Kemaleddin Hocaefendi'nin Manevi Eğitim Yolculuğu

RÖPORTAJ

Kemaleddin Altıntaş Hocaefendi ile Altınoluk Dergisinde yapılan röportajın ikinci bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.  Kemaleddin Hocaefendi manevi eğitim yolculuğunu anlatıyor.

Röportaj: Selman Tan

BİR EZAN Kİ... BİR NAMAZ Kİ...

Bir ikindi vakti talim yaparken ara verdik. Komutan bize “Şu tahrip yuvalarında biriken suda elinizi, ayağınızı, yüzünüzü yıkayın” dedi. Elimizi, yüzümüzü, ayağımızı yıkayınca kendi kendime dedim ki; “Yav bir abdest alsana sen.” Tam abdest aldığım sırada bir ezan başladı. Hayatımda daha sonra bir başka ezan beni o kadar çok etkilememiştir. Sanki benim için namaz o zaman farz olmuştu. O ikindi namazıyla gerçekten namaz kılmaya başladım. O gün bugündür elhamdülillah namazım geçmedi. Sonra bölük komutanından izin alarak meydana çitten çubuktan bir mescit yaptık. Bölük komutanı beni oraya imam tayin etti.

Askerdeyken en utandığım şey askeri tamamen soyarak uyuz muayenesi yapmalarıydı. Bir gün komutan beni kenara ayırdı ve askere hitaben “Günde beş vakit elini, yüzünü, ayağını yıkayan insan uyuz olmaz işte bir örneği bu askerdir, ve onu bundan sonra uyuz muayenesi yapmayacaksınız” dedi. Elhamdülillah ne kadar çok sevindim. Çünkü böyle şeyler fıtrata aykırıydı.

Sonra askerlik bitinceye kadar geçirdiğim namazların kazasını da tamamen telafi ettim. Rabbim ömrümüz boyunca bizi ve çoluk çocuğumuzu namazdan mahrum bırakmasın. Âmin.

Ayrıca imam olduğum için komutan beni nöbetten muaf tutmuştu fakat nöbet tutmanın sevap olduğunu duyduğum için gider çavuşlara yalvarır kendime ilave nöbetler yazdırırdım.

Askerliğimin son 19 ayını Karamürsel’de tamamladım. Her cuma günü Karamürsel’e vaaz dinlemeye gidiyordum. İstanbul Dersiamlarından Arif Efendi isimli bir zat Karamürsel’e vaaza geliyordu. Karamürselden İzmite bir vapur çalışırdı. O zaman kara yolu yoktu. Arif Efendi erken gelince bir bakkalda vaaz saatini beklerdi. Hafta içinde dinî veya fıkhî mevzulardan sormak istediklerimi deftere not eder bakkalda Arif Efendi’ye sorardım. Hocaefendi beni uzaktan gelirken görünce “Gel bakalım asker oğlum bugün defterde neler var?” derdi.

ANNEM İNEĞİ SATTI BANA VERDİ

Askerdeyken, tamamlayamadım hafızlığın ıstırabı çok büyük bir şekilde içime dert oldu. Kendi kendime askerlik bittikten sonra hafızlığımı halledeceğim diye karar verdim. Memlekete döndük ve bir sene işlerle geçti. Anneciğime yalvarıyorum “Anneciğim müsaade et bir sene İstanbul’a gideyim hafızlığımı tamamlayıp söz veriyorum döneceğim” diyorum. Annem “Oğlum üç sene askerlik yaptın. Bizi burada yalnız bıraktın, şimdi bir senede gelebilecek misin?” diyordu. Fakat bendeki iştiyakı ve Kur’an arzusunu görünce dayanamadı. Dört ineğimizden birisini 80 liraya sattı ve 40 lirasını bana verdi.

