Mehmet Âkif: Ümmet İçin Çabalayan Âlim

TARİHİMİZ

İstiklal Marşı’nın TBMM’de kabulünün ve Çanakkale zaferinin yıl dönümleri dolayısıyla her Mart ayında olduğu gibi bu yıl da gündemdeki yerini alacak olan Âkif merhum, ümmet bütünlüğü yerine kavmiyet ve ulusçuluk sevdasına düşenlerin kahredici yanlışına yönelik düşüncelerini, “Nizâr evlâdı: Yetişin ey Nizâr oğulları! Yemenliler de: Yetişin ey Kahtan oğulları! dedi mi, hemen tepelerine felâket iner; hemen Allah’ın nusreti üzerlerinden kalkar; hepsine birden de kılıç musallat olur.”1 rivayetiyle temellendirmiştir.

ÂKİF'İN GÜNÜMÜZ GERÇEĞİNE IŞIK TUTAN ŞİİRLERİ

Ümmet-i Muhammed’in genel durumunu her satırı hakikatin ta kendisi olan uzun bir şiir ile dile getirmiş, duygu ve uyarılarını “hisli bir yürek” çığlığı olarak ortaya koymuştur. Günümüz gerçeğine birebir ışık tutan mısralarından küçük bir kısmını seçip kendimizi Âkif’in muhatapları yerine koyalım istiyorum.

Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;

Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!

Müslümanlık’ta «anâsır» mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.

En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;

Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!

...

«Medeniyyet!» size çoktan beridir diş biliyor;

Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor,

Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,

Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Diye dursun atalar: ‘Kal’a içinden alınır.’

Yok ki hiç bir işiten... Millet-i merhûme sağır!

...

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

Öyle sanıyorum ki bu mısralar, bir asır öncesinde (1913) değil de günümüzde (2016) yazılmış gibi açık, özelde ülkemizde, genelde İslâm coğrafyasında ümmet olarak yaşadığımız acı gerçeğin damardan tespitini yapıyor ve yansıtıyor.

Duyan var mı dersiniz?

Yoksa Âkif merhum, “Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?” derken, ümmetin duyarsızlığını ve bu sebeple de kendi duygusal yalnızlığını mı dile getiriyordu? Kim onun bu cümlesini “tevâzu ifadesidir” deyip geçebilir?

İNANDIĞI DEĞERLER UĞRUNA  MÜCADELE ETTİ

Konuşmak ve yazmak, eğer muhatapları tarafından duyulmuyor ve gereğine uyulmuyorsa, “sessiz yaşamış” olmak sayılmaz mı?. Konuşmayan ve yazmayanlardan daha acı bir yalnızlık değil midir bu? Âkif merhum, inandığı değerler uğruna mücadele ile geçen bir ömrün sahibi ve diğer eserleri yanında Safahat gibi ümmetin dertlerini dile getiren bir şaheserin müellifi olarak “yalnız yaşadım kim beni nereden bilecektir” diyorsa, herhalde bunun anlamı, “ben, dertlerimle kendi halime terk edilmiş, dolayısıyla da bilinmeyen birisiyim”demek olsa gerektir.

Âkif merhum kavmiyetçiliği, güncel ifadesiyle etnik milliyetçiliği öne sürüp terörizmi körüklemeyi, ümmet varlığını dinamitleyen yıkıcı bir duygu ve tavır olarak değerlendirmektedir. Sonra da bu düşüncesini “Müslümanlıkta anâsır mı olurmuş? Ne gezer!” “Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber!” diye pekiştirmektedir. Peşinden ise, “En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın” mısraıyla, kavmiyet düşüncesiyle ayrılıkçı eylem (tefrika) ortaya koyanlara, böyle davranmakla esasen Rûh-i Nebî’nin en büyük düşmanı konumuna geldiklerini hatırlatmakta,  durumun vehâmetini haykırmaktadır.  Âkif merhum, ümmetin tefrikaya yönelik duyarsızlığına olan öfkesini de “Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!diye dile getirmektedir. O, kurtuluşu “toplu vuran yürekler”de bulmakta ve şöyle demektedir:

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

Duyan var mı?

Şimdi düşünelim; merhum Necip Fazıl’ın ifadesiyle kollarını açıp “durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” diye var gücüyle bir ömür boyu ve koca bir kitap dolusu haykıran bir uyarıcıyı kimse duymuyorsa, bu, sessiz yaşamak sayılmaz mı? Ümmetin bugünkü durumu karşısında “sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?” cümlesi kadar merhum Âkif’i hangi tespit anlatabilir ki?

O, sözünü ettiği sessiz yaşamışlığının, bizim burada anlatmaya çalıştığımız anlamda yani muhatapların duyarsızlığı manasında olduğunu kendisi de bir şekilde dile getirmiş bulunmaktadır:

Diye dursun atalar:

‘Kal’a içinden alınır.’

Yok ki hiç bir işiten...

Millet-i merhûme sağır!

Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal” diye biten İstiklal Marşını 12 Mart 1921’de mecliste ayakta alkışlayanların daha sonraki yıllarda hem aynı marşı okumaya devam edip hem de “Hakk’a tapan milleti” seküler/laik bir topluma dönüştürmek için geliştirdikleri hem fikrî hem fiilî girişimlere tanıklık etmek, kahredici bir sessiz yaşamış olma hali ve çilesi değilse nedir?

Duyan var mı?

ÂKİF'TE NE VARSA ÜMMETE DÂİR

Bu satırların yazarına göre, ”Şöhretin zirvesinde fakat bilinmeyen âlim İmam Buhâri” gibi, Âkif de ünlü ama her biri bir yanık yürek çığlığı olan mısraları dikkate alınmayan bir koca ve hoca şairdir. Merhum durumunu “sessiz yaşadım” diye tanımlamasın da ne yapsın?

Bir çok meziyetleri yanında bir yönüyle “ümmetin değerlerinin  savunusu”, bir yönüyle de “ümmetin eleştirisi” nitelikleriyle Safahat, millet-i merhûmenin sağırlığı açısından sessiz yaşamış olmanın çığlık âbidesi değil midir? Onu şimdilerde daha derin bir sessizlik çilesine mahkûm etmekle merhûm Âkif’i onaylamış olmuyor muyuz?

Hani nerde Safahat okuyanlar, okutanlar? Hani nerde, sesli-görüntülü medyada Âkif’i sürekli gündemde tutup izleyenlerine sunan programlar?

Ülkede M. Ertuğrul Düzdağ beyefendi gibi Âkif ve Safahat hayranı ve uzmanı bir üstat varken bu suskunluk ne anlama gelmektedir? Yoksa birileri, maalesef dini bazı grupların kaba ve katı bir softalıkla Âkif’e uyguladığı boykota mı katılmaktadır? Birileri de benim gibi Safahat’ta Âkif’le yüzleşmekten utanırım diye mi uzak durmaktadır?

“Kal’a içinden alınır” tespitini, ”toplu vuran yürekler” teşhisini ve ümmet bütünlüğü hasretini duyan var mı?

Yüce Rabbim hisli yürek Âkif’e gani gani rahmet eylesin.

Kaynak: İsmail Lütfi Çakan, Altınoluk Dergisi, Mart-2016, Sayı: 361