Kaç Tür İsraf Var?

HAYATIMIZ

Kaç tür israf vardır? Emel Sözcüer Hanımefendi, Altınoluk dergisinin 451. sayısı için israf çeşitlerini yazdı.

Zamanımızda yaşayanların ne büyük savaşı var, ne de büyük bunalımı. Tüm savaşı ruhuyla; depresyonu, hayatları… Televizyonla büyütüldü hepsi. Bir gün milyoner veya sinema yıldızı olacağına inandırılmak için… Hayatındaki en önemli kararları alışveriş sitelerinden ürün seçmek olan insanlar… Tüketmek için yaşayan, tükettiğinin gönüllü kölesi olan bir gezegen dolusu insan…

Emperyalizmde para, insan canından, manevi değerlerden, toplumdan önemlidir. İnsanları, toplumları sömürerek ayakta durur. Kâinatı, yaratılanları gözetme, kollama için değil, istismar etmeye, ekonomik çıkar sağlamaya çalışır. Bu zihniyetteki batılıların Afrika’daki köleleştirme faaliyetlerini, kaynaklarını nasıl sömürdüğünü biliyoruz. Müslüman’ın istismar ve zulüm olarak gördüğünü, batılılar hak olarak görüyor. “İnsan ele geçirerek değil, ele geçirmeyi reddederek kâmil insan olur.” diyor bir düşünür.

İmanın yol göstericiliğinden uzaklaşıldığı zaman akıl, nefsin ve içgüdülerin emrinde oluyor. Güçlü olan akıl tek başına bir yere varamaz. Ona rota çizilmesi gerekir. Nefsin, içgüdülerin rehberliği aklı felakete sürükler. İnsan yalnızca kendisi için yaşarsa, hayattaki arzuları galip olur. Hâlbuki yaşamak için yaşat düşüncesi; gerektiğinde ötekinin hayatını kendi hayatının önüne geçirmeyi, ötekine ait sorumluluk duygusu taşımayı gerektirir.

KAÇ ÇEŞİT İSRAF VARDIR?

Her şey metalaştırılıyor. İnsan ilişkileri, insan psikolojisi, hatta din bile... 21. Yüzyılın insanının aidiyeti ne durumda? Adı “Ne tüketiyorsa, ne kadar tüketiyorsa o” olan insanımız gerçekte ne istediğini, kim olduğunu bilmiyor. Batının hız ve tüketim imparatorluğu, zamanı mekanik birimlere çevirerek ekonomik mamule dönüştürdü. Değerleri meta haline getirip harcamak ruha huzur vermiyor. Sahip oldukları, gün geçtikçe, ona sahip oluyor. Aileleri, arkadaşları, en önemlisi kendini unutup kontrolsüzce, aslında olmayan şeylere sahip olmak için veya onların kendine sahip olması için çalışıyor. Eşyaya sahip olarak daha güçlendiğini zannediyor, aslında eşya insanı köleleştiriyor.

Evlerde sadece reklamını beğendiği için kucak dolusu parayla alınan, kullanmadan dolaba kaldırılan ne çok eşya var. Ne acı gerçektir ki dünyada açlıktan çocuklar ölüyor. Tüketicilerin neden aldığını bile bilmediği yığınla işe yaramayan eşyanın borçlarını ödemek için kredi kartına taksitli köle yapıldığı meydandayken şunu sormalıyız: Tükettiklerimiz mi bize ait, biz mi tükettiklerimize aitiz?

Bir gün yurt dışından misafir geliyor. İkisi de alanlarında kariyer sahibi isimler. Dünyanın çeşitli yerlerinde eğitim veren psikoterapistler. Ev sahibi misafirlerini ağırlıyor, yediriyor, içiriyor. Yemekte tatlı olarak ne istediklerini soruyor. Biri yeteri kadar yediğini, tatlı yemeyeceğini net şekilde ifade ediyor. Diğeri kilo alacağını, tatlı yemeyeceğini söylüyor. Otelin spor salonunda eritirsin diyor ev sahibi. Konuşmayı dinleyen diğer misafir: -“Ama aç olmadığın halde yiyip sonra, vücudundan atmak için spor yapmak doğru değil. Senin yediklerinin üretilmesi için onlarca insan emek harcıyor. Çok sayıda alet, araç yakıt tüketiyor, dünyanın suları azalıyor, sen ihtiyacın olmadığı halde onu tüketiyorsun. Sonra vücudundan atmak için spor yapıyorsun. Spor salonundaki aletler yapılırken harcanan kaynaklar, aletler çalışırken enerji israf oluyor. Hatta dünya iklimi değişiyor. Yağmurlar ayarsız, güneş yararsız hale geliyor” diyerek düşüncelerini dile getiriyor. Bu düşüncelere katılmamak mümkün değil.

İnsanın ihtiyacından fazla tüketmesi yalnızca enerji israfı olmaz. Vücut enerjisini olumsuz etkiler. Hareketleri yavaşlar. Vücudun en çok enerji ihtiyacı olan organı mide ve beyindir. Mide fazla çalışınca fazla enerji harcıyor. Beyin bu enerji israfından olumsuz etkileniyor. Gereken enerjiyi vücutta bulamıyor. Bu enerji israfından kalp nasıl etkileniyor acaba? Büyükler “Çok yemek kalbi karartır” derler. Anlaşılıyor ki yalnız beyin işlevi yavaşlamıyor, kalp de bu olumsuz durumdan etkileniyor.

