Modern Cahiliyeye Karşı Rabbani ve Nebevi Hareket Metodu

HAYATIMIZ

İnsanlığı karanlığa, süfliyâta ve dünyevîleşmeye çeken böylesi bir cahiliyeye karşı Hak ve hakikatin hakimiyeti nasıl sağlanabilecektir? Evet, “Hak gelince bâtıl eriyip gidecektir” (İsrâ Sûresi 81). Bu Rabbimizin apaçık fermanı ve beyanıdır. Öyleyse yapılması gereken bu hakikat güneşinin gelmesini/doğmasını gerçekleştirmeye sa'yetmektir. Peki bu nasıl olacaktır?

Cahiliye, tarihte yaşanmış ve bitmiş bir dönemin adı değil, muhtelif zaman ve mekanlarda her zaman ortaya çıkması muhtemel olan batıl bir fikrin, inancın, davranışın ve ahlâkın adıdır. Cahiliyenin temelinde, Hak ve hakikatten uzak kalan ham nefislerin sınır tanımayan arzuları ve cehâletleri vardır. Sağlam bir bilgiye değil, zanna, vehme, çoğu zaman da hevâya dayanır. Hakimiyeti hakikatin zuhuruna kadardır. Hakikat gelince bâtıl zail olur. Onun devamı ve varlık sahnesinde kalıcılığı çoğu zaman bencillikle, kibirle, inatla, körlükle ve sağırlıkla sağlanabilir. Hakikati perdelemek, hakikat çağrısını boş gürültülerle anlaşılmaz kılmak, şayet mümkün olmazsa kulaklarını tıkamak, demagojiye sığınmak, alay ve hakaret üslûbu takınmak batılın varlık metodudur. Tarih boyunca cahiliyenin takip ettiği yol da bu olmuştur.

CAHİLİYENİN DOĞUŞ VE BESLENME KAYNAKLARI

Cahiliyenin ne olduğunu ve tarih içinde hangi şekillerde ortaya çıktığını, yayılma ve savunma mekanizmalarının nasıl çalıştığını hemen hemen bütün detaylarıyla Kur’ân-ı Kerim bize haber verir. Zaman ve mekâna göre vasıtalar, görünümler ve temsilciler fert ve müessese olarak değişse de mantığı ve sonuçları değişmemiştir. Cahiliyenin doğuş ve beslenme kaynaklarını şöyle özetleyebiliriz:

