Müʼmin İçin Huzur ve Saadetin Sırrı

İHSAN

Fânî dünya metâını elde etmek için ebedî saâdet mekânı olan âhireti satmak, ne hazin bir aldanış ve ne fecî bir ahmaklıktır. 

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ey ekmek uğruna îman cevherini zaafa uğratan, ey bir arpaya bir hazineyi satan zavallı! Nemrut, gönlünü İbrahim’e râm etmedi ama, canını bir sivrisineğe teslim etti.”

Fânî dünya metâını elde etmek için ebedî saâdet mekânı olan âhireti satmak, ne hazin bir aldanış ve ne fecî bir ahmaklıktır. Selef ulemâsından Ebû Hâzim -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Allâh’a yaklaştırmayan her türlü imkân (mal-mülk, makam-mevkî vs.) ancak başa belâ olan musîbetlerdir.”

Büyük Hak dostlarından Câfer-i Sâdık Hazretleri de şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ dünyaya âdeta şöyle buyurmaktadır: «Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et! Sana hizmet edeni ise (kendi işlerinde) yor ve yıprat!»”

Dünya servetine kalbini esir ettiği için infaktan kaçınan cimriler; ten rahatını terk edemediği için tâat ve gayretten uzak kalan tembeller; nefsinin îtirazlarını yenemediği için Allah yolunda hizmet ve fedâkârlıktan kaçan gafiller; gün gelir, o üzerine titredikleri nefislerini ve servetlerini, gâyet basit ve süflî gâyeler uğruna ziyan etmek durumunda kalabilirler. Yani Allah için büyük ve ulvî çilelerin engin deryâsına dalmaya cesaret edemeyenler, günün birinde, küçük bir su birikintisinde boğulup gidebilirler.

NEMRUTʼU HELAK EDEN ŞEY

Nitekim, mağrur nefsine uyarak Allâhʼa îman ve itaati reddeden, kibrinden kendini yere göğe sığdıramayıp tanrılık iddiasına kalkışan Nemrut da, eceli gelip çattığı zaman, cılız bir sivrisineği bertaraf etmekten âciz kaldı, kahr-ı ilâhîye çaresizce râm oldu.

Kâbe-i Muazzamaʼyı yıkmak gibi çirkin bir maksatla Sanʼaʼdan yola çıkan Ebreheʼnin mağrur ordusu, Mekke yakınlarına ulaştığında, çölden gelen aslanlarla, kaplanlarla, vahşî canavarlarla değil, -kendileriyle istihzâ edilircesine- küçücük kuşların attığı taşlarla, âdeta çiğnenmiş ekin yapraklarına dönmüştü.

Her kibirli zâlimin fecî âkıbeti gibi, o gafillerin de ömür harmanı ecel rüzgârıyla savrulduğunda, ne arkalarında bıraktıkları dünya saltanatı onlara ağladı, ne de karşılarına dikilen âhiret hayatı onları güler yüzle karşıladı. Bu zâlimlerin hazin âkıbeti, ahmakların dûçâr olduğu rezilliğe dâir, tarih sahnesinde sergilenen ibretli misaller oldu.

Bu itibarla gerçek saâdet ve saltanat, Cenâb-ı Hakkʼa karşı haddini, kulluğunu, hiçlik ve acziyetini idrâk edip fırsat eldeyken Allah yolunda, gönüllü olarak nefsinden ferâgat edebilmektir. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışan; ahmak ise nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde, Allah’tan (hayır) umandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

GERÇEK HUZUR VE SAADET

Şunu unutmamak îcâb eder ki, gerçek huzur ve saâdet, nefsin bitmek bilmeyen arzu ve ihtirasları peşinde koşmaktan vazgeçip onu dizginlemekle mümkündür. Hattâ nefsi, Hakkʼa vuslat yolculuğunun bineği yapıp, onu son nefese kadar doludizgin koşturmakla mümkündür.

İmâm Ga­zâ­lî Hazretleri bu hakîkati ne güzel hulâsa eder:

“Nefs, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa, helâk olması mukadderdir… O hâlde nefsinin dizginlerini sımsıkı tut ve bineğinden istifade etmeye bak! (Zira Hakkʼa kulluk, beden ile, yani nefs bineği üzerinde îfâ edilebilir.)”

Nefs tezkiyesine muvaffak olabilen bir müʼminin rûhu, dâimâ güçlü, sıhhatli ve huzurlu olur.

Nitekim peygamberler, sahâbe-i kiram, evliyâullah ve sâlih müʼminler, hayat imtihanlarında, büyük çile ve meşakkatlerin kıskacında yoğrulmuşlar, fakat ten plânındaki bu maddî sıkıntılara rağmen, gönül saâdetinin, kalbî sekînetin ve vicdan huzurunun zirvelerinde yaşamışlardır.

Dolayısıyla müʼmin için huzur ve saâdetin sırrı, aslâ doymayacak olan nefsi doyurmaya çalışmakta değil, onu hodgâmlıktan kurtarıp terbiye etmekte gizlidir.

Yusuf Has Hâcibʼin, Kutadgu Bilig adlı eserindeki şu nasihati ne kadar hikmetlidir:

“Ey büyük ilim sahibi! Nefsinin esiri olma! Çünkü nefsin seni esir ederse, kurtuluş fidyesi olarak, dînini ister!..”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Mevlana, Erkam Yayınları