İsrail’in Hayalindeki Ortadoğu Gerçekleşiyor mu?

GÜNDEM

Altınoluk dergisinin Ekim 416. sayısında "Selefi-Siyonizm Ortaklığıyla Kurulan Yeni Ortadoğu ve Doğu Akdeniz" başlığı ile yayınlanan dünya gündemi makalesini sizler için derledik...

“Siyonist işgal devleti” söyleminden, “Yahudiler bizim amca çocuklarımız” söylemine, oradan da “asıl terörist Müslümanlar” suçlamasına nasıl varıldı? Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında deniz yetki alanlarının paylaşımına yönelik anlaşmazlık nasıl çözülecek, masada mı sahada mı? Ya da klişe ifadeyle çözüm kanlı mı yoksa kansız mı olacak?

Korona virüs girdabından nasıl kurtulacağının cevabını arayan dünyanın siyasi gündemine ilişkin cevapları aranan pek çok soru var. Mesela Korona virüs derdine nasıl çözüm bulunacağı meselesi gibi Doğu Akdeniz’deki krizin nasıl çözümleneceği sorusunun cevabı hâlâ meçhul. Kimileri açısından diplomatik çözüm de sahada kozları paylaşma ihtimali de eşit mesafedeki seçenekler olarak görülüyor. Şu sıralar Türk-Yunan krizine indirgenen ama nedenleri çok daha derinlerde olan Doğu Akdeniz’deki gerilimin nereye evrilebileceği meselesine döneceğiz ancak önce İsrail’in gelmiş geçmiş en sağcı ve radikal yönetimi ile kucaklaşma kuyruğuna giren Arap rejimlerinin savruluşuna ilişkin utanç verici tabloya ve nedenlerine bakalım. Bu savruluşun bölgedeki yansımalarının neler olabileceğine ilişkin öngörülerimizi dillendirmeye çalışalım…

İSRAİL’İN HAYALİNDEKİ ORTADOĞU GERÇEKLEŞİYOR MU?

İsrail’in Yediot Aharonot gazetesi, BAE ve Bahreyn’in İsrail ile ilişkileri normalleştirme kararını resmileştirilmesi sonrası müjdeli haberi böyle duyurdu okuyucularına;

“Hayalini kurduğumuz Ortadoğu gerçekleşiyor”

İsraillileri bu denli heyecanlandıran neydi?  Nasıl bir Ortadoğu kuruluyordu?

Bu yeni Ortadoğu’nun tesisinde emeği geçenler, katkı sunanlar bölgesel ve küresel aktörler kimlerdi? İsrail açısından ne vaat ediyor bu “yeni Ortadoğu?”

Bu soruların cevaplarından önce bugün nasıl bir Ortadoğu ile karşı karşıyayız sorusuyla başlayalım. Görünen manzara beş aşağı on yukarı şöyle;

İnsan unsurunu, askeri ve ekonomik gücünü, birbirini yiyerek tüketmiş, parçalı yapısı daha parçalı hale gelmiş, İsrail açısından tehdit olabilecek neredeyse tüm unsurlardan ayıklanmış, rüzgârını, onurunu kaybetmiş, emperyalizmin boyunduruğu altına girmeyi onur sayan, şeref yoksunu rejimlerin çoğunlukta olduğu bir Ortadoğu var karşımızda. Bunlar çok ağır ifadeler gelebilir ama ne yazık ki tablo böyle.

BU TABLONUN ANA SORUMLUSU KİM PEKİ?