  • Nefislerin arzularını sınırsız bir şekilde yaşama isteğidir ki Kur’ân-ı Kerim bu hususu hevânın ilahlaşması olarak ifade eder. Modern dünya bunun adını sınırsız özgürlük diye isimlendirmiş; her çeşit otoriteye başkaldırı olarak da tanımlamıştır. Bu otoriteler içinde anne-baba, öğretmen, toplumun örf, ahlak ve temel değerleri, din, peygamber ve hatta Yüce Yaratıcı vardır. İnkâr ve red temeline dayalı bu bakış açısı, sürekli kötülüğü emretme tabiatına sahip nefs-i emmarenin hakimiyetini doğurmuş ve her alanda cahiliyye cürufâtı etrafı kirletmiştir. Bu zihniyet, bedenin hazlarını kendisine yegâne hedefler olarak belirlemiş olduğundan ulvî gayeler zamanla zihinlerde ve gönüllerde silikleşmiş, pörsümüş ve nihayet hissedilmez olmuştur. Hatta bu çeşit yüce değerler hatırlatıldığında kendisine tehdit olarak algılamış ve onlara ve davetçilerine karşı içinde nefret ve kini büyütmüş ve nihayet düşman kesilmiştir.
  • Cahiliyenin beslenmesinde çokluk görüntüsü de etkili olmuştur. Zira Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre yeryüzünde yaşayan insanların çoğu hevâlarına tabi olmuş kimselerdir. İnsan, muhitinin çocuğudur ve her insan içinde bulunduğu muhitten beslenir. Hakk’ı ve Hak ehlini arayıp bulma ve onlarla beraber olma gibi bir arayış ve cehd sahibi olmayan ve akan sele tabi olup gününü gün etmeyi hüner sayan ve uydum kalabalığa kabilinden sıradanlaşan insanlar da bilerek ya da bilmeyerek cahiliyenin ırmağına düşmüşlerdir. İletişim ve ulaşımda sınırların ortadan kalktığı ve dünyanın küresel bir köye dönüştüğü çağımızda batılın çokluk görüntüsü daha bir belirgin olmuştur. Artık okyanus dalgasını andıran kötülük dalgaları karşısında mücadele ile ayakta kalmak daha da zorlaşmıştır. Şeytan bütün askerleriyle dünya çapında bir ağ oluşturmuş ve çok yönlü bir ifsat oturumu açmıştır. Moda, film, sinema, eğlence, oyun ve reklam sektörü gibi görsel idrake hitabeden nice alanlar vardır ki modernizm virüslerinin yayılma bataklığı mesabesinde fonksiyon icra etmektedirler.
  • Küfür ve dalalet önderlerinin hakimiyeti ve tesiri altında kalanlarda da cahiliye kirliliği ve karanlığı zamanla kalıcı hale gelmiştir. Bu önderler kimi zaman üst idareciler olabileceği gibi inkârcı filozoflar, entelektüel görünen güya düşünce insanları da olabilirler. Bu nevi modernist virüs vesvesecileri kimi zaman araştırmacı, akademisyen ve hatta din adamı kimliğinde bile ortaya çıkabilmektedir.
  • Dünya bugün önceki asırlara nispetle göz alıcı nimetleriyle insanlığın gözüne ve nefsânî arzularına kendini bütün cazibesiyle çok yönlü olarak arzeder olmuştur. Dünyayı âhirete tercih ettirici bir sebep olarak insanın aceleci oluşu da bütün zevklerini daha dünyada iken tatma istek ve arzusunu kamçılamıştır. Bunun sonucu olarak da insan modern dünyanın ürettiği cahiliye virüslerine daha kolay ve hatta istekli bir şekilde maruz kalma durumuna düşmüştür.

İnsanlığı karanlığa, süfliyâta ve dünyevîleşmeye çeken böylesi bir cahiliyeye karşı Hak ve hakikatin hakimiyeti nasıl sağlanabilecektir? Evet, “Hak gelince bâtıl eriyip gidecektir.” (İsrâ Sûresi 81) Bu Rabbimizin apaçık fermanı ve beyanıdır. Öyleyse yapılması gereken bu hakikat güneşinin gelmesini/doğmasını gerçekleştirmeye sa'yetmektir. Peki bu nasıl olacaktır?

CAHİLİYEYE KARŞI RABBANİ VE NEBEVİ HAREKET METODU

Tarih boyunca Yüce Rabbimizin câhiliye karanlığını dağıtmak ve hakikat güneşinin zuhurunu gerçekleştirmek için yegâne sünneti, seçtiği bir peygamber vasıtasıyla ilahi mesajını insanlığa ulaştırmak şeklinde olmuştur. Günümüz söz konusu olduğunda ise yeniden bir peygamber gönderilmeyeceğine göre elimizde var olan İslâm hakikatinin hem bilgi, hem temsil ve hem de tebliğ ve irşad yönüyle insanlığa ulaştırılması nasıl gerçekleştirilebilecektir? Cevaplanması gereken soru budur ve çözüm de elbette buradadır. Yani yol Rabbanî ve nebevî metodun çağın vasıtaları ile sunulabilmesidir.

Peygamber mirasına varis olan âlim, ârif, idareci ve her seviyede müslümanın yapabileceği elbette bir vazife vardır. Ancak bugün küreselleşen dünyamızda fertlerin tek tek sorumluluklarını yerine getirmesi yetmeyecektir. Cemaat cemaat, grup grup bir araya gelişler ve hatta bunların bile kendi aralarında nitelikli iş birliklerine ihtiyacı vardır. “Emr-i bi’l-mâ’ruf ve nehy-i ani’l-münker” (İyiliği emretmek kötülüğe engel olmak) vazifesi tek başına fertlerin başarılı olabileceği bir misyon değil bir liderlik etrafında oluşan ekiplerin yapabileceği bir farizadır. Nakledeceğimiz şu âyet ve hadis-i şerif bu ihtiyacın farziyetini ve lüzumunu ortaya koymaktadır:

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”  (Âl-i İmrân; 104)

“Ümmetimden Allah'ın emrini yerine getiren bir topluluk sürekli bulu­nacaktır. Onları aşağılayan veya onlara muhalefet edenler, onlara asla zarar veremeyecektir. Öyle ki Allah'ın kıyamet emri gelinceye kadar bu topluluk insanlara karşı böyle muzaffer halde kalacaklardır.” (Buharı, Menâkıb 28, Tevhid 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/101.)