Vapurla İstanbul’a doğru yola çıktım. Köyden üç arkadaşım daha vardı, onların hiç parası yokmuş. Hayatım boyunca bir kişi benden bir şey istesin mümkün değil reddedemem. Bunu yapamıyorum, halen de böyle. Hayır diyemediğim için arkadaşlarıma ikramda bulundum, İstanbul’a geldiğinde 10 lira param kalmıştı.

O dönemde İstanbul’da Kuran eğitimi alabileceğimiz üç kurs vardı. Bunların da 20’şer öğrencisi vardı. Bütün İstanbul’da Kur’an kurslarında okuyan talebe sayısı 60 kişiydi.

İstanbul’da benim okuyacağım yer belliydi. Hocam, babamın medrese arkadaşının oğlu Tevfik Efendi’ydi. Fatih’te Dülgerzade Camii’nin imamlığını yapıyordu. Kendimi tanıttıktan sonra bana “Hocamın oğlu” diye sarıldı. Durumu anlattım. Bana “Ben seni okutayım, fakat kalacak yerin var mı? diye sordu. Olmadığını öğrenince “Bizim aile memlekette, onlar gelinceye kadar gel bizim evde kal sonra bir çaresine bakarız” dedi. Allah razı olsun çok ilgi gösterdi. Tophane işçi muhitiydi, gidip oradan yatak yorgan alıp sırtıma vurdum yürüyerek Fatih’e geldim. 10 liramı da erzak için hocama verdim, başladık okumaya.

Fatih dersiamlarından bir hocaefendi vefat etmiş, Sarıgüzel’de oturuyormuş. Hanımı hacıanne biz ilimle meşgul oluyoruz diye bize bir odasını tahsis etti. Allah razı olsun o hacı anneden.

Hocamın geleni gideni çok, ayrıca 4 -5 çocuk okuyor, içlerinde en büyüğü benim dolayısıyla onların yemeklerini yapıyorum, bulaşıklarını yıkıyorum, hatta yataklarını bile seriyorum. Çünkü bir yerde hizmete ihtiyaç varsa fakir duramam. Bu yüzden hocam da beni çok seviyor. Gelemediği zaman namazları kıldırıyoruz, ezanlar okuyoruz. Hala o zaman ezan tangur tungur yani türkçe okunuyor. Fakat hâfızlık ile yeteri kadar ilgilenemiyorum. Hâfızlığa tekrar baştan başladığım için bir sene sonra yine 16. 17. sayfalara geldim.

Kendi kendime “Ne yapayım Allah’ım, ben annemden bir seneliğine izin aldım” diye kıvranıyorum. Hocamın gelen gidenine hizmet etmekten mesafe alamıyoruz. Kaçmaya karar verdim. Çünkü anneciğime sözüm var. Bu arada Ramazan geldi arkadaşlar sağa sola imam gittiler, ben gitmedim çünkü kaçacağım.

Birgün bir zat hocama geldi “Efendim beni Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi gönderdi, sizin talebeleriniz varmış Ramazan için bize imam olarak verir misiniz?” dedi. Hocam bana “Sen de buraya gidersin” deyince bir şey diyemedim, gidip Arnavutköy’de bir ay imamlık yaptım. 45 lira ücret verdiler, geri döndüm. Bu arada Topbaşlar hocama talebeler için elbiselik kumaş vermişler, hocam da beni bir terziye gönderdi bir takım elbise dikildi. Elbiseyi odada yüksek bir yere astım, arada bakıyorum çünkü çok kıymetli. Üzerimizdeki pantolon, ceket, gömlek, hepsi yamalı.

Okuyamadığım için kaçacağım ama elbiseyle, Ramazan imamlık ücretim olan 45 lirayı alıp gitmek işime gelmiyor. Çünkü hocam diğer arkadaşların ücretlerini yeme içme parası olarak aldı fakat benimkini almadı. Parayı ceketin cebine koydum, ayrıca bir mektup bıraktım. Mektupta “Başka hiçbir sebepten değil istediğim gibi okuyamadığım ve anneme bir sene içinde geleceğim diye söz verdiğim için gidiyorum, hakkınızı helal edin. Nerede okuma imkanı bulursam oraya gideceğim” diye yazdım.

AYAĞIM BİR İLERİ İKİ GERİ GİDİYOR

Çıktım, Kapalıçarşı’dan müstamel bir elbise satın aldım. Şehirlerarası otobüsler Sirkeci’den kalkıyor, oraya kadar gittim. Bir otobüse bineceğim ama ne tarafa gideceğim ben de bilmiyorum. Mısır Çarşısının orada Karamürsel’deki Arif Hoca ile karşılaştım. Bana ne yaptığımı sordu, anlattım. Sonra bana “Aman asker oğlum iyi çalış, hafızlığını tamamla” diye dua etti. Ondan ayrıldıktan sonra bana bir şey oldu bir adım ileri atıyorum iki adım geri atıyorum. Kendi kendime düşünüyorum, anneme bir sene sonra geleceğim diye söz verdim ama ya okuyacak bir yer bulamazsam ya memlekete dönünce bitmeye az kalmış hafızlığımı da unutursam ne yapayım Allahım. Gidemedim, döndüm geldim geri Fatih’e. Evin önüne geldiğimde baktım ki bir arkadaşımın elinde benim mektubum, okuyor, hocam yanında diğer arkadaşlar etrafına toplanmışlar, hocam dahil bütün arkadaşlarımı hüngür hüngür ağlıyorlar. Beni orada görünce herkes üzerime hücum etti. Oturunca hocam benim bıraktıklarımı göstererek dedi ki; “Yahu anladık, ben de biliyordum senin verimli okuyamadığını ama niye şunları götürmeyip bizim içimize ateş bırakıyorsun”

Ondan sonra daha ciddi bir şekilde çalışıp 1950 yılında hafızlığımı tamamladım.

Bu arada eniştem Tayakadın Köyü’ne imam oldu. Benim hafızlık merasimim olacağı sıralarda annemi, hanımı ve oğlum Ahmet’i getirmek istediler. Annemler oradaki inekleri satıp İstanbul’a geldiler. Askerden önce iki çocuğum olmuş ama onlar yaşamamıştı. Askerden sonra doğan oğlum 2,5 yaşına gelmişti.

Hafızlıktan sonra beş sene kadar Çatalca’nın bir köyünde imamlık yaptım. Anneciğimi ve ailemi yanıma aldım. Orada Trablusgarp’da binbaşılıktan emekli bir hocaefendiden arapça eğitimi de aldım. Sonra imamlık imtihanını kazanarak Beşiktaş Sinanpaşa Camii’nde imamlığa başladım.

Vazifeye ilk başladığım gün cemaatten birisi yanıma geldi ve bana “Hocam burası çok dedikodulu bir yerdir, gelen imamların hiçbirisi burada tutunamadılar, bilginiz olsun” dedi. Müftülükten inhal kağıdını alıp gelirken camiye girdiğim sırada o şahsın söyledikleri aklıma geldi ve benim için bir dikkat komutu oldu. Rabbime niyaz ettim “Ya Rabbi beni fitneden muhafaza buyur, tayin edecek olan sensin, beni bu camiye sen imam tayin et” dedim. Elhamdülillah emekli oluncaya kadar oradaki vazifem kesintisiz 35 sene sürdü. Oradan emekli olduk.

Sinanpaşa Camii’nin yanına Beşiktaş Müftülüğü’nün yapılması ile meşgul oldum. Sonra Kuran kursu öğretmenliği belgesi alıp Kuran kursu açtım elhamdülillah fahri olarak yıllarca Kuranı kerim eğitimi verdik. Sinanpaşa camii bir çok hizmete vesile oldu. Manevi sohbetler yapmaya da orada başladım.

