Mahlukatın Peygamber Sevgisi

PEYGAMBERİMİZ

Cemâdât gibi nebâtât, yani bitkiler de Hz. Peygamber’i tanırdı.

Hazret-i Ali’nin -radıyallâhu anh-:

“Biz Mekke’de Allah Rasûlü ile dolaşırken yanından geçtiğimiz dağların ve ağaçların dile gelerek; «–es-Selâmu aleyke yâ Resûlâllah!» dediğini işitirdik.” ifâdeleri de, bu hâlin sayısız misallerinden biridir. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6)

SELAM VEREN AĞAÇ

Yine Allah Resûlü bir müşriği İslâm’a dâvet etmişti. Müşrik ise bir mûcize istedi. Peygamber Efendimiz biraz ilerideki bir ağaca işâret ettiğinde o, hemen köklerini sürüyerek önlerine kadar geldi ve; “es-Selâmu aleyke yâ Resûlâllah!” deyip şehâdet getirdi. Daha sonra da Efendimiz’in işâretiyle tekrar yerine döndü. (Bkz. Heysemî, VIII, 292)

Bilhassa Hazret-i Peygamber’i tanıyan, duyan, hisseden ve O’na olan hasret ve muhabbetinden dolayı, ayrılığına dayanamayarak içli içli ağlayıp inleyen hurma kütüğü, bu hâlin müstesnâ tezâhürlerinden bir diğeridir. (Buhârî, Cuma, 26; Menâkıb, 25; Tirmizî, Menâkıb, 6/3627; Ahmed, III, 300)

Bu sayılanlar çerçevesinde şu da bir hakîkattir ki, bütün mahlûkâta göstermiş olduğumuz şefkat ve merhamet, bizlerin Efendimiz’e olan muhabbetimizin bir ölçüsü durumundadır.

Zira Cenâb-ı Hak’tan kendisine akan engin muhabbet, Resûlullah Efendimiz’den bütün mü’minlere ve bütün mahlûkâta, aynen güneşin ışıklarını her zerreye yayması gibi aksetmiştir. Muhabbet semâsının güneşi olan Efendimiz, kendisine yönelen her dertli varlığa çâre olmuş, karanlık gönüllerin hidâyet nûruyla aydınlanması için bütün gayretini sarf etmiştir.

Hattâ bu hususta öyle canhıraş bir gayret göstermiştir ki:

“(Resûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş- Şuarâ, 3) şeklinde bir îkâz-ı ilâhîye dahî muhâtap olmuştur.

MAHLÛKAT VARLIĞINI NEYE BORÇLU?

Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd ettiği “kâmil insan” modelini, Hazret-i Peygamber’in şahsında sergilemiş, O’nu bütün insanlık âlemi için emsalsiz bir örnek şahsiyet kılmıştır. Bundan dolayı bir gönül, hangi fazîlette zirve olmak istiyorsa, gönlünü Allah Resûlü’nün gönül dünyasına râm etmeli ve O’na olan muhabbetini ziyâdeleştirmeye gayret göstermelidir. Zira muhabbet, şiddeti nisbetinde, sevilenin husûsiyetlerini şaysiyete kazandırır.

Çünkü bütün mahlûkât, varlığını, Allah Teâlâ’nın O’na olan muhabbetine borçludur. Nitekim muhabbetin yegâne kaynağı olan Cenâb-ı Hak; O’nu sevmiş, «Habîbim» buyurmuş, varlığı Nûr-i Muhammedî ile başlatmış, nübüvvet takvimine O’nu hâtem kılmış, O’nu Fahr-i Âlem, Seyyidü’l-Beşer, Resûl-i Ekrem ve Rahmeten li’l-âlemin eylemiş, hâsılı bambaşka bir mâhiyette sevmiş ve sevdirmiştir. Bu muhabbetten dolayı felekler ve melekler O’na âşık, dünyâ ve ukbâ O’na âşık, ilk insan ve bütün peygamberler O’na âşık, O’nu gönül gözüyle görebilen O’na âşık, Ashâb-ı kirâm O’na âşık, hâsılı Ümmet-i Muhammed O’na âşık olmuştur.

Bu sebeple, söz vâdisinde sultan, gönül dünyasında Lokman ve her derde derman olmak isteyen bir mü’min, gönlünü Hazret-i Peygamber’in engin muhabbetiyle doldurmaya gayret etmelidir.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Gönül Yolculuğu, Erkam Yayınları