Böylesi bir oluşum/teşekkül her şehirde ve hatta her köyde kurulabilmelidir. Zira bu hakikat davası, fertlerin tek başına altından kalkabilecekleri bir dava değildir. Evet, tek başına İbrahim -aleyhisselâm- misali ümmet olma kabiliyet ve liyakatinde olanlar var ise de bunlar son derece nadirdir.

Rabbânî ve nebevî bir metodla hareket edecek bu çeşit teşekküller, öncelikle kendi nefislerinde iman, İslâm ve ihsanı kâmil manada yaşamaya azimli olmalıdırlar. Geceleri âbid, gündüzleri mücâhid olabilecek diri bir hayata azmetmelidirler. Gece feyzi ile çelikleşmeyen kulluk iradesi ile cahiliye virüslerine karşı mücadele etmek zordur. Kur’ân-ı Kerim bütün muhtevasıyla gündemlerini kuşatabilmeli, Habibullahın ahlâk-ı hamidesi hedef davranış ve ahlak olarak benimsenmelidir. Böyle bir temsile en azından azmetmiş kimselerin oluşturduğu cemiyet ve cemaatlere, peygamber ruhâniyeti hakim olacağından nusret-i ilâhiyeye nailiyet mümkün olabilecektir.

Bu cemiyet ve cemaatler, hasbî bir ruhla hareket ettiklerinde cahiliyenin kaleleri bir bir yıkılacak ve yerine Hakk’ın hakimiyeti kurulacaktır. Zira böylesi kimselerin gelişi hakikatin zuhuru demek olduğundan, bâtıl fikir, davranış ve oluşumlar bunun karşısında tutunamayacaktır.

Bu cemiyet ve cemaatler, öncelikle şirk fikriyatını yıkıp tevhidin ikamesini önemseyeceklerdir. Zira “Lâ ilahe illallah” şuuru doğru anlaşılmadan ve gönüllere girmeden hakikat şehrini kurmak mümkün değildir. Bu temel ne kadar sağlam olursa İslâm binası o kadar kolay ve sağlam bir şekilde inşa edilecektir.

Zulmü ortadan kaldırıp her konuda adaletin ve güzel ahlâkın tesisi değişmeyen gündemleri olacaktır. Bu ise sahih bir ilim, derin bir irfan, keskin bir basiretin eşliğinde yapılacaktır.

Nezaket ve letafet üslûbuna azami dikkat göstererek, geniş gönüllülükle dertleri ve müşkilleri çöze çöze, akılları ikna ede ede ve nihayet gönülleri tatmin ederek hakikat dairesini genişletmeyi esas alacaklardır. Günaha düşman olsa da günahkâra şefkat göstereceklerdir.

Bu cemaat ve cemiyetler, kendi içinde de sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi vazgeçilmez bir vazife bileceklerdir.

“Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’dan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki o kötülüğü silip süpürsün. İnsanlarla güzel geçin!” (Tirmizî, Birr 55) nebevî beyanını kötülüklerin izalesinde bir metot olarak benimseyeceklerdir. Zira Rabbimizin “İyilikler kötülükleri siler süpürür” (Hûd Sûresi 114) ilâhî beyanının ifade ettiği gerçek de budur.

Şunu unutmamalı ki hakkın hâkimiyeti adına ihsan kalitesinde bir mücâhedeye girenlere Hakk’ın nusreti (yardımı) muhakkaktır. Ne yapılacağını ve nasıl yapılacağını Yüce Rabbimiz bir şekilde kullarına gösterecektir. Bu O’nun mutlak ve değişmez vaadidir:

“Bizim uğrumuzda elinden gelen çabayı sarfedenlere, mutlaka yollarımızı gösterecek ve ellerinden tutacağız. Şüphesiz Allah yaptığını en güzel yapanların (muhsinlerin) yanındadır.”  (Ankebût; 69)

Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 452