MANEVİ EĞİTİM YOLCULUĞU

S. TAN: Manevi eğitime başlamanız nasıl oldu? Yeri gelmişken oradan devam edelim mi hocam?

ALTINTAŞ: Sami Efendi Hazretleri üstadımızla ilk tanışmam Sinanpaşa Camii’ndeyken oldu. Kendisini 1949 yılından beri duyardım fakat intisap 1965 yılında nasip oldu. Çok geç oldu Selman Bey oğlum. İstanbul’a ilk geldiğim yıllar ismini duyduğum için hocama rica ediyorum beni götürmesi için fakat hocam “Evladım yasak olduğu için biz de gidemiyoruz” diyordu. Tedbiren çok sınırlı görüşmeler yaptıklarını duyuyorduk. Fakirin çocukluk yıllarından beri tasavvufa ve Allah dostlarına bir merakı vardı. Hayatım boyunca hep şunu görmüşümdür ki kimin ilgisi neye ise ilgi duyduğu şey dönüp dolaşıp ona nasip oluyor.

S. TAN: İntisabınız nasıl oldu hocam?

ALTINTAŞ: Kuyumcu İbrahim abinin, Havlucu Atıf abinin sohbetlerine gidiyorum, yolu biliyorum fakat üstadımızla tanışmak nasip olmamıştı.

Bir gün Beşiktaş Müftüsü Fuat Çamdibi Hocam bizim cemaatten birinin dükkanında oturuyordu. Yanlarına girdim. Fuat Efendi dükkan sahibine “Arif Efendi mümkünse bir yere telefon edebilir miyim?” dedi. O zaman Beşiktaş Müftülüğünde bir iskemle bir masa var, telefonu bile yoktu.

Telefon edildi Fuat Efendi telefona çıkan kşiden üstazı rica etti sonra onunla konuşmaya başladı. Baktım Fuat Efendi o kadar kemâli edeple, o kadar nezaketle, o kadar terbiyeli konuşuyor ki beni etkiledi. ‘Herhalde çok büyük bir zatla konuşuyor’ diye düşündüm. Konuştuğu şahsı Fuat Hocam pazar sabah çayına evine davet ediyordu. Telefon görüşmesinden sonra baktım ki Fuat Hocam gidiyor. Kimi davet ettiğini de bilmiyorum. Arkasından koşarak dedim ki ; “Hocam anneciğim derdi ki ‘davet edilmeyen yere hav havlar gider’, fakat ben pazar sabahı size geleceğim.” Hocam “Peki gel evladım” dedi.

Pazar sabahı hocamın Kuzguncuk’taki evine gittiğim zaman içerdeki hazırundan tanıdığım Mustafa Alemdar abiyi gördüm. O zaman anladım ki misafir Sami Efendi Hazretleri. Kahvaltıdan sonra bana Kuran-ı Kerim okuttular. Sohbet yapıldı, dönerlerken fakire “Sizi Üsküdar’a bırakalım” dendi. Musa Efendi Hazretleri’nin İmpala arabasında ben ön tarafa yanına oturdum, arkaya da Sami Efendi Hazretleri, Mustafa Alemdar abi ve Ömer Kirazoğlu abi oturdular. Üsküdar’a gelince Mustafa Alemdar abi bana “Üstadımız sizi pazartesi gün yanına çağırıyorlar” dedi. O bir günü bitiremedim.

Pazartesi günü yanlarına gittiğim zaman Üstazımız başka bir yere intisabımın olup olmadığını sordu. Sonra bana “Siz bir istihare yapın akabinde size ders talim edelim” buyurdular. Ben de kendisine “Efendim benim gördüğüm hiçbir rüya aklımda kalmaz” dedim. Hay demez olaydım bana kibarca “Siz bilirsiniz” dedi. O kadar. Dünya başıma yıkıldı. Senelerdir ben bu anı bekliyordum.

Yanlarından ayrıldıktan sonra istiharelere başladım. Pazartesi perşembe gecelerinden başka görebilirim ümidiyle her gece istihare yapıyordum. Selman kardeş bu “Siz bilirsiniz” sözü bana tam 6- 7 ay tur attırdı.

