Mekkeli Müşriklerin Suikast Plânı

PEYGAMBERİMİZ

Mekkeli müşriklerin Peygamber Efendimiz'e düzenledikleri ve Allah'ın izni ile başarısız oldukları suikast vakıası...

Mekke’nin gün geçtikçe boşaldığını gören müşrikler, yavaş yavaş işin kendileri açısından vehâmetini kavramaya başladılar. Hemen bir fesat ocağı olan Dâru’n-Nedve’de toplandılar. Toplantıya Necidli olduğunu söyleyen bir ihtiyar da katılmıştı. Bu ihtiyar, insan sûretine girmiş şeytandan başkası değildi.

Ne yapacaklarını uzun uzun tartıştılar. Peygamber Efendimiz’i yakalayıp hapsetmek veya Mekke’den sürüp çıkarmak gibi birçok teklifler ileri sürüldü. Tekliflerin hepsine şeytan karşı çıktı. Sonunda en rezil bir kararda fikir birliğine vardılar:

Allâh Resûlü’nü öldürmek!..

Bu teklifi, devrinin Firavun’u olan Ebû Cehil şöyle dile getirmişti:

“–Her kabîleden birer silâhlı genç bulalım. Gençlerin hepsi O’na bir anda saldırsınlar. Hep birlikte vurup öldürsünler. Böylece O’ndan kurtulalım, rahata kavuşalım! Delikanlılar bu şekilde yapınca, O’nun kanı bütün kabîlelere dağılmış olur! Abdi Menaf Oğulları ise, bütün kabîlelerle savaşmaya güç yetiremezler, diyet almaya râzı olurlar. Biz de, Abdi Menaf Oğulları’na O’nun diyetini öderiz!” dedi.

Necidli bir ihtiyar kılığındaki şeytan -lânetullâhi aleyh-:

“−İşte en yerinde söz, bu adamın sözüdür! Bundan daha mâkul bir teklif olamaz!” dedi. (İbn-i Hişâm, II, 93-95)

Bu karar alındığı sırada Allâh Resûlü, Mekke’de âdeta yapayalnız kalmıştı. O, ümmetine düşkün bir Peygamber olarak önce onları göndermiş, ken­disi de Muhâcirler’in gerisini kollamak gibi bir hareketi tercîh etmişti. Zâten murâd-ı ilâhî de böyleydi. Hattâ mukaddes yolculukta biricik yoldaşı olacak olan Ebûbekir, hicret için kendisinden izin istediğinde:

“–Sabret!” buyurmuş ve ilâve etmişti:

“–Belki Allâh sana hayırlı bir yol arkadaşı verir!” (İbn-i Hişâm, II, 92)

Buna çok sevinen Hazret-i Ebûbekir, hicrete hazırlık olmak üzere sekiz yüz dirheme satın aldığı iki deveyi, evinde dört ay îtinâ ile besledi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45)

Müşrikler, almış oldukları kararı tatbîk için harekete geçtiklerinde, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hicret için emr-i ilâhîyi almıştı:

وَقُلْ رَبِّ اَدْخِلْنِى مُدْخَلَ صِدْقٍ وَاَخْرِجْنِى مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ لِى مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَصِيرًا

(Rasûlüm!) De ki: Ey Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla! Çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana katından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” (el-İsrâ, 80)

Bu âyet-i kerîmeden başka, Cebrâîl (a.s.) da müşriklerin kurdukları hîle­leri Hazret-i Peygamber’e bildirmiş ve:

“–Bu gece yatağına yatmayacaksın!” demişti. (İbn-i Hişâm, II, 95)

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, gündüzün herkesin istirahat ettiği öğle sıcağında Ebûbekir’in yanına gidip hicret emrinin geldiğini bildirdi. Hazret-i Ebûbekir sordu:

“–Berâber miyiz ey Allâh’ın Resûlü!” Resûlullâh:

“–Evet, berâberiz!” buyurdular.

Hazret-i Ebûbekir bu cevaptan öyle memnûn ve mesrûr oldu ki, göz pınarlarından taşan sevinç damlaları, O’nun gönül âlemini en güzel bir şekilde aksettiriyordu.[1]

Daha sonra Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali’yi çağırarak hic­reti haber verdi ve üzerinde bulunan emânetleri yerlerine teslîm etmesi için O’nu vekil bı­raktı. Çünkü Mekke’de, kıymetli bir eşyâsı olup da, sıdkını ve emînliğini bildikleri için, onu Rasûlullâh’a emânet etmeyen kimse yoktu.

Müşriklerin plânlarına tedbîr olarak da şöyle buyurdu:

“–Yâ Ali! Bu gece benim yatağımda sen yat! Şu hırkamı da üstüne ört; korkma! Sana hoşlanmayacağın bir şey isâbet etmeyecektir!” (İbn-i Hişâm, II, 95, 98)

Allâh Resûlü’nün, hırkasını Hazret-i Ali’nin üzerine ört­türmesi, aynı zamanda eşyâ ile teberrüke bir misâl teşkil eder. Bunun benzeri misâller çoktur.

Nitekim Hazret-i Peygamber, Veysel Karânî’ye de hırkasını göndermiş ve:

“Bunu sırtına giysin, ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Feridüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 21)[2]

Burada dikkat çeken diğer bir husus da Hazret-i Ali’nin Resûlullâh’a olan teslîmiyetidir. Zâten sahâbe-i kirâm hazarâtı, Allâh Resûlü’nün emirlerine teslîmiyette aslâ tereddüt göstermezler, O’nun söz ve fiillerine tâbî olmakta kesinlikle ihmalkâr davranmazlardı. Hiçbir zaman neden ve niçin diye sormazlar, verilen emir ne ise derhâl onu yerine getirirlerdi. Sünnetlerinden hiçbirini terk etmemeye, hepsiyle istisnâsız amel etmeye gayret eder, O’nun yolunu terk ettiklerinde dalâlete düşeceklerini çok iyi bilir ve bundan korkarlardı. Ashâbın Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı, gölgenin sâhibine bağlılığı gibiydi.[3]

[1] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 97-98.

[2] Ayrıca bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 223-225.

[3] Bkz. Buhârî, Humus, 1; Müslim, Cihâd, 52; Ebû Dâvûd, Harac, 18; Ahmed, I, 10.

Kaynak: osmannuritopbas.com