Her davranışımız ölçülü olmalıdır. Bu yalnızca gıda israfıyla, beden israfıyla sınırlı değil. Zamanı hoyratça kullanmak, alışveriş çılgınlığı, söz israfı, sevgi israfı, hayatın her alanında yapılan israf ruhlarımızı hasta eden virüse dönüştü. Şimdi kendimize soralım: İhtiyacım olmayan neleri alıyorum? Neleri kullanmadığım halde saklıyorum? İhtiyacımız olmayan şeyleri alarak onların esiri olduğumuz gerçeğini anlamalıyız. İhtiyaçlar çoğaldıkça özgürlük azalır. Hayat, bizim zannettiklerimizin aslında bizim olmadığını öğretir. İstiğna makamı, ihtiyaç duymadığınız şeyi kafanızda arzu nesnesi haline getirmemektir. İhtiyaçları sınırlamaktır. İnsan bu hassasiyetleri kaybedince, İslam’ın letafetini de kaybediyor.

Kâfi diyemeyenler, içindeki boşluğu fazla şeylerle doldurabileceğini sanıyor. Eskiden ilahi olana rabıta, güçlü toplumsal yapı, cemaat bağlılığı gönülleri doldururdu. Manevi değerlerden uzaklaştıkça insanlar içindeki boşluğu tüketilebilen maddelerle bertaraf etmeye çalışıyorlar. Bu, deniz suyuyla susuzluğu gidermeye benziyor. Her şey hızlı tüketiliyor ama maalesef saman tadında, tadı tuzu olmuyor.

Sadelik gelişmişlik düzeyini belirler. Ama sadece eşyayı azaltmakla sadelik yakalanabilir mi? Kulun manevi olarak yücelmesi mal çokluğu veya yokluğu ile mümkün müdür? Gönül tokluğu yoksa o nefsi doyurmaya dünya bile yetmez. Hırs ancak gönül tokluğuyla iyileştirilebilir. İhtiyacından fazlasına dokunmamak en büyük erdemlerdendir. Hırslarına hâkim olanlar, hırsına yenilen bir insanın tatmadığı manevi lezzetlerle yaşıyor. Tüketerek mutlu olmayı hedefleyen Batı’nın, paylaştığında mutlu olan Doğu’dan alacağı önemli dersler vardır.

Dünyada önüne geçilemeyen özgürlük hırsı, insanı mutlu kılmıyor. Küreselleşme sınırsız özgürlük istiyor. Böylece nefs-i emmare güçlenecek, tüketim çoğalacak. Kapitalist düzen “Tüketmezsen yoksun”u dayatıyor. İnsan sürekli üretmek, aynı hızda tüketmek istiyor. Zamanımızda sanayi devrimi ürünleri insana hâkim. Oysa insanın onlara hâkim olması gerekirdi.

Sanayi toplumu ihtiyaçları artırdı. Yokuş aşağı yuvarlanan çığ gibi ihtiyaçlar, istekler çoğaldı. Ardından seçici olma gereği oluşturuldu. Endüstri toplumu markalar üretmeye başladı. Bu arada ruhun ihtiyaçları ihmal edildiğinden huzur etiketlerde aranmaya başladı. İnsanın kişiliği marka değilse kendini pahalı markalarla öne çıkarmaya çalışır. Hâlbuki kıyafetlerin, eşyaların köşesindeki onlarca liralık markanın hiçbir anlamı yoktur. Etiketler varlığımızın önüne geçerek insanı tanımlayan haline geliyor.

Batı zihniyeti teknoloji hâkimiyeti oluşturdu. İnsan bu hâkimiyet altında yaşamaya mecbur bırakıldı. Madde insanın ya kalbini ya nefsini esir alır. Batılı markalardan giyinerek farkında olmadan o gelişmiş teknoloji toplumunun üyesi oluyoruz. İnsanın maneviyatı eksildikçe sahiplendiği etiketlerle, markalarla, unvanlarla kendini güçlendirmeye uğraşıyor. Oturduğu evle, sahip olduğu arabayla, kıyafetlerle, gezdiği yerlerle, gücünü ilan etmeye çalışır.

“Ben ona güzel ve düzgün bir şekil verip rûhumdan üflediğim zaman, siz de hemen onun önünde secdeye kapanın!” (Sad, 72) Bu ayet bir yandan maddi varlığımızın sınırlı olduğunu, acziyeti fark ettiriyor, diğer taraftan manevi varlığın, kalbin, ruhun, gönlün sonsuza doğru yol alabilecek gücünü ortaya koyuyor. Kalp terbiyesi olmayınca insanın susuzluğu artarak devam ediyor. İşte manevi terbiye, madde ve mana ile kurulacak denge için can suyudur.

Kaynak: Emel Sözcüer, Altınoluk Dergisi, Sayı: 451