Bir iş için Ankara’ya gitmiştim. Hacı Bayram Veli Camii’inde namazımı kıldıktan sonra otele giderken kitapçıdan Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin Sohbetleri kitabını aldım, o kitabı okurken uyumuşum. Gece rüyayı görürken bir uyandım rüya aklımda. Bu sefer sevincimden sabah olmuyor.

Döner dönmez üstadımızın yanına gittim “Efendim Verdiğiniz istiharede rüyamı gördüm” dedim. Bana ne gördün diye sormadı, dersimi tarif etti. Ben de tabiatıyla anlatmadım.

SAMİ EFENDİ ÜSTADIMIZDAN DERS

S. TAN: Peki hocam bize anlatın o zaman ne gördünüz?

ALTINTAŞ: Ucu bucağı görünmeyen bir çölde gidiyorum. Arkamdan “Sami Efendi Hazretleri geliyor” diye bir ses duyuyorum. Dönüp ona doğru yöneliyorum karşılaştığımız zaman elini öpüyorum. Dudaklarım eline değdiği anda ağzımın içine çok tatlı bir şeylerin aktığını hissediyorum. İçime giren bu mayi ise ayaklarımdan çöle iniyor.”

Ders tarif etmeden önce şöyle buyurdular; “Her müslümanın alacağı ilk ders, harama helale dikkat etmektir. Ayrıca insanlar arasındaki muamelatımız düzgün olmalı kimse bizden incinmemelidir.”

İkinci murakabeye kadar derslerimi Sami Efendi Hazretleri üstadımız kontrol etti. O zaman altı ayda bir kontrol diye bir şey yoktu. Ya bir zuhurat, ya bir manevi işaret olacak ancak o zaman gider ders görüşmesi yapardık.

Son ders görüşmesini yapacağımız zaman Erenköy’e gidip iki defa öğleden akşama kadar bekledim ama görüşemedim. Üçüncü gidişimde ders tarifini yaptıktan sonra fakire “Bundan sonraki ders görüşmelerinizi Musa Bey ile yaparsınız, o vazifelidir. Ayrıca her gün Hizbül bahri okursunuz” buyurdular.

O duayı buldum ve okumaya başladım. Daha sonra kendisinin Dualar Ve Zikirler kitabının içinde bu dua yayınlandı.

S. TAN: Sami Efendi Hazretleri ile İstanbul’da iken teşrîki mesaileriniz olur muydu hocam?

ALTINTAŞ: Üstadımız Ramazan Bayramı’nın 2. günü Kurban Bayramı’nın ise 3. günü bayram ziyaretine çıkarlardı. Sarıyerli Nuri Efendi’yi ziyaretten dönerlerken cemaatle birlikte Beşiktaş’ta fakirhaneye uğrarlar kısa bir sohbet olur, çay içilir oradan Bekir Hâki Efendi, Ömer Basuhi Bilmen Hocaefendi gibi zevata sırayla ziyarete gidilirdi.

SAMİ EFENDİ EN ZARİF İNSAN

S. TAN: Hocam size 20 yaşında bir delikanlı gelse ve “Efendim ben Sami Efendi Hazretleri’ni göremedim bana onu anlatır mısınız” dese nasıl anlatırsınız?

ALTINTAŞ: Fakir hayatımda Sami Efendi Hazretlerinden daha zarif bir insan görmedim. Her zaman iki dizüstünde otururdu. Kuş gibi bir insandı. Fuat efendi ile bir ziyaretimizde bizi kapıda karşıladı, karşıladığında Fuat Efendi’ye sarıldı, arkasından ben de gittim sarıldım. Cüppeli haliyle kollarımın arasında var mıydı yok muydu emin olamadım.

Konuşmaları çok kibar ve her kelimesi hikmetliydi. Zaten çok az konuşur hemen hemen dünyevi konuşmalar ağzından çıkmazdı.

