Kur’ân-ı Kerîm’in Nüzûlünün Hikmetleri | 4 HİKMETİ

KUR’ÂNIMIZ

Kur’ân-ı Kerîm kimlere ne için inmiştir? Kuran insanları neyi bildirmek için inmiştir? Kuran'ın içindeki mesajların önemi nedir? Efendimize (s.a.v) gelmesinin hikmeti nedir? İşte Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlünün dört hikmeti...

Kur’ân-ı Kerîm’in, büyük bir lutuf olarak indirilmesinin elbette pek çok sebep ve hikmeti vardır. Bunlar sayıya ve izaha gelmez. Ancak bunların arasında ilk bakışta dikkat çeken bazıları şöyledir:

  • Birincisi; Kur’ân-ı Kerîm, akıl sahibi olan insanların onun âyetleri üzerinde düşünmeleri, derin derin tefekkür etmeleri için indirilmiştir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bu Kur’an feyiz ve bereket yüklü öyle şerefli bir kitaptır ki, onu sana, insanlar âyetleri üzerinde derin ve etraflıca düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ondan gereken ders ve öğüdü alsınlar diye indiriyoruz.” (Sād 38/29)

Kur’an, âhiret âleminin ve orada iyilerle kötülerin durumunu açıkça haber veren bir rehberdir; ebedî yol haritasıdır. O, Peygamberimiz (s.a.v.)’e indirilmiş şanı yüce, feyzi ve bereketi bol bir kitaptır. Ancak onun şeref, feyiz ve bereketinden istifade edebilmek için iki şart ileri sürülmüştür:

  • İmanla birlikte onun âyetleri üzerinde tedebbür etmek,
  • Yine onun âyetlerini tezekkür etmek.

“Tedebbür”, sahibini, istenilen mânaları anlayıp kavramaya ulaştıran düşünce, tefekkür ve teemmül mânasına gelir. Bu tefekkür ancak, lafzı az, fakat bu lafızlara yerleştirilen yüklü mânaları havi sözleri anlamada söz konusudur. Böyle bir söz üzerinde düşünceyi yoğunlaştırdıkça hiç de basit olmayan daha değişik ve orijinal mânalar ortaya çıkar. (İbn Aşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIII, 252)

Âyette, Kur’an âyetleri üzerinde tedebbür ve tefekkürün emredilmiş olması, onun mânalarını bilmenin vacip olduğuna delâlet eder. Çünkü Kur’­an’dan ancak bu yolla istifade edebilmek mümkün olacaktır. Ayrıca bu, Kur’an’ı tertille okumanın acelece okumaktan daha faziletli olduğunu gösterir. Zira süratli okurken âyetlerin mânalarını doğru dürüst düşünebilmek oldukça zordur.

“Tezekkür” ise zihnin bilinen bir şeyi hatıra getirmesi mânasını taşır. Kur’an insanlara, güçleri nispetinde mânalarını düşünmeleri ve gizliliklerini keşfetmeleri için indirilmiştir. Onun âyetleri okunup hatırlandıkça, nasihatlerinden öğüt almak ve ikazlarını dikkate alarak gafleti dağıtmak ve manevî bir uyanıklığa erişmek mümkün olabilecektir. Zira tezekkürle kalp üzerindeki perdeler kalkacak, ruhlar âlemine varılacak, böylece ruh, cisimler âleminde bulamadığı ezelî tevhid ve mârifet sırlarını bulup ona kavuşmuş olacaktır. Tedebbür tezekküre götürür. Diğer bir ifadeyle tezekkür, tedebbürün neticelerinden biridir. Ancak Kur’an her ne kadar bütün insanların tedebbür ve tezekkürüne sunulmuş ise de, ona bu açıdan yaklaşıp ondan istifade edecekler sadece akıl sahipleri olacaktır. Hasılı Kur’ân-ı Kerîm’i okumaktan maksat, onun âyetleri üzerinde tedebbür, tefekkür ve tezekkür etmek; verdiği öğütleri anlamak, kabullenmek ve tatbik etmeye gayret göstermektir.

