Kur’an Kıssalarının Hususiyetleri

KUR’ÂNIMIZ

Kur’ân-ı Kerîm, hâdiselerin özüne dikkat çeker. Zaman ve mekân unsurlarına ve onların isimlerine fazla önem vermez. Zîrâ hâdiselerin ibret gâyesine hizmet etmeyen ayrıntılarına girmek, mes’eleyi teferruata boğar ve kıssadan çıkarılacak hisseyi anlaşılması güç bir hâle getirir.

Kur’ân-ı Kerîm, kıssayı hangi sebeple naklediyorsa, onun sâdece maksadı ihtivâ eden kısmını ele alır. O, öncelikle kıssanın dînî gâyeyi ifâde etmesine ehemmiyet verdiğinden, hâdiseyi tarih sırası gözetmeksizin başından, ortasından veya sonundan anlatır. Muhâtabı, kıssadaki vak’aların içine dalıp gitmeye bırakmaz; aralara gönül iklimini yeşertecek dinî irşâd, hikmet ve ibret levhaları serpiştirir.

KUR’AN KISSALARI

Kur’an kıssaları, umûmiyetle muhâtabı cezbeden bir girizgâhla başlar. Oradaki hâdiseler, sâdece kuru ifâdelerle sunulmaz. Aksine canlılık ve hareket dolu tasvirlerle müşahhas bir halde takdim edilir. İfâdeler ekseriyetle temsîlîdir. Ehemmiyetli sahneler açıkça sergilenir; ancak kıssanın ihtivâ ettiği birçok teferruat muhâtabın hayâl ve tefekkür dünyasına bırakılır. Meselâ Yûsuf Sûresi’nde Yûsuf’un -aleyhisselâm- gördüğü ve babası Yâkub’a -aleyhisselâm- anlattığı rüya oldukça dikkat çekici bir girişle, temsîlî ve canlı bir tasvirlerle şöyle anlatılır: “Bir zamanlar Yûsuf, babasına (Yâkub’a) demişti ki: Babacığım ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederlerken gördüm. (Babası): Yavrucuğum! dedi. Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar! Şeytan insana apaçık düşmandır.” (Yûsuf, 4, 5)

Kur’an kıssalarının en mühim husûsiyetlerinden biri de tekrarlardır. Tekrar, Kur’ân-ı Kerîm’de diğer mevzûlardan daha ziyâde kıssalarda kendini hissettirir. Bu, aslında tam bir tekrar olmayıp her seferinde farklı ayrıntılar ihtivâ eden bir üslûb âbidesidir. Nitekim değişik ibretler çıkarmaya vesîle olan her tekrar, gönüllerden gayb âlemlerine doğru bin bir ulvî pencere açar.

İBLİS’İN HZ. ADEM’E SECDE ETMEYİŞİ

İblis’in Hazret-i Âdem’e -aleyhisselâm- secde etmeyişinin bir çok yerde tekrar edilmesi ve her âyette bu durumun farklı sebeplerine dikkat çekilmesi buna bir örnektir.

Mesela Sâd Sûresi’nin 74. âyet-i kerîmesinde şeytanın gurur ve kibrinin kendisinin küfrüne sebep olduğu anlatılmış, kibir hastalığının tedâvî edilmediği takdirde insanı inkâra kadar götürebilecek tehlikeli bir hastalık olduğuna işaret edilmiştir. Â’râf Sûresi’nin 11 ve 12. âyetlerinde, daha önce melekler arasında bulunan ve bir çok nimete kavuşan şeytanın, bu nimetlere şükredeceği yerde nankörlük ettiği, bunu bir üstünlük ittihaz ederek ilâhî emre karşı çıktığı anlatılmıştır. Hicr Sûresi’nin 31. âyet-i kerîmesinde ise, şeytanın içine düştüğü gurur ve kibrin onun basîretini körleştirdiği ve bunun neticesinde Âdem’in balçıktan yaratılmış olan sûretini gördüğü halde, Rabbinin bizzat kendisinden üfürmüş olduğu rûhî tarafını göremediğine dikkat çekilmiştir.

Tekrar, asıl maksadın farklı üslûblarla takdimidir. Bu yüzden sıradan hâdiseler tekrar edilmez. Meselâ Hazret-i Mûsâ’nın -aleyhisselâm- doğumu, gençliği ve evliliği tekrarlanmaz. Ancak Firavun’la karşılaşması, sihirbazlarla müsâbakası ve azgın Benî İsrâil Kavmi’nin durumu gibi risâletin hedefi açısından çok mühim hususlar, birçok yerde tekrar edilir.

Diğer taraftan, bir şahısla ilgili farklı yerlerde zikredilen bilgiler bir araya getirildiğinde, mükemmel bir bütünlüğün olduğu müşâhede edilir.

İLAHİ EĞİTİM USULÜ

Kıssalarda daha çok, mânâların tekrarı söz konusudur. Bunun asıl maksadı, ilâhî ve ulvî gâyelerin, ruhlara ve gönüllere nakşedilmesidir. İnsan, kendisine sunulan herhangi bir meseleyi, farklı üslûb ve ifâdelerle tekrar edildiğinde daha iyi anlar. Bu da tekrarın, insan psikolojisine uygun ilâhî bir eğitim usûlü olarak Kitabullâh’da yer aldığını gösterir.

Mânâların tekrarında bazen tafsîlât, bazen de hulâsa söz konusudur. Kur’ân-ı Kerîm, değişik seviye ve zihniyetlere hitâb edebilmek için buna yer verir. Zîrâ Kur’an, avâmdan havâssa kadar insanlığın bütün kademelerine hitâb eder. Bu sûretle, her seviye, her tabaka ve her sınıf, kâbiliyeti nisbetinde ondan istifâde edebilir.

KUR’AN’DA KELİME VE CÜMLE TEKRARLARI

Kur’ân-ı Kerîm’deki kelime ve cümle tekrarları ise, daha ziyade mânâyı te’kîd, insanı hayrete ve dehşete düşürüp îkaz etmek gibi belâğat inceliklerinden birini temin etmek içindir. Meselâ “Kâria Sûresi”nde “Kâria” lafzının üç defa tekrar edilmesi, kıyâmetin dehşetli manzarasını muhâtaba çok derinden hissettirmek içindir.

Diğer yandan Rahmân sûresinde insanlar ve cinler için yaratılan nimetler peş peşe sıralandıktan sonra,  “Öyle  iken  Rabbinizin  hangi  nimetlerini  inkâr edip yalanlayabilirsiniz?” âyetinin, otuz bir defa tekrar edilmesi, kullara gaflet perdelerini aralatıp, ilâhî nimetleri îtirâf ettirmekte ve şükür vazîfesini hatırlatmaktadır.

DUA VE ZİKİR KİTABI

Bir hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, ihtivâ ettiği diğer husûsiyetlerinin yanında, aynı zamanda bir duâ ve zikir kitabıdır. Duâ ve zikrin gayesi ise, daha ziyade tekrar ile ortaya çıkar.

Kur’an kıssalarında Peygamberler, beşeriyetin her bakımdan en mümtâz şahsiyetleri olarak takdim edilirler. Bunlar, kesbî (çalışarak) değil, ilâhî bir tâyinle seçilmişlerdir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“.... Onları (bütün Peygamberleri) seçkin kıldık ve doğru yola ilettik.” (En’âm, 87)

Peygamberlerin bu ilâhî vazîfe için seçilmiş olmaları, kendilerine büyük ve ağır mesûliyetler yüklemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, onların da acziyet içinde olduklarını ve kendilerine aslâ bir ulûhiyet isnâd edilemeyeceğini ifâde ederek:

“Elbette kendilerine Peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen Peygamberleri de mutlaka hesaba çekeceğiz!..” (Â’râf, 6) buyurur. Âyet-i kerîmede belirtildiğine göre teminat altında oldukları halde, Peygamberler de tebliğlerindeki îtina derecelerine göre hesaba çekileceklerdir.

KUR’AN’IN MEYDAN OKUMASI

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerini vücûda getirmenin imkânsızlığını göstermek için bütün insanlık ve cin âlemine zamanla mukayyet kılmaksızın meydan okumaktadır. Bu meydan okuma, bugüne kadar cevapsız kalmıştır. Âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle ifâde edilir:

“De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki, yine de benzerini meydana getiremezler!..” (İsrâ, 88)

Cenâb-ı Hak bu meydan okumanın sınırını “on sûre”ye kadar daraltmasına rağmen yine de insanlar onun bir benzerini meydana getirmekten âciz kalmışlardır. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Yoksa, O’nu (Kur’ân’ı) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin bakalım!” (Hûd, 13)

Allah Teâlâ, Kur’ân’ın bu meydan okuyuşunun sınırını nihâyet “bir sûre”ye kadar indirmiştir ki, insanın aciz olduğu ve Kur’ân’ın ilâhî bir kelâm olduğu gerçeği iyice anlaşılsın. Bu hususla ilgili âyet-i kerîmede de şöyle buyurulmuştur:

“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan gayrı şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- o zaman yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara, 23, 24)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları