kusur etmemek gerekir. Onu güzelce öğrenip okumak, canlı bir Kur’ân hâlinde yaşayabilmek ve bilmeyenlere öğretmek lâzımdır.

MÜ’MİNLERE İKİ CİHAN SAÂDETİ

Hiç şüphesiz ki Kur’ân, mü’minlere iki cihan saâdetini bahşetmek için indirilmiştir. Kur’ân’a sarılmayan insan, kulluk haysiyetine yazık etmiş, insanlık nîmetine karşı nankörlük etmiş demektir.

Ebû Zer -radıyallâhu anh- diyor ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana nasihat ediniz!” dedim.

“–Sana takvâyı tavsiye ederim, zira takvâ her işin başıdır.” buyurdu.

Ben tekrar:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana biraz daha nasihat ediniz!” dedim.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kur’ân okumaya ve Allâh’ı zikretmeye bak, çünkü Kur’ân yeryüzünde senin için bir nûr, gökyüzünde de bir azıktır.” buyurdu. (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 78)

Ancak Kur’ân’ın sırf sadâsına kulak verip, derûnundaki hikmetlere ulaşamayan gâfiller, onun asıl bereketinden mahrum kalırlar. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkür ederek okumak, yani emir ve nehiylerinin hikmetini düşünmek, kıssalarından ibret almak lâzımdır. Hazret-i Ömer’in şu ifâdesi ne kadar ibretlidir:

“Bakara Sûresi’ni on iki senede tamamladım ve şükür olarak bir deve kurban ettim.” (Kur­tu­bî, Tefsîr, I, 40)

Zira Hazret-i Ömerʼin Kur’ân okuyuşu, sadece lâfızların telâffuzundan ibâret değildi. Bu okuyuş, Kur’ân’ın hikmet ve esrârına dalarak ve hükümlerini yaşayarak bir okuyuştu. Kur’ân’dan gerçek mânâda istifâde etmek de, ancak böyle mümkündür.

Ebû Abdurrahmân es-Sülemî şöyle anlatıyor:

“Allah Rasûlü’nün ashâbından bizlere Kur’ân-ı Kerîm tâlim eden biri vardı. Bize şöyle demişti:

«−Biz, Peygamber Efendimiz’den on âyet alır, bu âyetlerdeki bilgileri ve amelleri öğrenmeden diğer on âyete geçmezdik. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize hem ilmi hem de ameli birlikte öğretirdi.»” (Ahmed, V, 410; Heysemî, I, 165)

Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak, kavramak, hissedip duyabilmek ve esrârına vâkıf olabilmek için ise selîm bir kalbe ihtiyaç vardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, sırlarını ancak selîm bir kalbe açar. Günahlarla kararmış bir kalp, Kur’ân-ı Kerîm’in esrârından bir şey anlayamaz.

EBÛ BEKİR VERRÂK HAZRETLERİ VE OĞLU

Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini, Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîflerini oku­madan evvel kendine çeki-düzen ver! Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, ku­suru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara!..”

Ebû Bekir Verrâk Hazretleri’nin küçük bir oğlu vardı. Hocasından Kur’ân-ı Kerîm öğreniyordu. Bir gün mektepten benzi sararmış bir hâlde ve titreyerek döndü. Babası şaşırdı:

“–Hayırdır evlâdım, bu hâlin ne, niçin mektepten erken döndün?” diye sordu. Oğlu:

“−Babacığım! Bugün hocamız bana Kur’ân’dan bir âyet öğretti, onun mânâsını düşününce korkumdan bu hâle geldim!” dedi.

“−Evlâdım o hangi âyet-i kerîmedir?”

Küçük çocuk okumaya başladı:

“Eğer inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyacaksınız?” (el-Müzzemmil, 17)

Daha sonra küçük yavru, bu âyetin dehşet ve heybetinden hasta olup yatağa düştü, çok geçmeden de rûhunu Rabbine teslîm etti.

Ebû Bekir Verrâk Hazretleri sık sık oğlunun kabrini ziyaret eder ve ağlayarak şöyle derdi:

“−Ey Ebû Bekir! Oğlun Kur’ân’dan bir âyet öğrendi ve Allah korkusundan rûhunu teslîm etti. Sen ise bunca zamandır Kur’ân-ı Kerîm okursun, hâlâ hukûk-ı ilâhîden bir çocuk kadar bile korkmazsın!..”

Kur’ân-ı Kerîm’e karşı ihmâlkâr davranmak, insanın mânevî hayatını karartan büyük bir hatâdır. Bu sebeple hem kendimizin hem de evlâtlarımızın, Kur’ân-ı Kerîm eğitimini ihmâl etmemeliyiz. Yabancı bir lisan öğrensinler diye binbir emek verilip kolejler arasında titiz araştırma ve mukâyeseler yapılırken, Kur’ân Kurslarını göz ardı ederek -hattâ küçümseyerek- evlâtları ilâhî kelâmdan mahrum etmek, ne hazin bir aldanıştır…

Târih şâhittir ki fertler, âileler ve milletler, ilâhî emânet olan Kur’ân-ı Kerîm’e tâbî oldukları nisbette âbâd olmuşlardır. Kurân-ı Kerîm’e hürmet üzere kurulan Osmanlı Devleti, asırlara ve kıtalara hükmetmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmeyen topluluklar bile -bugünkü batı âlemi gibi- yaşadıkları dünyevî refah ve huzuru, Kur’ânî olduğunu bilmeden tatbik ettikleri birtakım düsturlara borçludurlar.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları