Kulluk Tahsilimiz, Ecel Tasdiknâmesiyle Son Bulacak

TEFEKKÜR

Hepimiz, ilâhî imtihan diyârı olan bu cihan mektebinin talebeleriyiz. Kulluk tahsilimiz, ecel tasdiknâmesiyle son bulacak, amellerimizle toprağın sînesine gömüleceğiz. Yani dünya hayâtı; ilâhî rızâya nâil olmak ve ebedî istikbâli kazanmak için verilen bir mühletten ibârettir. 

İnsanlık tarihi boyunca bu ilâhî hakîkatlere sırt dönenler, ölüm ve ötesiyle ilgili sayısız hurâfelere inanarak türlü sapıklıklara sürüklenmekten kurtulamamışlardır. Zira akıllar üstü bir mevzû olan ölüm ve ötesini, cılız idrak mîzanlarıyla ölçebilmek mümkün değildir. Âhiret mefhumunu kendi akıllarıyla ölçüp biçmeye kalkışan nice gâfiller, ilâhî beyanlarla işin aslı kendilerine açıklanınca, gerçeği kabul etmek yerine -nefislerinin hoşuna gitmediği için- bâzen alay, bâzen telâş içinde ihtilâf ve münâkaşalara dalmışlardır. Bunlardan Mekke müşriklerinin hâlini Cenâb-ı Hak şöyle beyân eder:

“Birbirlerine neyi soruyorlar? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri büyük haberi mi?” (en-Nebe, 1-3)

Âyet-i kerîmede beyân edilen “büyük haber”i, Müfessir Hamdi Efendi şöyle îzah eder:

“Bu haber, Peygamber Efendimiz’in gönderilmesi ve özellikle O’nun Kur’ân ve nübüvvet ile bildirdiği kıyâmet haberidir... Îmân etmeyenler, Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in peygamber olarak gönderilişiyle ilgili birbirlerine soruyorlar: «Bu haber de ne?! O, Allah tarafından, Allâh’ın birliğine ve âhiret gününe inanmaya çağırmak için gönderilmiş elçi miymiş? Hele o kıyâmet haberi de nedir? Ölüler dirilecek, herkese yaptığından sorulacakmış, öyle mi?» diyorlar. Kimi «Öyle» diyor, kimi «Böyle şey mi olur?» diyor, kimi de «Acaba!» diye tereddüt ediyordu.” (Hak Dîni  Kur’ân Dili, VIII, 488-489)

AHİRET GERÇEĞİ KARŞISINDAKİ İNAT VE YALANLAMA

Rasûl-i Ekrem -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in verdiği bu istikbal haberinin teşekkürlerle, minnetlerle karşılanması gerekirken -ne yazık ki- alay, hakaret ve bîgânelikle karşılanması, nefsine mağlûp insanların böyle bir âkıbeti kabullenmek istemeyişlerinin en tabiî bir neticesiydi. Müşriklerin, kendilerine haber verilen âhiret gerçeği karşısında sergiledikleri inat ve yalanlama tavırlarına, âyet-i kerîmelerde şöyle temas edilmektedir:

“…Şerefli Kur’ân’a yemin olsun ki, aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşakaldılar da kâfirler; «Bu ne tuhaf şey! Öldükten ve toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz)! Bu, akla uzak bir dönüştür.» dediler.” (Kaf, 1-3)

Hâlbuki öldükten sonra dirilişin, Rabbimiz için hiç de zor olmadığı, diğer bâzı âyet-i kerîmelerde de şöyle beyan edilmiştir:

“İnsan görmez mi ki, Biz onu nutfeden (bir damla sudan) yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misal getirmeye kalkışıyor ve; «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yâsîn, 77-79)

“İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter.” (el-Kıyâme, 3-4)

"Mahlûkâtı ilkin yaratıp sonra (kıyâmette) onu diriltecek olan O’dur, ki bu (öldükten sonra diriltme) O’na (ilk defa yaratmaktan) daha kolaydır...” (Rûm, 27)

Velhâsıl ölümün tefekkürüyle aydınlanmamış bir hayat, karanlık bir musibet gecesinden farksızdır. Ebedî saâdet güneşi, ilâhî beyanlara gönül vererek yaşayıp müsterih bir vicdanla ölmesini bilenlerin ufuklarından doğar. Bundan dolayıdır ki İslâm dîni, ölümü hatırlamayı ve ona dâir hazırlıkla meşgul olmayı, zekâ eseri saymıştır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Akıllı (insan), nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışandır…” buyrulmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından-2, Erkam Yayınları.