Ortadoğu’nun en büyük sorununun halklarıyla problemli rejimler olduğu yıllardır bilinen, dillendirilen bir gerçek. Evet, emperyalist ülkelerin bu coğrafyada neden olduğu tahribat çok büyüktür. Ancak bu tahribatı sürekli kılan, derinleştiren, kat sayısını artıran en büyük âmil hiç kuşkusuz, yüz yıl önce bölgede kurulan sömürü düzeninin devamını sağlayan bu despotik rejimlerdir. Bölgenin despotik rejimleriyle bu coğrafyanın kanını emen emperyal ülkeler arasında kurulan kazan-kazan stratejine dayanan ilişki tarzı Ortadoğu’nun bugünkü içler acısı durumunun en önemli nedenidir. Bu kazan-kazan ilişkisinde emperyalistler bölgenin kanını emmeye, İsrail’in güvenliğini sağlamaya, rejimler de antidemokratik yönetimlerini sürdürmeye devam etmiştir. Olan halklara olmuştur. Sürekli kaybeden halklar isyan ettikçe, ülkelerinin düşürüldüğü zelilliğe yeter artık dedikçe, demir yumruk kafalarına inmiş, jeopolitik tehdit arttıkça da bu rejimler emperyalist ağa babalarına daha çok yaslanmıştır. Bugün gelinen nokta itibariyle de artık egemen ülke rolleri yapmayı bırakmış, tamamen teslim olmuş vaziyetteler efendilerine. Hem de ne teslimiyet. Lider kadrosuyla, medyasıyla, sözüm ona din adamlarıyla…  Artık ağa babalarının penceresinden bakıyorlar kendi insanına, kardeşlerine, tüm coğrafyada olup bitene. Dün yücelttiği davayı bugün terörize edecek kadar, dün mazlum dediğine bugün hain, dün şeytan dediğine bugün melek diyecek kadar efendileriyle aynileşmiş vaziyetteler.

Alın size bir örnek, bugün Ortadoğu’daki her taşın altından çıkmakla eleştirilen BAE yönetiminin dalkavukluğunu yapmada zirve yapmış Eski Abu Dhabi Camii imamı, televizyon programlarında vaazı nasihatte bulunan Besim Yusuf’un dün ve bugün söyledikleri arasındaki uçuruma bakalım.

Çok değil daha bir iki yıl öncesinde Abu Dhabi camiinin imamı Yusuf Besim diyordu ki; “Filistin cihat ve direniş sahasıdır. Gaspçı Siyonist yönetimine karşı savaş meydanıdır. BAE’nin Siyonist devlet ile hiçbir işi olmaz. İslam ümmetinin başına gelen tüm kötülüklerin arkasında İsrail var. Hz. Muhammed’in dininin en büyük düşmanları Yahudiler ve Hıristiyanlardır.”

O Yusuf Besim bugün dalkavukluğunu yaptığı BAE veliaht prensi Muhammed bin Zayed’in Filistinlilere ve Filistin davasına ihanetini tebriye etmek için ne diyor peki;

“İsrail, Irak’ı parçalamadı, yakmadı. İsrail, Suriye’de varil bombaları kullanmadı. İsrail, Mısır’a ne Mısır halkına kötülükten bulunmadı. İsrail Libya’yı kan gölüne döndürmedi. İsrail, Lübnan’ı taifelere bölmedi. İsrail, başımıza DAİŞ ve onun kardeşlerini peydahlamadı. İsrail, devrim diye ülkelerini ateşe atan İhvan-ı Müslim’i bağrında barındırmadı.”

Tıpkı Kabe imamı Sudeysi’nin Cuma hutbesinde Peygamber Efendimiz’in Yahudilerle ilişkilerini hatırlatarak normalleşmenin faziletlerine göndermede bulunması gibi Besim Yusuf da demek istiyor ki Ortadoğu’yu bu hale getiren İsrail değil Müslümanlar.

Gerçekten de sözüm ona bu din adamı kisveli zevatın düştükleri zilleti tavsif etmede insan zorlanıyor. Bir tek Besim Yusuf mu ya da bir tek Sudeysi mi? Ne yazık ki hayır. Bölgenin despotik rejimlerinin cürümlerini, ihanetlerini tebriye eden, temize çıkartan, ahiretlerini az bir bedel karşılığı satan daha onlarca din adamı kılıklı zavallılar, gruplar bu despot rejimlerin elinden oyuncak olmuş durumdalar.

