Mürîd, Mürşidini Geçer mi?

HAYATIMIZ

Kulu, yaratılışındaki esas gâye ve maksada ulaştıran her türlü yol ve vâsıta, bir vesîledir. Allâh’a yaklaşmak için bu vesîlelere sarılmaya da tevessül tâbir olunmuştur. Daha husûsî mânâda ise, duânın kabulüne sebep olacağı ümidiyle başta esmâ-i hüsnâ, Kur’ân-ı Kerîm, sâlih ameller, peygamberler ve sâlih zâtlar vesîle kılınarak Allah’tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya arzu edilmeyen bir şeyin def edilmesi için O’na duâ ve ilticâda bulunmak demektir. 

Mâide Sûresi’nin 35. âyet-i kerîmesinde:

“Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın!..” buyrulmaktadır.

Âyet-i kerîmede “vesîle” kelimesi, mutlak olarak, yâni hiçbir tahdid olmadan zikredilmiştir. Bu itibarla Allâh’a yaklaşmak için aranması gereken vesîleden maksat; namaz, oruç, cihâd ve benzeri sâlih amellerdir. Bazı müfessirler ise bu sayılanların yanısıra, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanmak gâyesiyle bir mürşid-i kâmilin terbiyesine girmenin de bir “vesîle” olduğunu ifâde etmişlerdir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Bir bıçak, kendi sapını, başka bir bıçak olmaksızın nasıl yontabilir? Sen git, yaralarını bir gönül cerrahına göster. Sen onları kendi kendine tedâvi edemezsin...”

“Dünyevî duygu ve düşüncelerinin sağlığını tabipten, kişiyi sonsuza yücelten ilâhî hislerin sıhhatini de mürşid-i kâmilden öğren!..”

Nasıl ki, bir yolculuk esnâsındaki bineğimiz gâye değil vâsıta ise bir mürşid-i kâmil de mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyâsını Allah ve Rasûlü’nün ahlâkı ile tezyîn eden bir muallim demektir. Hattâ bâzı mürîdler -nasîb ve  istîdatları varsa- sür’atle terakkî ederek, bidâyette kendisine yol gösterip önünde ufuklar açan mürşidini, nihâyette geride bırakabilir. Zâhirî bir  kıyaslamaya göre Şems-i Tebrizî ile Hazret- i Mevlânâ misâlinde olduğu gibi.

MÜRŞİD-İ KÂMİLLER ANCAK BİRER VÂSITADIR

Yâni mürşid-i kâmiller bütün ehemmiyet ve kıymetine rağmen aslâ gâye değil, ancak bir vâsıta hükmündedirler. Gerçekten tevessül, bir mânâda, olgun ve tecrübeli bir mü'min demek olan mürşid-i kâmili rehber edinerek, ayakların kayması kuvvetle muhtemel bulunan ince yollardan sâlimen geçmek için onların  rehberliğine mürâcaat edip irşâd ve feyizlerinden istifâdeye çalışmaktır. Diğer bir mânâsıyla da tevessül, merâmını Cenâb-ı Hakk’ın sevdikleri hürmetine O’na arz ederek duâya makbûliyet kazandırma gayretidir. Yoksa Hak Teâlâ’nın sâlih  kullarına kudsiyyet atfetmek değildir.

İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-:

“Dileklerinizde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i vesîle edininiz!..”  buyurur.

İmâm Cezerî -kuddise sirruh-:

“Duâlarınızın kabulü için peygamberler ve sâlih kişileri vesîle  ittihâz ediniz!..” buyurmaktadır.

Nitekim bu hususlarla ilgili birkaç tevessül  misâli şöyledir:

Şifâü's-Sekâm adlı eserde İmâm Sübkî'nin şöyle buyurduğu bildirilmmektedir:

"Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Efendimiz'le tevessül, her hâlükârda câizdir. O yaratılmadan evvel, yaratıldıktan sonra, dünya hayatı esnâsında, vefâtından sonra berzah  alemindeyken, yeniden diriltildikten sonra, kıyâmetin Arasat meydanında ve cennette Efendimiz -sallâlllâhu aleyhi ve sellem- ile tevessül edilebilir." 

SAVAŞ KAZANDIRAN DUÂ

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Hayber yahûdîleri ile Gatafan arasında savaş vardı ve Hayber yahûdîleri ne zaman Gatafan’la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:

“Ey Allâh’ımız! Âhir zamanda göndermeyi va’dettiğin o ümmî peygamber hakkı için Sen’den bizi muzaffer kılmanı diliyoruz.” duâsına sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan’la karşılaşınca bu duâyı yaptılar.

Savaşın netîcesinde Gatafan’ı bozguna uğrattılar. Fakat duâlarında vesîle edindikleri Hazret- i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamber olarak gönderilince O'nu inkâr ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi vahyetti:

“…Daha önce (O peygamberin adını kullanarak, O’nun hakkı için diyerek) kâfirlere karşı zafer isteyip durdukları hâlde, O tanıdıkları kendilerine gelince, bu sefer O’nu inkâr ettiler. İşte Allâh’ın lâneti böyle kâfirleredir.” (el-Bakara, 89) (Kurtubî, II, 27; el-Vâhidî, Esbâbü’n- Nüzûl,s. 31)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de şiddetli bir kıtlık olmuştu. Ahâli bu durum karşısında Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya mürâcaat etti.

Âişe vâlidemiz onlara şu tavsiyede bulundu:

“–Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in kabr-i şerîfine gidin, tavanından bir pencere açın. Efendimiz ile semâ arasında bir perde kalmasın!” 

Nitekim böyle yapıldığında bolca yağmur yağdı, otlar yeşerip büyüdü, develer iyice semizleşti. Hattâ bu seneye “Âmu’l-Fetk: bolluk senesi” ismi verildi. (Dârimî, Mukaddime, 15)

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları.