Münafıklarla Mücadele Metodu

Nübüvveti

Sahâbe-i Kirâm, Âlemlerin Efendisi Hazret-i Muhammed Mustafâ’yı o kadar çok seviyorlardı ki, O’nun değil şahsına, bir kılına bile herhangi bir zarar gelmesine râzı olmuyorlardı.

Münâfıkların, Müreysî Gazvesi’nde çıkardıkları hezeyanlar, İfk Hâdisesi’nden ibâret değildi. Muhâcirler ve Ensâr’dan iki kişi arasında çıkan bir münâkaşa sebebiyle, münâfık başı Abdullâh bin Übey, Muhâcirler’i kastederek etrâfındakilere:

“–Gördünüz mü şunların yaptıklarını? Bizim yurdumuzda bize üstünlük kurdular, sonra da bizi tanımadılar. Eğer Medîne’ye dönersek, azîz olan zelîl olanı oradan çıkara­caktır.” dedi. O esnâda dinleyenlerin arasında bulunan sâlih mü’min Zeyd bin Erkam hakîkati haykırdı:

“–Kavmi içinde zelîl olan sensin! Allâh Teâlâ, Rasûlü Muhammed’i -aleyhissalâtü vesselâm- azîz kılmıştır!”

Hâdise Rasûlullâh’a -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aksedince, münâfıklar, ağız değiş­tirip söyledikleri sözleri yeminler ederek inkâr ettiler. Öyle ki, neredeyse Hazret-i Zeyd’i yalancı çı­kardılar. Bunun üzerine Hazret-i Zeyd, son derece müteessir oldu. Hazret-i Ömer ise Allâh Rasûlü’nden -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başta Abdullâh bin Übey olmak üzere münâfıkları öldürmek için izin istedi. Ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- büyük bir firâsetle:

“–Yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyenler; «Muhammed ashâbını öldürüyor!» diye ko­nuşur. Hayır! Böyle bir şey yapmayacağım! Sen hemen Müslümanlara seslen, yolculuğa hazırlansınlar!” buyurdu.

Bunun üzerine Müslümanlar yola çıktılar. Peygamber Efendimiz o gün akşama kadar ve bütün gece yola devâm etti. Sabah olup güneşin harâreti artmaya başlayınca konakladılar. Müslümanlar yorgunluk ve uykusuzluktan kendilerini yere atıp hemen uykuya daldılar. Allâh Rasûlü’nün -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle yapması, Müslümanları Abdullâh bin Übey’in söylediği sözlerle meşgûl olmaktan alıkoymak içindi.[1] Peygamber Efendimiz’in bu yöndeki ince siyâseti, O’nun insan yapısını çok iyi tanıdığının bir göstergesidir.

MÜNAFIKLARLA İLGİLİ AYET

Bir müddet sonra münâfıkların hâli âyet-i kerîmelerde şöyle bildirildi:

اِذَا جَاءَ كَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللهِ وَاللهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ اِتَّخَذُوا اَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللهِ اِنَّهُمْ سَاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ذلِكَ بِاَنَّهُمْ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا فَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَفْقَهُونَ

(Ey Rasûlüm!) Münâfıklar Sana geldiklerinde; «Şâhitlik ederiz ki, Sen Allâh’ın Rasûlü’sün!» derler. Allâh da bilir ki, Sen elbette O’nun Rasûlü’sün. Fakat Allâh, o münâfıkların yalancı olduklarını da bilmektedir. Onlar, yeminlerini kalkan yapıp Allâh yolundan saptılar. Gerçekten onların yaptık­ları ne kötüdür! Bunun sebebi, onların önce îmân edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar.

وَاِذَا رَاَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ اَجْسَامُهُمْ وَاِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَاَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللهُ اَنَّى يُؤْفَكُونَ

Onları gördüğün zaman cüsseleri hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Hâlbuki onlar, sanki duvara dayanmış (veyâ elbise giydirilmiş, içi kof) kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman, işte onlardır; onlardan sakın! Allâh onların canlarını alsın! Nasıl oluyor da (Hakktan) döndürülüyorlar?!

وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللهِ لَوَّوْا رُؤُسَهُمْ وَرَاَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ اَسْتَغْفَرْتَ لَهُمْ اَمْ لَمْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ لَنْ يَغْفِرَ اللهُ لَهُمْ اِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

Onlara; «Gelin, Allâh’ın Rasûlü sizin için mağfiret dilesin!» denildiği zaman, başlarını çevirirler ve Sen, onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün! Onlara mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allâh onları kesinlikle bağışlama­yacaktır. Çünkü Allâh, yoldan çıkmış bir gürûha hidâyet etmez!

هُمُ الَّذِينَ يَقُولُونَ لاَ تُنْفِقُوا عَلَى مَنْ عِنْدَ رَسُولِ اللهِ حَتَّى يَنْفَضُّوا وَ ِللهِ خَزَائِنُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لاَ يَفْقَهُونَ يَقُولُونَ لَئِنْ رَجَعْنَا اِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ اْلاَعَزُّ مِنْهَا اْلاَذَلَّ وَ ِللهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لاَ يَعْلَمُونَ

Onlar; «Rasûlullâh’ın yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki, dağılıp gitsinler!» diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazîneleri Allâh’ındır. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar. Onlar; «And olsun, eğer Medîne’ye dönersek, üstün olan zayıf olanı oradan mut­lakâ çıkaracaktır.» diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allâh’ın, Rasûlü’nün ve (istikâmet ehli) mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” (el-Münâfikûn, 1-8)

Münâfikûn Sûresi nâzil olunca Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Zeyd bin Erkam’ı çağırarak bu âyetleri okudu ve:

“–Ey Zeyd! Allâh Teâlâ seni tasdîk etti!” buyurdu. (Buhârî, Tefsîr, 63/ 1-2; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn, 1)

Sonra da Zeyd’in kulağını tutarak:

“–İşte bu, Allâh yolunda kulağı ile vazîfesini yerine getirmiş olan gençtir.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 336)

BABASINI HİDAYETE ERDİREN SAHABİ

Hikmet-i ilâhî, münâfıkların reisi olan Abdullâh bin Übey’in Abdullâh adında bir oğlu vardı ki, samîmî bir mü’mindi. Allâh Rasûlü’ne -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son de­rece bağlı idi. O, babasının yaptıklarına çok üzülüyor, sabredemiyordu. Son hâdiseler de gönlündeki bu kederi iyice artırdığından Allâh Rasûlü’ne -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Eğer arzu edersen, babamı öldüreyim!” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, buna müsâade etmedi ve:

“–Hayır! Bilâkis ona yumuşak davranırız. Aramızda kaldığı müddetçe, kendisiyle iyi geçiniriz!” buyurdu. Bunun üzerine Abdullâh, İslâm ordusunun içindeki babasının yanına koştu ve devesinin yularını tutarak haykırdı:

“–İzzet ve kuvvetin Allâh’a ve Rasûlü’ne âit olduğunu söyleyinceye kadar seni ye­rinden kıpırdatmayacağım!..”

Münâfıkların başı şaşkınlaştı. Bunca insanın ortasında oğlunun kendisine yaptığı bu hareketi gurûruna yediremedi:

“–Şimdi sen beni bu kadar insan içinde Medîne’ye bırakmayacak mısın?” dedi.

Oğlu, büyük bir îman celâdeti içinde:

“–Evet, bugün insanlar arasında en rezîl ile en azîzin kim olduğunu sana öğretin­ceye kadar seni bırakmayacağım. Hakîkati îtirâf etmezsen kelleni uçuracağım...” dedi.

Hâin münâfığın âdeta eli kolu bağlanmıştı. Oğlunun, dediğini yapacak kadar ciddî olduğunu anlayınca ürperdi. Daha evvel söylediklerini geri alarak istemeye istemeye de olsa hakîkati dile getirip:

“–Şehâdet ederim ki, izzet ve kuvvet Allâh’a, Rasûlü’ne ve mü’minlere âittir.” de­mek zorunda kaldı.

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, Abdullâh’a:

“Allâh seni Rasûlü’nden ve mü’minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın!” diyerek duâ etti ve babasının yolunu açmasını emir buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 334-337; İbn-i Sa’d, II, 65; Heysemî, IX, 317-318; Zemahşerî, VI, 117)

Sahâbe-i Kirâm, Âlemlerin Efendisi Hazret-i Muhammed Mustafâ’yı o kadar çok seviyorlardı ki, O’nun değil şahsına, bir kılına bile herhangi bir zarar gelmesine râzı olmuyorlardı. Bir kimsenin O’na yan bakması veya saygısızlıkta bulunması onları çileden çıkarıyor, bunu yapan babaları dahî olsa, onu göz kırpmadan öldürmeyi göze alabiliyorlardı.

[1] Bkz. İbn-i Hişâm, III, 335-336.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR? HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V) HAYATI