SELEFİ-SİYONİZM ORTAKLIĞININ HEDEFİNDE TÜRKİYE VE İRAN VAR

Gazeteci Süleyman Seyfi Ögün; “Bugün Arap mahallesinde, Siyonizm ile Selefîlik el ele vermiş vaziyette. Hedeflerinde Arap coğrafyasından Sünnî temeldeki demokratizm ve Şii nüfûzunun geriletilmesi var.” diyor.

Siyonizm ile DAİŞ’e ve el-Kaide’ye esin kaynağı olmuş ideolojiye sahip Selefilerin hedef birliği yaptıklarını söylemek garip gelebilir ama son derece doğru bir tespit bu. Ortadoğu’da olup bitene baktığınızda bu hedef birliğini kolaylıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Tabi burada Selefilik’ten kast edilen Suudi Arabistan istihbaratının etkisi altındaki oluşumlar, hareketlerden bahsettiğimizi belirtmemiz gerekiyor.

Nedir o hedef birliği? Her ne pahasına olursa olsun bölgenin demokratikleşmesinin önüne geçmek. Mısır’da Selefi Nur Partisi’nin Mısır’ın ilk ve tek seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yönelik uluslararası darbede oynadıkları rol herkesin malumu. Mısır’da darbeci Sisi’yi açık açık destekleyen Selefiler gibi Libya’da da Medhali Selefileri de ulu’l emr ilan ettikleri, savaş ağası Halife Hafter için savaşıyorlar. Hatta Rusların paralı askerleri Wagner lejyonerleriyle birlikte ülkenin meşru hükümetine karşı cihat ettiklerini bile söyleyebiliyorlar!

Sözün özü Siyonistleri temsil eden İsrail ile Selefileri temsil eden S. Arabistan ve onun liderliğini yaptığı Körfez’deki eksen adeta bölgede ortak kader birliği içerisinde hareket ediyor. Bu kader birliğinin en temel hedefinde de ifade ettiğimiz gibi bölgenin demokratikleşmesinin önüne geçmek var. Bu uğurda Tunus’tan Cezayir’e, Libya’dan Yemen’e, “siyasal İslam’la mücadele” kılıfıyla istikrarsızlaştırıcı bir misyon yüklenmiş bulunuyorlar. Bu yüzden bölgenin demokratikleşmesinden yana olan Türkiye’ye karşı ortak bir söylem ve eylem birliği içerisindeler… Hem İsrail ve ABD’deki Yahudi lobisinin etkisi altındaki medyada hem de Körfez medyasında Türkiye’ye yönelik bir kara propaganda yürütülürken Doğu Akdeniz’de, Libya’da, Suriye’de, Afrika’da Türkiye’nin karşısına çıkıyor bu eksen.

Sonuç olarak BAE ve Bahreyn ile başlayan ve diğer birçok Arap ülkesinin katılması beklenen ve adına normalleşme denen bu süreci başlatan en temel saik bu rejimlerin yönetimlerine ilişkin korkularıdır, endişeleridir. Meşruiyetlerini dışarıda aramak zorunda kalmalarının bir sonucudur. Rejimlerini koruyup kollamak adına İsrail ile kucaklaşmalarının onlara kazandırdığı tek şey yok ama. Bu ihanet belki kendilerine konjonktürel bir rahatlama sağlayacaktır. Ancak asıl kazandıkları şey zillet olacaktır.

Adına normalleşme denilen ihanet sürecinin kazananı ise içeride zor günler yaşayan, Netenyahu, Trump ve ekonomik ve siyasal anlamda sağlayacağı kazanımlardan dolayı İsrail olacaktır. Körfez’den akacak milyar dolarlardan gözü kamaşan Netenyahu bu yüzden İsrail açısından bu yeni dönemi yeni bir çağ diye tanımlamaktadır.

Arap sokağında ihanet diye tanımlanan bu normalleşme adımı barış için İsrail’in hiçbir taviz vermemesi gerektiği düşüncesini pekiştirirken Filistin halkının haklarını ihlal etmede daha da ileri gitmesi için cesaretlendirecektir.

Filistin’de iki devletli bir çözümün tabutuna son çivinin çakılması anlamına da gelen bu sürecin muhtemel bölgesel yansımalarına için Washington merkezli askeri analiz dergisi The National Interest’in analizine bakalım.

“İsrail’in Bahreyn ve Abu Dabi ile mevcut ilişkilerinin iyileştirilmesi bir barış anlaşması değil -ne Bahreyn ne de BAE İsrail ile savaş halindeydi– aksine Basra Körfezi’ndeki çatışmayı yoğunlaştıran ve silahlanma yarışını teşvik edici riskler taşıyan İran karşıtı askeri ittifakın derinleşmesidir.”

ZOR, OYUNU BOZDU

Son yıllarda uluslararası arenada Türkiye’ye karşıtı oluşturulan eksenler dikkat çekiyor. Türkiye karşıtı bu eksenlerin oluşmasında farklı farklı amiller söz konusu. Ortadoğu’da oluşturulan Türkiye karşıtı eksenin arka planına ilişkin nedenleri yukarıda zikrettik. Ancak bu karşıtlıkta başka nedenler de var. Mesela Türkiye’nin jeopolitik hamlelerinin ortaya çıkardığı sonuçlar.

Suriye’den Libya’ya, Doğu Akdeniz’den Afrika’ya kadar birçok bölgede gerçekleştirilen hamleler Türkiye’nin etki alanını genişlettikçe birçok bölgesel ve küresel aktörün de etki alanını daraltıyor aynı zamanda. Bu da etki alanı daralan ülkeler açısından önemli bir sorun olarak görülüyor ve ciddi bir hazımsızlığa neden oluyor. İşte Fransa örneği...

Fransa, Türkiye’nin son dönemdeki jeopolitik hamlelerinde ayağına en çok basılan ülke pozisyonunda. Libya’da, Afrika’da ve Suriye’deki planları Türkiye yüzünden boşa çıkan Fransa’nın Napolyon rollerindeki lideri Macron’un, son dönemde gerek Avrupa Birliği nezdinde gerek eski sömürge bölgelerinde Türkiye karşıtı eksen oluşturmaya çalışmasının nedeni bölgesel etki alanının Türkiye tarafından daraltılmış olmasıdır...

Aslında sadece Fransa değil, Türkiye’nin büyüyen siyasi, askeri ve ekonomik gücü ile jeopolitik etki alanını genişletmesi, Türkiye üzerindeki siyasi nüfuzunu kaybeden Avrupa Birliği açısından da ciddi bir sorun olarak görülüyor.

AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell ne demişti;

Eski imparatorluklar geri gelmeye başladı. Bunlardan üçü Rusya, Çin ve Türkiye. Bunlar küresel ve bölgesel yaklaşımlarla gelen eskinin büyük imparatorlukları. Bu durum bizim için yeni bir ortam sunuyor.”

Borell bu sözleriyle bir anlamda Avrupa’nın yıllar boyu Türkiye’yi tedip etmek için kullandığı tehdit politikasının artık bir anlam ifade etmediğini belirtmiş oluyor zımnen de olsa.

Buradan yazımızın başında sorduğumuz Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında deniz yetki alanlarının paylaşımı sorununun nasıl çözüleceği meselesine gelecek olunursa. Öncelikle şunun altını çizelim, Türkiye’nin sopa ve tehdit dili ile Doğu Akdeniz’deki  haklarından vazgeçirilemeyeceği artık çok net bir biçimde görülmüştür. Ne, Fransa’nın çakma Napolyon rolündeki lideri Macron’un “uçak gemimizi Doğu Akdeniz’e gönderiyoruz” yollu efelenmeleri, ne başkalarının dolduruşuyla hareket eden Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de ucuz kabadayılıkları ve ne de AB’nin yaptırım tehditleri Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki menfaatlerinden vazgeçiremeyeceği anlaşılmıştır. Dolayısıyla Türkiye ile sahada hesaplaşmanın zorluğunu görenler sorunun çözümü konusunda diplomasiyi ön plana çıkartmıştır.  Velhasıl amiyane ifadeyle zor, oyunu bozmuştur.

Kaynak: Dünya Gündemi, Altıoluk Dergisi, 2020 - Ekim, Sayı:416