Mânevi Hâli Kaybetmenin Sebepleri

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi tefekkür ve kalbî hayatın ehemmiyetinden sonra Ubeydullah Ahrar Hazretleri'nin bildirdiği tasavvufta mânevi hâli kaybetmeninin 3 sebebini anlatıyor.

TEFEKKÜR BİR ÎMAN ANAHTARIDIR

Velhâsıl;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])

İlk emir bu, ilk tahsilimiz bu. En mühim tahsilimiz, bir tefekkür, bir îman anahtarı. Kul, gördüğü her şeyde Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayacak.

Kendisine bakacak, Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayacak. Bir yok kadar şeyden nasıl meydana geldi? Nasıl içindeki bu cihazlar çalışıyor? Evlâdını kim verdi? Onun şeklini, biçimini, kaderini kim çizdi?

Dâimâ bir müʼmin:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])

Okuyacak. Allâhʼın -celle celâlühû- azametini, kudret akışlarını, ilâhî nakışları okuyacak. Hayatı bir huzur hâlinde olacak. Tabi bu da kalbin alacağı merhalelere bağlı. Onun için Cenâb-ı Hak kalbin yıkanmasını istiyor. Fücur bertaraf edilecek, takvâ artacak, kalp yıkanacak.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

Kalp temizlenecek.

Peygamberler üç vazifeyle geliyor:

Geldikleri topluma Allâhʼın âyetlerini, emirlerini, nehiylerini bildirmesi.

İkincisi; o insanları terbiye etmesi. وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164]) İç âlemlerini temizlemesi. Kalpten fücur çıkacak. Yani “لَا اِلٰهَ” Allahʼtan uzaklaştırıcı her şeyden kalp uzaklaşacak. “اِلَّا الله” kalp Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak. Böylece o kalpte ufuklar açılacak. Bu nasıl olacak? -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin izinden gitmekle. Her an, hâlimizi Oʼnun hâliyle bir mîzân etmekle.

Bu, Hiraʼda indi ilk âyet. Her âyet çok mühim. İkinci mühim bir âyet de ikinci mağarada indi. O da Sevrʼde indi. Cenâb-ı Hak:

لَا تَحْزَنْ buyuruyor. “…Mahzun olma!..” (et-Tevbe, 40)

اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا

(“…Allah bizimle beraberdir…” [et-Tevbe, 40])

Demek ki bir maiyyeti kurabilmek, Cenâb-ı Hakʼla beraberliği temin edebilmek.

ALLAH İLE BERÂBERLİĞİN NETİCESİ

O beraberlik kurulunca ne olur?

Hadîs-i kudsîde:

“…Kulumu sevince (Cenâb-ı Hakkʼın sevmesi. Kulumu sevince) Ben onun âdeta konuşan lisânı, akleden kalbi, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum...” buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 38)

Cenâb-ı Hakʼtan yardımlar yağmaya başlıyor. Tabi kalbin durumu değişiyor bu beraberlikte.

Üçüncüsü; Vedâ Haccıʼnda, Efendimiz:

“Size iki emanet bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz.” buyuruyor. (Bkz. Hakim, I, 171/318)

Eğer âilemizde bir problem varsa, ticârî hayatımızda bir problem varsa, ictimâî hayatımızda bir problem varsa, demek ki Kurʼân ve Sünnet emânetin(e sahip çıkmak)taki bâzı noksanlıklardan meydana geliyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye gitseniz Ben sizinle beraberim.” buyuruyor. (Bkz. el-Hadîd, 4) Cenâb-ı Hak beraber. Cenâb-ı Hak müteâl, yani idrak ötesi. İnsanlarda ve bütün mahlûkatta zaman-mekân var. Zaman-mekânla mukayyed. Cenâb-ı Hak zaman-mekândan münezzeh. Hudut yok. Her an bütün insanların yanında. Bütün hayvanâtın yanında. En küçükten en büyüğe kadar. Karıncadan tâ cesim varlıklara kadar. Nebâtâtın yanında. Bütün mahlûkâtın…

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye gitseniz O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) buyuruyor.

Yani Cenâb-ı Hak… Kalp merhale katedecek, bu bir idrak hâline gelecek.

Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Îmânın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâhʼın seninle beraber olduğunu bilmendir.” (Heysemî, I, 60) Oʼnu bilmendir, unutmamandır.

Şimdi bir hatâ yaptığımız zaman, birisinin görmesini istemeyiz. Fakat Cenâb-ı Hak görüyor.

Bu kalp, nasıl bir kalp? İşte mâlûm, bildiğiniz, o sütçü kadının kızı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- geceleri dolaşıyor, bir sıkıntı içinde, bir muzdarip var mı, bir dertli var mı? Bakıyor, bir kapıdan bir ses geliyor:

“‒Kızım (diyor), süte su koy.” diyor.

