Kabirde Cesedi Çürümeyen İnsanlar

Ahirete İman

Kabirde cesedi çürümeyen insanlar kimler? Peygamberlerin cesedi çürür mü? Şehitlerin cesedi çürür mü? Salih kulların cesedi çürür mü? İşte kabirde cesedi çürümeyenler...

Cenâb-ı Hak, insanı topraktan yaratmış[1] ve onu ömrü boyunca topraktan çıkan gıdâlarla besleyip büyütmüştür. Vefât edince de insan yine toprağa dönecektir:

Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. (Tâhâ, 55)

Bu hakîkat göstermektedir ki, insanın bedeni, dünyada yaşadığı safhalarla ve kendi zâtî durumuyla fânîliğe mahkûmdur. Maddî yapısının aslı toprak olduğu için de, insanın bedeni kabirde tekrar toprağa dönüşecek, yani aslına rücû edecektir.

Lâkin Cenâb-ı Hak, müstesnâ bir ikram olarak berzah hayatı boyunca bazı kullarının cesetlerini çürütmeyecek, ter ü tâze muhâfaza edecektir. Bunların başında da peygamberler gelmektedir.

Nitekim Evs bin Evs’ten rivâyet edildiğine göre Resûlullah Efendimiz:

“–Günlerinizin en fazîletlisi Cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salât ü selâm getiriniz. Zira sizin salât ü selâmlarınız bana arz edilir.” buyurunca, ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Resûlâllah! Vefât ettiğin ve Sen’den hiçbir eser kalmadığı zaman salât ü selâmlarımız Sana nasıl arz edilir?” diye hayretle sordular.

Bunun üzerine Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerine olan husûsî ikramını şöyle ifâde buyurdular:

“–Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı.” (Ebû Dâvûd, Salât, 201/1047, Vitir 26; Bkz. Nesâî, Cuma, 5)

Diğer bir rivâyette de şöyle buyurmuşlardır:

“‒Evet, vefâtımdan sonra da salât ü selâmlarınız bana ulaştırılır! Allah Teâlâ peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne haram kılmıştır. Allâh’ın Nebîsi hayattadır ve dâimâ rızıklandırılır. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 65)

Peygamberlerin bedenlerinin bozulmadan muhâfaza edildiğine dâir birtakım canlı müşâhedeler de olmuştur. Nitekim yakın tarihimizde Diyarbakır Ovası’nın mühim bir kısmını sulayan Dicle Barajı inşâ edilirken, türbeleri su altında kalacağı için Hazret-i Elyesa (a.s.) ile onun halefi ve amcazâdesi olan Hazret-i Zülkifl’in (a.s.) kabirleri nakledilmiştir. Nakil esnâsında bu iki peygamberin -rivâyete göre 3.200 yıllık- kabirleri açılmış, naaşları alınıp yakınlarda bulunan bir tepede yaptırılan yeni mezarlarına taşınmıştır. Nakl-i kubûr hâdisesini gerçekleştirenlerin canlı şâhitlikleriyle de sâbit olduğu üzere, her iki peygamberin cesetlerinin de diriymiş gibi durmakta olduğu görülmüştür.[2]

ŞEHİTLERİN CESEDİ ÇÜRÜR MÜ?

Toprağın bedenlerini çürütmediği diğer bir grup da Allah için şehît olan kimselerdir. Nitekim bugün dahî muhtelif yerlerde kabrinde sapasağlam duran şehid bedenlerine rastlanmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Allah yolunda öldürülen (şehid)leri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allâh’ın, lûtuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rab’leri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan (şehid kardeşlerine) de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 169-170)

PEYGAMBERLERİN CESEDİ ÇÜRÜR MÜ?

Hiç şüphesiz ki peygamberlerin diriliği, şehitlerdeki diriliğe kıyasla çok daha üstündür.

SALİH KULLARIN CESEDİ ÇÜRÜR MÜ?

Peygamberler ve şehitlerin dışında, gönlü Allah ve Resûlü’nün aşk ve muhabbetiyle dolu, ömrü boyunca haram ve şüpheli şeylerden kaçınarak dâimâ helâl lokmayla beslenen ve takvâ üzere Allâh’a güzel bir kulluk sergileyen sâlihlerin cesetlerinin de toprakta çürümediği, hem naklî delillerle, hem de canlı şahitliklerle sabittir. Bunun asr-ı saâdette yaşanmış birkaç misâli şöyledir:

Hazret-i Âişe’nin odasının duvarı, Velid bin Abdülmelik zamanında Efendimiz ve arkadaşlarının kabirleri üzerine yıkılmıştı. Duvarı tekrar inşâ etmeye başladılar. O esnâda bir ayak ortaya çıktı. Herkes dehşete düştü ve korktu. Onu Resûlullah Efendimiz’in mübarek ayağı zannettiler. Bunu bilen birini de bulamadılar.

Urve bin Zübeyr oraya gelip:

“–Hayır, vallâhi bu Resûlullah’ın mübarek ayağı değildir, bu ancak Hazret-i Ömer’in ayağıdır.” dedi. (Buhârî, Cenâiz, 96)

Câbir bin Abdullah şöyle nakleder:

“Uhud Harbi’nden önceki gece, babam beni yanına çağırdı ve:

«–Nebî’nin sahâbîlerinden ilk şehît edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Resûlullah hâriç, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde! Kardeşlerine dâimâ iyi davran!» dedi.

Sabahleyin babam ilk şehît düşen kişi oldu. Bir başka şehîd ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu bir başkasıyla aynı kabirde bırakmayı içime sindiremedim.

Altı ay sonra onu kabirden çıkardım. Bir de ne göreyim; kulağının bir kısmı hâriç, bütün vücudu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi. Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78)

İşte sâlih bir îmân ehlinin müstesnâ hâli!..