  • İkincisi; Kur’ân-ı Kerîm, emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak için inmiştir. Kur’an hakikatlerinden nasibi olan bahtiyarlar, onun kırâat ve hıfzıyla hâmil, ahkâmıyla âmil, ahlâk ve adâbıyla hallenerek kâmil olurlar. Kur’ân-ı Kerîm pek çok âyetiyle bizleri buna dâvet eder:

“Kur’an, müttakîler için bir yol göstericidir.” (Bakara 2/2)

Kur’ân-ı Kerîm, “bütün insanlar için hidâyet” olarak indirilmiştir. (bk. Bakara 2/185)  Böyle olmakla birlikte onun hidâyetinden gerçekte müttakîler istifade eder. Bu sebeple Kur’an’ın müttakilere hidayet rehberi olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kur’an, insanları dünya ve âhirette kendilerine faydalı olacak, Allah’ın rızâsını kazandıracak ve nihâyet cennet ve cemâl-i ilâhîye eriştirecek dosdoğru yolu gösterir.

Kur’an’ın hidâyeti, inkârdan îmana, sonra da imandan ihsan ve takvaya doğru bir hidâyettir. İmandan sonraki hidâyetin gerçekleşmesi, ancak ona uymakla ortaya çıkar. Kur’an’ın Hak kelamı olduğunu kalben kabul etmeyen kâfir ve münafıklar ise onu gereği gibi tefekkür ve tedebbür etmediklerinden, hidayetten mahrum kalırlar. Kur’an, her bir gruba, inanç, düşünce ve amellerine göre bir âkıbet belirler.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler. Âhirete inanmayanlar için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (İsrâ 17/9-10)

  • Üçüncüsü; Cenab-ı Hakk’ın pek çok güzel ismiyle birlikte aynı zamanda الحكيم (Hakîm) isminin de bir tecellisi olarak Kur’ân-ı Kerîm hüküm ve hikmet doludur. Ondaki hükümler, Allah Teâlâ’nın hükümleridir. Ezelî ve ebedî geçerli olan ilâhî esaslardır. Herhangi bir beşerî akıl, idrak, gayret ve çalışmayla benzerinin getirilmesi mümkün olmayan ilâhî kaynaklı kâidelerdir. Yüce Allah onu insan hayatının bütün alanlarını tanzîm etmek, düzene koymak, hak ve hukukların çerçevesini belirlemek, insanlar arasında vuku bulacak hâdiseleri ve anlaşmazlıkları hükme bağlamak için indirmiştir. Yaratan, yarattığını çok iyi bildiği için, onun zaafiyetlerini, hastalıklarını, problemlerini de çok iyi bilmekte; dolayısıyla o zaafiyetlerin nasıl giderileceğini, o hastalıkların nasıl tedâvi edileceğini ve o problemlerin nasıl çözüme kavuşturulacağını da çok iyi bilmektedir. Allah, hâkimlerin hâkimidir, hüküm verenlerin en üstünüdür. (bk. Tîn 95/8) O, en güzel hüküm koyandır. (bk. Mâide 5/50)

Yüce Allah’ın ahkâmını beyân eden Kur’ân-ı Kerîm, insanlar arasında hak ve adaletle hüküm vermek, zulüm haksızlıkları ortadan kaldırmak için ikram edilmiştir. Konuyla ilgili şu âyet-i kerîmeler ne kadar câlib-i dikkattir:

“İnsanlar, başlangıçta aynı dine inanan tek bir ümmetti. Sonra kimi iman kimi inkâr ederek anlaşmazlığa düştüler de Allah onlara, müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hakem olması için o peygamberlere dinî gerçekleri içeren kitaplar indirdi. Ancak Ehl-i kitap, kendilerine apaçık gerçekler geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden o gerçek hakkında anlaşmazlığa düştüler. Sonra Allah, kendi iradesiyle, onların anlaşmazlığa düştükleri konuda, iman edenlere doğru yolu gösterdi. Allah, dilediği kimseyi dosdoğru yola eriştirir.” (Bakara 2/213)

İnsanlar arasında çıkan ihtilafların hükme bağlanmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’e ve Peygamberimiz (s.a.v.)’e getirilmesini emreden bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve içinizden kendilerine yetki verdiğiniz yöneticilere de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bir meseleyi hemen Allah’a ve Peygamber’e arzedin. Böyle yapmanız, hem hakkınızda daha hayırlıdır, hem de netice itibariyle daha güzeldir.” (Nisâ 4/59)

Allah’a itaat, O’nun Kur’ân-ı Kerîm’de haber verilen buyruklarına itaat anlamına gelir. Âyette Resûlullah’a itaat emredilirken “itaat edin” emri tekrar edilmiştir. Buradan anlaşıldığına göre Resûlullah’a itaat emri Allah’a itaat emrinden ayrı ve müstakil bir mâna taşımaktadır. Dolayısıyla yalnızca Kur’ân-ı Kerîm’de haber verilen esaslara ilâveten, Resûlullah (s.a.v.)’in dinle ilgili her türlü davranışları uyulmaya esas teşkil etmektedir.

Şimdi zikredeceğimiz âyet-i kerîmeler ve bunların inişine sebep teşkil eden hâdiseler, insanlar arasında Allah’ın ezeli ve ebedî hükmü olan Kur’an’la hükmetmenin ehemmiyet ve zaruretini ortaya koyar:

“Resûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verebilesin diye indirdik. Sakın, hâinlerin savunucusu olma! Allah’tan bağışlanma dile! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma! Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez.” (Nisâ 4/105-107)

Âyetlerin beyanına göre Kur’ân-ı Kerîm, insanlar arasında Allah Teâlâ’nın muradına uygun tarzda adalet ve hakkaniyet prensiplerine dayalı olarak hükmedilmesi için indirilmiştir. Çünkü O, hakkı açıklayan, her türlü batıl ve eğrilikten uzak, sadece hak yolu, adaleti ve doğruyu gösteren bir hidayet düsturudur.

Bu âyetler hakkında şöyle bir iniş sebebi nakledilir:

Zaferoğulları’ndan ve Ensâr’dan Tu‘me b. Übeyrık, komşusu Katâde b. Numân’ın evinden bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir çuvalda idi. Çuval da yırtık olduğundan evine kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı yahûdilerden Zeyd b. Semîn adında bir adamın yanına sakladı. Çalınan zırh Tu‘me’nin yanında aranıp bulunamayınca o:

“– Vallahi ben almadım ve onun hakkında bir bilgim de yok” diye yemin etti. Zırhın sâhipleri:

“– Hayır, vallahi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta bize geldiğini gördük, zırhı aldı, evine girinceye kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük” dediler. Ancak Efendimiz (a.s.) hırsızlık suçlamasını reddeden Tu‘me’ye yemin teklif edip, o da çalmadığına dâir yemin edince zırhın sahipleri mecburen Tu‘me’yi serbest bıraktılar. Un izini takip ederek nihâyet yahudinin evine geldiler ve onu tutup Allah Resûlü’ne getirdiler. Yahûdi:

“– Zırhı bana Tu‘me b. Übeyrık verdi” dedi ve yahudilerden bir grup da buna şâhitlik ettiler. Tu‘me’nin kabilesi olan Zaferoğulları ise:

“– Gelin, Resûlullah’a gidelim” dediler ve Efendimiz’e gelip Tu‘me’nin durumunu anlattılar. Arkadaşlarını müdafaa sadedinde:

“– Ey Allah’ın Resûlü! Eğer hırsızlığı yahudinin yaptığını ilân ederek onu cezâlandırmazsan arkadaşımız helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, yahûdi de suçsuz çıkacak” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyetleri indirerek, kimin hâin, kimin temiz ve günahsız olduğunu açıkça bildirdi ve Resûlullah (s.a.v.)’e de doğruyu gösterdi. Buna karşı Tu‘me Hakk’a teslim olup tevbekâr olacak yerde Mekke’ye kaçarak dinden döndü. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 362-364; Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl, s. 183)

  • Dördüncüsü; Resûlullah (s.a.v.) son peygamber, ona indirilen Kur’ân-ı Kerîm de son ilâhî kitaptır. Bunlar, hak katında tek makbûl din olan İslâm’ın esasıdır. İslâm, esaslarını Kur’an ve sünnetin belirlediği bir dindir. Kıyâmete kadar artık ne yeni bir peygamber, ne de yeni bir kitap gelecektir. Bütün zamanların ve mekanların dini olan İslâm, bu şekilde tamamlanmış ve kemâle ermiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim...” (Mâide 5/3)

Anlaşılan o ki,  Kur’ân-ı Kerîm İslâm’ı kemâle erdirmek ve onu bütün dinlere üstün kılmak için indirilmiştir. Bu, çok ehemmiyetli ve zaruri bir durumdur. Zira Allah yanında İslâm’dan başka makbul din olmadığına göre, insanlığın ebedi kurtuluşu ancak ve ancak İslâm’ı öğrenmek ve onun istediği gibi yaşamakla mümkündür. İslâm’ın insanlara ulaştırılması için de onun önündeki tüm engellerin kaldırılması gerekir. O engellerin kaldırılması ise büyük bir gayret, fedâkarlık ve cihadı lüzumlu kılmaktadır. Canı ve malı İslâm yolunda cömertçe harcamaya, cennet karşılığı Yüce Allah’a satmaya bağlıdır. (bk. Tevbe 9/111) Bu sebepledir ki Cenâb-ı Hak, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve hâkim din yalnızca Allah’ın dini yani İslâm oluncaya kadar savaşı emretmektedir.

İlgili âyetlerde şöyle buyrulur:

“O halde zulüm ve baskı tamâmen ortadan kalkıncaya ve hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer haksızlıklara son verirlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara 2/193. Ayrıca bk. Enfâl 8/39)

Şu âyet-i kerîmeler ise Resûlullah (s.a.v.)’in gönderilmesinin ve ona Kur’ân-ı Kerîm’in inzal edilmesinin esas hedefinin İslâm’ı bütün dinlere üstün kılmak olduğunu açıkça beyan eder:

“Resûlü’nü bütün dinlere üstün kılmak üzere hidâyet ve hak din ile gönderen O’dur. Buna şâhit olarak Allah yeter! ” (Fetih 48/28)

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gerçek peygamber, ona indirilen Kur’an’ın ilâhî kitap ve onun tebliğ ettiği dinin hak din olduğunda şüphe yoktur. Allah Teâlâ bu dini, bütün dinler üzerine galip olması ve yeryüzünde tek hâkim din olması için göndermiştir. Bu gâlibiyet iki yönlüdür: Birisi ilmî bakımdan hüccet ve bürhanda üstünlüktür ki âyetteki الْهُدٰى (hidayet)le buna işaret edilmiştir. Diğeri ise, amelî bakımdan fiiliyatta üstünlük ve hâkimiyettir ki, د۪ينِ الْحَقِّ  (dîni’l-hak), tabirinde de bunun gerçekleşmesine işaret vardır. Buna göre İslâm ile çarpışmak isteyen dinlerin, hepsi mutlaka mağlup olacaktır. Bunlardan birincisinin tamamen ortaya çıktığında şüphe yoktur. İslâm dini, ilim yönünden her dine galiptir. İkincisi ise tarihte bir dereceye kadar gerçekleşmiş ve bir zamanlar müslümanlar her kavme galip olmuş ise de bunun tamamı daha çok geleceğin gelişmelerinin bağrındadır. Peygamberin doğruluğunun ve onun getirdiği dinin gâlip geleceğinin en büyük şahidi ise Allah Teâlâ’dır.

Konuyla ilgili diğer âyetlerde şöyle buyrulur:

“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Allah ise, kâfirler hiçbir zaman hoşlanmasa da, nûrunu mutlaka tamamlamak istiyor. Allah, Resûlü’nü doğru yolun ta kendisiyle ve adâlet ve hakkaniyet üzerine kurulan hak dini ile gönderdi ki, müşrikler hiçbir zaman istemese de, o dini diğer bütün dinlere üstün ve hâkim kılsın.” (Tevbe 9/32-33. Ayrıca bk. Saff 61/8-9)

“Allah’ın nûru”, Resûlullah (s.a.v.)’in, Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleri ve sünnet-i seniyyesinin tatbikatıyla muşahhas bir şekilde yaşayıp örnek olarak insanlığın önüne koyduğu İslâm dinidir. Nûrunu Allah’tan alan bu din çağları aydınlatacak, kimse onun önüne geçemeyecektir. Kâfirler istemese de Allah mutlaka nûrunu tamamlayacak; kelime-i tevhidi yüceltecek ve İslâm dinini hâkim kılacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın muradı, Peygamberine gönderdiği hidâyet rehberi ve hak dini İslâm’ın diğer bütün dinlere üstün gelmesini sağlamaktır. Allah’ın muradını engelleyecek ise hiçbir güç yoktur. Müşrikler istese de istemese de hakikat böyle tecelli edecektir.

Nitekim Peygamber Efendimiz’in, Allah’ın dînini tebliğ etme ve öğretme husûsundaki azim, gayret ve şevki karşısında büyük bir âcizliğe düşen Kureyş müşrikleri birgün:

“– Sen bizi ve ilâhlarımızı yermeyi bırak, biz de seni ve ilâhını kendi hâlinize bırakalım” dediklerinde Resûlullâh (s.a.v.) başını kaldırıp göğe baktı ve:

“– Şu güneşi görüyor musunuz?” diye sordu.

“– Evet, görüyoruz” dediklerinde Allah Resûlü, İslâm’ın mâhiyetine ve istikbaldeki durumuna dikkat çekecek mahiyette:

“– Peki ben sizin bu güneşin ışıklarından faydalanmanıza mâni olabilir miyim?” buyurdu (İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 92; İbn İshâk, es-Sîre, 136)

Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Tefsîr Usûlü ve Tarihi, Erkam Yayınları