“‒Anne (diyor), halîfe demedi mi (diyor), süte su koymayacaksınız diye?”

“‒Kızım! (Diyor.) Halîfe bu saatte bizi nereden görecek.” diyor.

Kız diyor ki:

“‒Peki (diyor), halîfe görmezse (diyor), anne (diyor), Allah görmeyecek mi (diyor) bizi?” diyor.

İşte bu:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye gitseniz Allah sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4)

Yine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bakıyor, bir siyâhî köle. Önünde bir köpek var. Onunla ekmeği paylaşıyor. Bir müddet seyrediyor. Sonra yanına yaklaşıyor:

“‒Sen kimsin?” diyor.

“‒Ben köleyim.” diyor.

“‒Bu köpek ne?” diyor.

“‒Bu (diyor), misafir (diyor) buranın hayvanı değil, uzaktan geldi (diyor). Ben de Allâhʼın bu misafirini, bana gönderdiği bu misafire ikram edeyim (diye) kendi ekmeğimden parça verdim. Fakat hayvan çok açmış. Aldıkça yutuyor.”

“‒Peki sen ne yapacaksın?”

“‒Bugün ben sabredeceğim. Allâhʼın bu mahlûkâtına ben bugün ikram edeceğim.”

Nedir bu?

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye gitseniz, O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4)

Misaller sonsuz.

Velhâsıl demek ki kalbin bu merhaleye gelebilmesi mühim olan.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

“Şah damarından daha yakın” olduğunu, yani duygularımızı biliyor. Cenâb-ı Hak kişiyle kalbi arasına giriyor. Yani birtakım duygularımızı herkesten saklayabiliriz. Kendimiz biliriz. Bir de unutmamak lâzım ki bunu Cenâb-ı Hak da biliyor.

Bir misal, Kādî Iyâzʼın Şifâ-i Şerîfʼinden. Horasanʼda bir kumandan vefat ediyor. Sâlihlerden bir kimse de onu rüyâsında Cennetʼte görüyor. Soruyor:

“‒Sen (diyor), hangi amelden (diyor), kumandandın, güçlüydün (diyor, sayıyor fârik vasıflarını) hangi şeyden kazandın?” diyor.

O da diyor ki:

“‒Yaptığım bir amelden değil (diyor). Bir (diyor), kendime baktım (diyor), askerlerime baktım (diyor); «‒Yâ Rabbi! Keşke beni Allah Rasûlüʼnün zamanında yaratmış olsaydın da Rasûlullah Efendimizʼin emrinde Oʼna hizmet etseydim, fedâ-yı cân eyleseydim.» Cenâb-ı Hak bu niyetimden dolayı bana ihsân etti.”

Demek ki Cenâb-ı Hak:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

Şah damarımızdan daha yakın. İçimizdeki duyguları, hissiyâtı biliyor.

Ubeydullah Ahrar Hazretleri var. Bu, Allah dostlarından:

“Bir (diyor), aziz, kıymetli bir zat (diyor), vefatından sonra Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼni gördü rüyâsında:

«‒Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım üstad?!» dedi.

O da dedi ki:

«‒Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun.»

İnsan ne derttedir son nefeste? Mal-mülk var mıdır? Yoksa kelime-i tevhîdi getirebilmenin bir gayreti içinde midir, heyecanı içinde midir?

“Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun.”

Demek ki kelime-i tevhîd, yani “لَا اِلٰهَ” hayatımızda düstur olacak. Kalpten, Allahʼtan uzaklaştıran bütün nefsânî arzular vs. uygun olmayan ahlâk, hepsinden kalp uzaklaşacak. Kalp Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak.

Yine Câfer-i Sâdık Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Allah Teâlâ dünyaya vahyetti:

«Ey dünya! Hakka hizmet edene, Allah yolunda hizmet edene, sen de hizmet et!»”

En çok hizmet eden kim? Peygamberler. En çok çileler kimin başından geçiyor? Peygamberlerin başından. En çok huzurlu kimler? Peygamberler.

“Sen onlara hizmet et! Sana hizmet edeni de (yani dünya için uğraşanı, âhireti bırakıp dünya için uğraşanı) sen onları yor, yıprat, perişan et.” buyuruyor.

Demek ki gayretlerimiz, hep Cenâb-ı Hak için olacak. Evlâtları yetiştirmemiz, İslâmʼa olan hassasiyetimiz, ibadetlerimiz, tâatimiz, hepsi “يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” bir “âhiret endişesi”yle olacak. (Bkz. ez-Zümer, 9)

TASAVVUFTA MÂNEVİ HÂLİ KAYBETMENİN 3 SEBEBİ

Yine, Ubeydullah Ahrar Hazretleri şöyle buyuruyor:

“‒Sâlik (bu, merhale kateden, kalbî merhale kateden, tasavvuftaki bir sâlik) mânevî hâlini kaybedebilir mi? (Yani yükselir, yükselir, aşağı düşer mi?) Düşerse bunun sebebi nedir?”

Ubeydullah Ahrar Hazretleri buyuruyor ki:

“‒Birincisi, İslâmî kâidelere aykırı fiilde bulunur.

Evet mânen çok seviye kazanır, fakat bir yanlışlığa dûçâr olur. Meselâ ticârî hayatında yanlışlık yapar. Allâhʼın arzu etmediği bir şekilde bir ticâret yapar. Lokmasına dikkat etmez, kul hakkı vardır. Aldığı o seviyeden birden bire aşağı indirir onu.

İkincisi Kul hakkına girmek, bir müʼminin gıybetini yapmak.

Bu da onun seviyesini aşağı indirir. Gıybet de çok mühim, dedikodu.

Yine Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, bu zât, bir yerden hızlı olarak geçiyor, bir gıybet ediliyor bir yerde. Diyor ki talebesine:

“‒Orucum bozuldu.” diyor.

“‒Üstad (diyor), siz ne gıybet ettiniz, oradan hızlıca geçtiniz.”

“‒Fakat oradan inʼikâs oldu, esinti geldi.” diyor.

Bir de gıybeti düşünün…

Üçüncüsü; Allâhʼın mahlûkâtına merhametsiz davranmak.

Bu da -Allah korusun- bu da çıkılan seviyeyi düşüren alâmetlerden biri olmuş oluyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak ile dostluk, takvâ üzere yaşanan bir hayatın neticesinde meydana geliyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak Ahkaf Sûresiʼnde:

“Rabbimiz Allahʼtır deyip sonra dosdoğru (sırât-ı müstakîm üzere) yaşayanlara لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkāf, 13) buyuruyor.

Yine A‘râf Sûresiʼnin 43. âyetinde:

Cennetʼe girerken de, Cennetʼe girerken diyecekler ki o müʼminler:

“…Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allâhʼa hamd olsun…”

Hidâyeti veren Allah. En büyük nîmet Cenâb-ı Hakkʼın hidâyeti. Fakat bu hidâyetle ölmemiz nasip. Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Nasıl olacak?

“Ey îmân edenler! Allâhʼın azameti, Allâhʼın kudretine göre takvâ sahibi olun. Ancak müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

“Siz Allâhʼa yardım ederseniz (Allâhʼın dînini yaşarsanız, yaşatırsanız) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyruluyor.

Sonra devam ediyor âyet:

“…Allah bizi hidâyete erdirmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik...” (el-A‘râf, 43)

Demek ki bunu çok tefekkür etmemiz lâzım. Dünyanın bir ucunda, öbür ucunda meydana gelebilirdik. Zâlimlerin arasında dünyaya gelebilirdik. Îmânımızı kaybedecek duruma gelebilirdik. Fakat hidâyet üzere ölmenin gayreti içinde olabilmek.

Yani bir müʼmin, mayın tarlasında gezer gibi dikkat etmesi lâzım. Bir yanlışlık, -Allah korusun- küçük, orta, büyük, Cenâb-ı Hakkʼın kahrı tecellî eder, ayak kayar gider. İşte Kârun, Kasas Sûresiʼnde. Allâhʼın velî bir kuluydu. Tevrâtʼı en iyi tefsir edenlerden biriydi. Cenâb-ı Hak mal verdi, ağır bir imtihan, mal çok ağır bir imtihandır. “Mal benim.” dedi. Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa tavır koydu. Cenâb-ı Hak malıyla beraber yerin dibine gömdü.

Her uzvumuzu kullanmayı bilebilmek. Cenâb-ı Hak yine Fussilet Sûresiʼnin 20. âyetinde:

“Nihâyet oraya geldikleri zaman (yani hesaba geldikleri zaman) kulakları, gözleri, derileri, işlediklerine karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir.” buyuruyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak şu gözü verdi. Bu gözü nerede kullanacağız? Niye verdi bu gözü? Âmâlar kurtuluyor bundan. Demek ki gözü kullanabilmeyi bilebilmek, kalbin sanatı. Haramdan korumak, yanlıştan korumak.

“Kulaklar konuşacak.” buyuruyor. Kulaklarımızı koruyabilmek. Dedikodu vs. şu bu…

“Derileri”… Allah bu bedeni niye verdi bize? Beden bir emânet. Ölümle beraber, beden yine fonksiyonunu bitirdiği için tekrar toprağa dönecek.

“…Bunlar, onların aleyhine şâhitlik edecek.” buyruluyor… (Bkz. Fussilet, 20)