Yine Uhud şehitlerinden Amr bin Cemûh ile Ab­dullah bin Amr aynı kabre konulmuşlardı. Lâkin kabirlerinin bulunduğu yer tam da sel sularının geçtiği noktaya gelmekteydi. Bu sebeple kabir yerlerinin değiştirilmesi gerekiyordu. Kabirleri açıldı. Sanki daha dün vefât etmişler gibi cesetlerinin hiç değişmemiş olduğu görüldü!

Hattâ birisi şehit olmadan evvel yaralanınca, elini yarasının üzerine koy­muş ve öylece defnedilmişti. Elini yarasından alıp yanına uzattılar, ama eli yine aynı yerine geldi. Uhud Harbi ile kabirlerinin açılışı arasında tam kırk al­tı sene vardı. (Muvatta’, Cihâd, 49)

Şehidlerin cesetleri yumuşacıktı ve kaldırıldıklarında, canlı insan gibi bedenleri eğilip bükülüyordu, yani kaskatı kesilmemişti. Bu esnâda bir şehidin ayağına yanlışlıkla bir kürek dokunmuştu da, hemen oradan kan akmaya başlamıştı. (Abdü’r-Razzâk, Musannef, III, 547)

Hayatlarını Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu istikâmette yaşamış bulunan sâlih kulların cesetlerinin kabirlerinde çürümediğine dâir yakın tarihimizden bir misal de Adanalı, istikâmet ehli, hâfız bir müezzin efendidir. Allah dostlarından Mahmud Sâmi Ramazanoğlu g Adana’da bu vasıfta vefât etmiş bir hâfızın 30 sene sonra yol geçme zarureti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin dahî pırıl pırıl durduğunu, bizzat müşâhede eden biri olarak nakletmişlerdir.

Bu hâdise ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olan hakikî hâfızların dünya ve âhirette pek çok ilâhî lûtuf ve ikramlara nâil olacağının da bir işaretidir.

TÜRK HACININ ŞAHİT OLDUĞU HADİSE

Yine Emin Saraç Hocaefendi, Medîne-i Münevvere eşrâfından olan Abdülkâdir Bekli’den, oranın Mahkeme-i Şer’iyye Sicilleri’ne de geçen, ibret ve hikmet dolu bir hâdiseyi şöyle nakleder:

Bir hac mevsimidir. Medîne’de gâyet güzel bir hat ile yazılmış bir Kur’ân-ı Kerîm, müzâyedeye çıkarılır. Muhtelif memleketlerden gelen hacılar, onun nefis hattını hayranlıkla seyredip tekliflerini bildirirler. O esnâda merakla Kur’ân-ı Kerîm’e yaklaşan bir Türk hacı, mushafın hattını görünce, hayretler içerisinde haykırır:

“–Bu, merhum babamın yazdığı Kur’ân-ı Kerîm!..”

Ardından:

“–Fakat biz, onu vasiyeti îcâbı olarak kabrine koymuştuk!” der.

Sonra da bu muammâyı çözmeye çalışır. Meselenin ilgili kimselere intikâli neticesinde şu mâlûmat ortaya çıkar:

Medîne-i Münevvere’deki Cennetü’l-Bakî Kabristanı’nda yer olmaması münâsebetiyle bazı kabirlere aradan belli bir müddet geçtikten sonra yeni cenâzeler defnedilmektedir. Yine böyle bir vesîleyle eski kabirlerden biri açıldığında, orada taptaze bir cesede ve üzerinde de bu Kur’ân-ı Kerîm’e rastlanır. Herkes hayrette kalır. Vazifeliler de bu pek mükemmel bir sûrette yazılmış olan Kur’ân-ı Kerîm nüshasını kabirden alırlar. Yaptıkları istişâre neticesinde de onu müzâyedeye çıkarıp elde edilecek meblağı ümmet-i Muhammed’in istifâdesi için beytülmâle koymaya karar verirler.

Öğrendikleri karşısında gözleri yaşaran Türk hacı, bu ibretli hâdisenin evveliyâtını da kendisi tamamlar:

“Babam bir Osmanlı hattatıydı. Her sene bir Kur’ân-ı Kerîm nüshası yazar ve geçimini öyle tedârik ederdi. Fakat bunun yanında, ayrıyeten büyük bir îtinâ ile yazmakta olduğu bir mushaf vardı. O kadar güzeldi ki, bakmaya doyulmazdı. Babam onu hiç acele etmeden, âdeta bütün mahâretini ortaya koyarak, târifsiz bir zevk ve iştiyâk içinde yazardı. Sabırla geçen uzun bir zamanın ardından, nihâyet ortaya müthiş bir şâheser çıktı. Buna muvaffak olan babam, büyük bir şükür ve sürur hissiyâtı içinde bizleri topladı ve:

«–Evlâtlarım! Ben bu Kur’ân-ı Kerîm’i âhirette bana şefaatçi olsun diye yazdım. Size vasiyetim şudur ki; ben öldükten sonra onu güzel bir şekilde sararak göğsümün üzerine koyasınız!» dedi.

Bizler de vefât ettiği zaman onun bu vasiyetini yerine getirdik.

İşte beni şaşırttığı nisbette sevindiren asıl muammâ, babamın bu Mushaf-ı Şerîf ile İstanbul’da defnedilmiş olmasına rağmen, yıllar sonra kendisine mübârek topraklarda ve mübârek bir kabristanda rastlanmış olmasıdır!”

Dipnotlar:

[1] “Sizi topraktan yaratması, O’nun (varlığının) delillerindendir…” (er-Rûm, 20)

[2] Hâdisenin tafsîlâtı için bkz. Altınoluk Dergisi, Temmuz 2014, sayı 341, sf. 48.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları