Kur'an Tarihsel midir?

KUR’ÂNIMIZ

Kur’ân’ı “tarihsel” diye yorumlayanlar, vahye “ölü metin” muamelesi yapar. Ölü muamelesi yapılan metin ise muamele sahibine “zannı üzere” davranır. Doğurgan bir ilişkiden, bereketli bir karşılaşmadan ve şimdi ve burada yeni meyveler veren bir canlılıktan yoksun kalır. Bu yoksunluğun sebebi ise Kur’ân değil, Kur’ân’ı yanlış ve eksik tanımlayandır. Bilgisayara bilgisayar muamelesi yapmayan bir insan bilgisayarı kaybeder. Kaybeden bilgisayar değil insan olur.

"Kur’ân” ve “Mushaf” kelimelerini çoğu kez karıştırır ve birbirinin yerine kullanırız. Hayır; Kur’ân ve Mushaf eşanlamlı değildir. Her Kur’ân bir Mushaf’tır ama her Mushaf Kur’ân olmayabilir.

Mushaf bir nesnedir. Kur’ân ise bir olaydır; özel bir etkileşimin unvanıdır, canlı bir eylemin sürpriz kıpırtılarıdır. Mushaf, elle yazılan ya da matbaada basılan, malzemesi çoğunlukla kâğıttan olan ‘şey’in adıdır. Mushaf yerden biter ama Kur’ân gökten iner. Mushaf satılır ve satın alınır. Mushaf eskiyebilir, yıpranabilir. Eskisi olduğu gibi yenisi de vardır Mushaf’ın. Yakılabilir de Mushaf; hatta yazılı ayetler ayakaltında kalmasın diye nezaketen yakıldığı da vakidir. Eskilerin edeben “hediyesi” diye incelttikleri bir “fiyatı” bile vardır. Mushaf için kullanılan bu cümlelerin hiçbiri Kur’ân için kullanılamaz. Kur’ân alınır satılır bir şey değildir. Kur’ân’ın eskisi olmaz; yakılmaz. Kur’ân’a fiyat biçilemez.

OKUYANIN KUR’AN’I OLUR

Kur’ân, Mushaf ile insanın gönüllü etkileşiminin adıdır.

Şöyle anlatalım. Diz üstüne koyduğumuz, çantamızda taşıdığımız, plastik kaplamalı, metal aksamlı, bol kablolu o ‘şey’e “bilgisayar” deriz. Pekâlâ biliriz ki, o ‘şey’in “bilgisayar” ismini kazanması için bir insanın elinin değmesi, aklının içine nüfuz etmesi, programlarını devreye sokması gerekir. “Bilgisayar” bir nesne adı değil, bir nesnenin içinde yüklenmiş aklın insan aklıyla etkileştiği bir olay adıdır. Nesneyi “bilgi sayar” hale getiren insanın ona bilgisayar muamelesi yapmasına bağlıdır.

Aynen öyle de, bir “Mushaf” bir insan tarafından okumanın konusu edildiğinde, adı “Kur’ân” olur. Kur’ân, “okunan” demektir. “Okuyan”ı olmayan, elbette ki, “okunan” olamaz. Okunmayan Mushaf, okumayana Mushaf olarak kalır, ancak okuyanın Kur’ân’ı olur.

Okumanın amacı ise, hiç şüphesiz, anlamaktır. Hiç kimse bir yazıyı anlamamak için okumaz, “anlamasam da olur!” diye de okumaz. Hem zaten anlaşılmaya değer olmayan baştan okunmaz da!

MUSHAF’LA BAŞLAYAN ETKİLEŞİM

“Anlaşılan Kur’ân” ise artık ‘beyan’dır. Beyan olan, aktif bir eylem başlatır. Doğru ve yanlışı ayırır, hayır ve şer arasındaki mesafeyi artırır, karmaşayı çözer, bulanıklığı netliğe kavuşturur.  Güzeli çirkinden sıyıran “Furkan” olur. Beyan olan Kur’ân, insanın aklında operasyon yürütür, kelimeler aşılar, kavramlar yerleştirir kalbe. İz bırakır, yeni yollar açar, yeni bakışlar sunar.

Yine çok iyi bildiğimiz gibi, tüm anlamalar yaşamak içindir. Bir trafik levhasının ifade ettiği anlam, “girmek yasak” diyorsa, o yola girmemek gibi bir yaşamı teklif eder. Eğer anlaşılan Kur’ân’dan yaşanan Kur’ân’a geçebilmişsek, artık Kur’ân ‘insan’ diye zikredilse yeridir. Bundan sonra, Mushaf’la başlayan etkileşim, iki insanın karşılaşmasıdır, iki insanın karşılaşmasından beklenen tüm sürprizleri doğurmaya hazırlanır.

Mushaf’ı okumalarından anlam çıkaran, çıkardığı anlamdan da yaşam inşa edenlerin birincisi Aziz Peygamberimizdir[asm]. Annemiz Hz. Aişe’nin[ra] ifadesiyle “O yaşayan Kur’ân”dır. Şu halde, Resulullah’ın yolunda yürüyen herkesin elindeki Mushaftan bir hayat doğurması, bir Kur’ân insanı olmaya doğru yolculuk etmesi beklenir.

Özetlersek, nesne olan Mushaf’a, okuma, anlama ve yaşama gibi üç özel eylemle muhatap olan insan, Mushaf’ı karşısında aktif bir özne olarak bulur. Böylece “Kur’ân ve insan ikiz kardeştir” sözü yeni bir deneyimle gerçekleşir. İnsan, Kur’ân’ı okudukça, anladıkça ve yaşadıkça, ikiz kardeşiyle tanışmaya başlar. Hem şaşırır hem sevinir hem yüzünü güzel bir aynada seyretmeye başlar. Kur’ân’ı okuyarak kendi ikiziyle tanışan, anlaşıldığını anlar, onaylandığını fark eder, yeryüzündeki cılız varlığının öncelendiğini görür. Bir özne tarafından sarılıp sarmalandığını hisseder.

“KUR’AN TARİHSEL” DİYE YORUMLAYANLAR

Kur’ân’ı “tarihsel” diye yorumlayanlar, vahye “ölü metin” muamelesi yapar. Ölü muamelesi yapılan metin ise muamele sahibine “zannı üzere” davranır. Doğurgan bir ilişkiden, bereketli bir karşılaşmadan ve şimdi ve burada yeni meyveler veren bir canlılıktan yoksun kalır. Bu yoksunluğun sebebi ise Kur’ân değil, Kur’ân’ı yanlış ve eksik tanımlayandır. Bilgisayara bilgisayar muamelesi yapmayan bir insan bilgisayarı kaybeder. Kaybeden bilgisayar değil insan olur.

Kur’ân’ın ilk ayeti “Yarat[makta ol]an Rabbinin adıyla oku!” derken, “konuşan Rab” ile “her an yaratmakta olan Rabb”in “aynı Rab” olduğunu söylemek ister. “Yaratma üslubu” ile “konuşma üslubu” birbirini andırır Rabbin konuşması da, Rabbin yaratması gibi günceldir, her an yenilenir, her defasında yeni başlar, her vesileyle tazelik barındırır. Yaratılmakta olan her şey, vahyin açılımını yankılandırır. Yaratılmakta olana tarihsel deme cesareti bulamayanlar, “konuşmakta” olana da tarihsel diyemezler.

Öyleyse, yaratılmakta olanlar üzerinden bir Kur’ân okuması yapmayı deneyelim.

İlk olarak, yaratılmakta olan ağaçlarla başlayalım. Ağaçlar varoluşsal ayettir. Ayetler de varoluşu konuşturur. Ağacın dili ile ayetin dili birbirine dolaşır, birbirinde yankılanır. Ağaç, kökleri, gövdesi ve dallarıyla “eski” olduğu halde her mevsimde “yeni” meyveler verir, yeniden çiçeklenir, dal uçlarında tazelik ağırlar. Ayetlerin lafzı da ağaç gövdesi gibi sabit ve eski görünür, ancak mevsimi beklenirse taze meyveler sunar, yeni anlamlar bahşeder, yeniden dallanır budaklanır. Kökleri eskiden beri toprakta sabit diye, ağaç gökten habersiz değildir, güneşe ilgisiz değildir, rüzgâra ve insana tepkisiz değildir. Her an yenidir; her an’a tepki verir, her anda taze bir varoluştur.

AYETLERİN AKIŞI FITRAT YATAĞIMIZI BESLER

Biraz da yağmurda ıslanalım.

Yağmur, milyonlarca yıldır süregelen bir olgudur, hayli eskidir ama her yağmur yenidir. Yüzyıllardır yağan yağmur, ne kadar yağarsa yağsın, her yağışında tazedir. Göklüdür yağmur ama her damlası topraktaki tohumları uyandırır, ağaç köklerine hayat müjdesi taşır. Herkese yağar ama herkese özeldir; herkesi farklı ıslatır, herkese özel seslenir. Hep yağar ama her dokunuşu sürpriz sonuçlar doğurur, her vuruşu beklenmedik bir şiirdir. Yüksekten yağar ama aşağıdakileri incitmez, vurduğunu kırmaz. Yücelerden iner ama herkese eşit dağılır, kimseyi ayırmaz.

Bir de akıp durmakta olan bir nehrin akışına katılalım.

Ayetler nehir gibidir; akışkan anlamlar taşır. İnsanın kalbi ise bu nehrin akışına yatak olur. Ayetlerin kalbimizde akışına izin verdikçe, duygularımızın iniş çıkışlarını fark eder, hayatımızın çağlayanlaştığı eşiklerde yeni, taze ve sürpriz sesler duyarız. Ayetlerin akışı fıtrat yatağımızı besler, fıtratımızın yatağı ise ayetlerin akışına şahitlik eder. Nehrin kendisi kadimdir ama akışı asla eskimez. Nehir yatağı, çoğu kez haritada aynı kalır, yüzyıllar geçse de bir nehrin çizgisi hiç değişmez. Ama nehrin akışı hep yenidir; hep tazedir, her noktasında, her mevsimde, her saatinde yeni akar. Yeterince muhatap olan bu akışın sesinden, bu akışın ay ve güneş ile yansışmasından yeni güzellikler keşfeder.

Kaynak: Senai Demirci, Altınoluk Dergisi, Sayı: 393