Bulunduğu mecliste feyziyle herkesi etkisi altına alırdı. Sohbetleri 2- 3 saat kadar sürerdi. Manevi konularda tam bir şevk sahibiydi. Kendisi yorulmak nedir bilmezdi. Biz de zamanın nasıl geçtiğini bilemezdik.

Zamanının hakimi idi. Zamanın ameli neyse onu yapar ve yapmamızı tavsiye ederdi. Verdiği söze sadıktı. Randevusüne ne bir dakika erken gider ne bir dakika geç kalırdı.

İlmi ile amil olan âlimlere ve Kur’an ehline çok ehemmiyet verirdi. Çok müşfikti. Hayatta hiçbir kimseye karşı çehresini değiştirdiğini görmedik. Kendisinden hiçbir zaman olumsuz bir söz, olumsuz bir tavır, olumsuz bir hal sâdır olmazdı.

Gülümsemesiyle sanki cennetten bir pencere açılırdı. Gülümsemesi o kadar güzeldi ki aradan bu kadar yıl geçti hala gözümün önündedir. Resim yapma kabiliyetim olsa şu anda bile onu çizebilirdim. Sohbetinden çıktıktan sonra ayaklarımız yerden kesilir, sanki bulutların üzerinde uçardık. O kadar teysirliydi ki bir sonraki sohbeti bir sene sonra olsa bile sohbetinin etkisi hala devam ederdi.

Bakışları farklıydı, nazar ehliydi. Allah şefaatlerine nail eylesin âmin

3 ÖNEMLİ DERS

S. TAN: Hocam Sami Efendi Hazretleri’nin o kadar yıl sohbetlerinde bulundunuz. Bize üstadımızın sohbetlerini özetleyin desek ne dersiniz?

ALTINTAŞ: Sami Efendi Üstadımızın hemen hemen her sohbette üzerinde durduğu temel konular vardı.

Bunlardan ilki; Nefsin islahı, nefisle mücadele etme bahsiydi. “Nefisle cihat farz-ı ayındır ve cihadı ekberdir. Nefisle mücadele etmek bir düşmanla mücadele etmekten çok daha zordur çünkü düşmanla mücadelede kişi düşmanını zayıflatmak için uğraşır. Elinden geldiği kadar ona fırsat vermemeye çalışır. Fakat bu nefs düşmanını herkes kendi eliyle besler ve onun hizmetçisidir” derlerdi.

İkinci olarak Kalbi selim’in üzerinde çok dururlar ve kalbin nasıl saflaşacağını, temizleneceğini anlatırlardı.

Üzerinde durdukları 3. önemli husus; Ahlakı hamideydi. İnsanlara, mahlukata tatlı dilli, güler yüzlü ve güzel davranışlı olmak. Çevresindeki insanlar eğer bir insanı seviyorlarsa, ondan bîzar değillerse, o şahıs herkese faydalı oluyorsa işte bu güzel ahlâk sahibi insan demektir. Eğer bir insanı etrafında bulunan herkes seviyorsa biliniz ki onu Allah da seviyor demektir. Ölçü bu. Çünkü Allah sevmediğini kullarına sevdirmez veya kendi sevdiğini kullarına da sevdirir. Nihayetinde ise seven de Allah’tır sevdiren de Allah’tır hatta döven de dövdüren de Allah’tır.

Bir menkıbe anlatılır: Bir Kadirî yolda giderkenl “La fâile illallah, Allah’tan başka yapan yoktur” zikrini sesli olarak çekerek gidiyormuş. Arkasından yaklaşan birisi ensesine bir tokat aşketmiş. Kadiri geri dönünce tokadı vuran “La fâile illallah” demiş. Kadirî bunun üzerine “Biliyorum, biliyorum her şey ondan da bu iş hangi hainin eliyle oldu diye sana o yüzden bakıyorum” demiş.

Kaynak: Altınoluk Dergisi, 372. Sayı

RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYABİLİRSİNİZ