Kendi Elinizle Kendinizi Tehlikeye Atmayın!

HAYATIMIZ

Müslüman dünyaya sadece maddi zevkler için gönderilmemiştir. Bizleri yaratan Rabbimiz'e karşı mevcut yükümlülüklerimiz var. Öncelik her zaman için dini mübini İslam'ı anlamak, yaşatmak ve dava bilinci ile taşımaktır. Fakat dört bir yanını dünya sevgisi, rızık endişesi, dünya zevkleri sarmış bir mümin elbette bunları kırmadan yol alamaz. Bir müslümanın hayatında olması gereken öncelikler ve dünyaya olan tutumu nasıl olmalıdır?

“Allâh yolunda infak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın...” (el-Bakara, 195) buyrulmaktadır.

Müfessirler, bu âyet-i kerîmede ifâde edilen tehlikenin, “fakirlik korkusu veya dünya muhabbeti sebebiyle dînine hizmet etme ve Hakk’ın sesini yüceltme yolunda gayret, fedâkârlık ve infaktan uzak durmak” olduğunu ifâde etmişlerdir. Buna göre bir mü’min, her hâlükârda Allâh yolunda malıyla ve canıyla infak edebilme gayreti içinde olmalıdır. Zîrâ bu hayat gibi, uhdemizde bulunan dünyalıklar da birer emânettir. Bu emânetleri yerinde sarf etmek bir ebediyet kazancı olurken, cimrilik ve rahata düşkünlük sebebiyle bunları biriktirerek nefsine saklamak, âhiret hüsranlığına sebebiyet verir.

Bir mü’min, infak hususunda şu ibret levhasını hatırından çıkarmamalıdır:

Bir cenâzenin kabre konulmasından sonra kurtlar bedene ilişinceye kadar, hısım-akraba da tâziyelerini hemen hemen bitirmiş olurlar. Daha sonra mirasçılar mal bölme görüşmelerine başlarken, toprak da bedeni parçalayıp yok etmeye başlar. Her iki faâliyet de bir bakıma birlikte sürdürülür ve bitirilir. Bir yanda beden tüketilirken diğer bir yanda da servet dağıtılır. Bu hâli hayretle seyreden ruh, birçok yaptığına pişman olarak elini dizine vurmak ister; ama ortada ne el kalmıştır, ne de diz!.. Yalnız ameller müstesnâ… Dünyada sâhip olunan takvâ ve sâlih ameller, âhiret hayâtımızın en hayırlı sermayesi olacaktır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Kabir, (amellere göre) ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Velhâsıl, kıyâmete kadar sürecek olan kabir hayâtımız, dünyadaki vaziyetimize ve amellerimize göre şekillenecektir.

İşte ölümü bir hüsran olmaktan kurtarıp bir zafere dönüştürebilmek, onu mâtem değil de bir “Şeb-i arûs” hâline getirmek, ölüme hazırlanıp ölmesini bilenlerin kârıdır. Bu istikâmette yaşanmış feyizli bir hayâtın ardından Rabbine

kavuşan bahtiyarlardan, şanlı târihimize eşsiz bir hâtıra hediye etmiş örnek bir şahsiyet de Zâbit Muzaffer adlı Mehmetçiktir:

ÇANAKKALE'DEN BİTEN HAYIRLI BİR ÖMÜR

Çanakkale harbinde gösterdiği müstesnâ gayretlerle büyük faydalar sağlayan, sînesi îmân dolu bu genç, Çanakkale harbinden sonra da durmamış, vatan müdâfaası için bu kez doğu cephesine koşmuştu. Kanlı bir çarpışma esnâsında ağır bir şekilde yaralandı. Ardından gelecek nesle, ikinci ve ulvî bir hâtırâ daha bırakarak şehâdet şerbetini içti. Şöyle ki:

Ateş hattında çarpışan ve vazîfesi başında şehîd olan Zâbit Muzaffer Bey, son nefesinde artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin bir şey anlatamadığı dakîkada cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı:

“–Asker! Kıble ne tarafta?!.”

Etrafındakiler, rûhunu, beytullâha yönelerek Allâh’a teslîm etmek isteyen Muzaffer Bey’i kıbleye çevirerek onun bu arzusunu yerine getirdiler. Yüzü vuslat neş’esiyle dolan zâbit, muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslîm eyledi.

İşte bir kul, ömrü boyunca hangi meslek ve meşgûliyette olursa olsun, kıble istikâmetinden ayrılmamışsa, son deminde de Cenâb-ı Hak ona bir vesîle ile kıbleyi bulmayı nasîb ediyor. İş hayâtında, âile yuvasında, beşerî münâsebetlerinde, kulluk hayâtında kelime-i tevhîdin muhtevâsında bulunarak kıbleyi bulmuş olanlar, umûmiyetle son nefeslerinde de kıblenin huzurlu iklîmine dâhil olurlar. Tabiî kıbleden maksat, Kur’ân ve sünnet istikâmetinde, kelime-i tevhîd muhtevâsında yaşanmış bir hayattır. Mühim olan, ömrümüzü ve şu fânî nefeslerimizi, sırât-ı müstakîm üzere geçirebilmektir. Aksi takdirde, hangi kayalıkta parçalanacağı bile belli olmayan, rotasını

kaybetmiş bir gemi gibi hüsran dolu bir âkıbete dûçâr olmak kuvvetle muhtemeldir. Cenâb-ı Hak cümlemizi muhâfaza buyursun.

Hayâtını âdeta ölümün koynunda yaşarcasına bir ömür sürerek “ölmeden evvel ölünüz” sırrına erenler, Allâh’ın dostu olan ârif kullardır. Böyle kulların, kıyâmette korku ve hüzünden sâlim olacakları, ilâhî bir vaaddir. Ardında ebedî âlemi gizleyen esrarlı bir perde olan ölüm, insanlık haysiyetini muhâfaza ederek yaşayan ve Allâh’ın lutfu ile son nefes hazırlığına muvaffak olabilen böyle kullar için büyük bir saâdettir. Asıl mârifet de, Allâh’ın lutfettiği bu can emânetini, son nefeste aynı sâfiyet ve selîm vasfı ile iâde edebilmektir. Şâirin dediği gibi:

O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner;

Azrâil’e “hoş geldin” diyebilmekte hüner!..

N. Fâzıl Kısakürek

Hakîkaten, son nefes, buğusuz, pürüzsüz ve lekesiz bir ayna gibidir. Her insan bu aynada, güzellikleri ve çirkinlikleriyle bütün ömrünü net bir şekilde seyreder. O an, gözlere ve kulaklara hiçbir itiraz ve gaflet perdesi inmez. Bilâkis bütün perdeler kalkar ve her türlü îtiraf; aklı ve vicdanı pişmanlık iklîmine sokar. Dolayısıyla, hayâtımızı pişmanlıkla seyrettiğimiz ayna, son nefes olmasın! Bu ayna, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye hâlinde henüz yaşarken hayâtımıza girsin. Zîrâ gerçek bahtiyarlar, ölümle tanışmadan önce kendisini tanıyabilenlerdir.

Rabbimiz son nefesimizi, ebedî âlemdeki mükâfatlarımızı seyredeceğimiz bir pencere eylesin...

Âmîn!..

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Gönül Bahçesinden Son Nefes, Erkam Yayınları