İslam'ın Akılcılığı Nasıldır?

TEFEKKÜR

İslâm’ın akılcılığı, hakîkat arayışında aklın kudretini sınırsız kabul ederek onu âdeta ilâhlaştıran rasyonalist felsefecilerin görüşünden tamamen farklıdır.

Akılla pek çok ilâhî hakîkat kâmil mânâda kavranamayacağı içindir ki İslâm, “gayba îmân”ı emreder.

Bu gerçeğin en kuvvetli delillerinden biri, “rûhun mâhiyeti” hakkındaki târihî iddia ve münâkaşalardır. Bilindiği üzere filozoflar, asırlarca rûhun mâhiyeti hakkında gerçeğe ulaşmak için büyük bir gayret göstermişlerdir. Fakat neticede rûhun mâhiyetinin bilinemeyeceğinde karar kılarak, onun davranışlar üzerindeki tezâhürlerinden hareketle, ancak varlığını kabul etmekle yetinmek mecbûriyetinde kalmışlardır.

Felsefî bahislerden biri olarak asırlarca bu mevzu üzerinde münâkaşalar cereyan etmiş ve nihâyet felsefeden ayrı olarak bir “ilmüʼn-nefs” yani “rûhiyat” veya günümüz tâbiriyle “psikoloji” ilmi tesis edilmiştir. Bugün bu ilmin mevzuu, rûhun mâhiyetini anlamaya çalışmak değildir. Rûhun varlığını “apriori” bir sûrette, yani bir “ön kabul”le benimsedikten sonra, ondan kaynaklanan hâdiselerin ve bu hâdiselerle fizikî varlıklar arasındaki münâsebetlerin incelenmesine hasredilmiş bulunmaktadır.

Bu durum, filozofların bile aklın salâhiyetinin hudutlu olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kaldıklarını gösterir. Bugün artık hiçbir filozof, rûhun mâhiyetini araştırmakla meşgul değildir. Psikologların yaptığı iş, sadece ruhla ilgili hâdiselerin sebep ve neticelerini araştırmaktan ibâret, âdeta bir “laboratuvar ilmi” olmuştur. Hâlbuki Kurʼân-ı Kerîm, bunu asırlarca evvel ferman buyurmuş ve rûhun mâhiyetinin bilinemeyeceğini, onun hakkında insanoğluna az bir bilgi verildiğini ilân etmiştir.[1]

Yani Kurʼân dâimâ önden gitmekte, beşerî ilim onu tasdike mecbur kalarak ardından gelmektedir. Bu durum bile, Kurʼânʼın tespitlerine rağmen gerçekleştirilen bütün araştırma faâliyetlerinin neticesinin hüsran ve acziyeti kabul olduğunu, yine dönüp dolaşıp Kurʼânʼın bildirdiği hakîkatlere teslîm olmaktan başka bir çâre bulunmadığını gösteren, tipik bir misaldir.

Aynen bunun gibi, Allâhʼın zâtının mahiyetiyle ilgili hakîkatlere ulaşmak da insan aklının tâkati dışındadır. Bu husustaki faâliyetlerin neticesi de, benzer bir hüsrandan başka bir şey olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki Allah Rasûlü Efendimiz bu hususta:

“Allah Teâlâ’nın yarattıkları ve nîmetleri üzerinde tefekkür edin, fakat Zât’ı üzerinde düşünmeyin! Zira siz, O’nun kadrini (lâyık olduğu şekilde) aslâ takdîr edemezsiniz.” buyurmuşlardır. (Bkz. Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81; Beyhakî, Şuab, I, 136)

İbn-i Arabî Hazretleri (v. 638/1240) de:

كُلُّ مَا خَطَرَ بِبَالِكَ وَاللّٰهُ وَرَاءَ ذٰلِكَ

“Allah Teâlâ(nın zâtı) ile alâkalı olarak aklına hangi düşünce gelirse gelsin, bilesin ki Allah Teâlâ onun çok ötesindedir.” buyurmuştur.

Demek ki Allah Teâlâʼyı idrâk etmek de -aynen ruh meselesinde olduğu gibi- sıfat tecellîlerinden hareketle, bir “ön kabul” ile neticelenmek mecburiyetindedir.

Yani İslâm, bunlar gibi insan için bir sırr-ı ilâhî olan ve aklı aşan cihetleri bulunan mevzularda tartışmaya girmeyip, ilâhî hükümlere teslîmiyet göstermemizi şart koşar. Nitekim “İslâm” kelimesi de “se-li-me” kökünden gelmektedir ve Allâhʼa teslîm olmayı ifâde eder. Zira îman, akıl terazisinin tartamayacağı, akıl üstü birtakım hakîkatlerin de kabûlünü gerekli kılar.

Nitekim Kehf Sûresiʼnde bildirildiği üzere[2] Mûsâ u, ledünnî ilmi[3] tahsil etmek üzere yanına gittiği Hızırʼda, aklın ötesindeki birtakım sırlı tecellîlerle karşılaşınca şaşırıp kalmıştı. Zira Hızır uʼı vazifelendiren Cenâb-ı Hakʼtı. Mûsâ u ise şerîat vaz etmiş büyük bir peygamberdi. Fakat Hazret-i Hızırʼın yaptıkları, akıl plânında şerîate zâhiren ters görünen işlerdi. Mûsâ u dehşetli bir muammâ ile karşı karşıya idi. Meselenin hikmetini aklen çözemeyince îtiraz etti.

Hızır u ise, iç yüzünü kavrayamadığı şeylere sabredemeyeceğini, daha tanışmalarının en başında Mûsâ uʼa haber vermişti. Bu sözleriyle de, akıl plânında kalanların hikmete vâkıf olamayacağına ve bu yolda teslîmiyet kanatlarıyla mesafe almak gerektiğine işaret etmişti.

Nitekim Hızır u yaşadıkları birkaç sırlı hâdisenin hikmetini îzâh edince, Mûsâ u aklın kâfî gelmediği hakîkatler de bulunduğunu yakînen idrâk etti.

Buhârî’de bu kıssa ile alâkalı olarak şu meâlde bir hadîs-i şerîf bulunmaktadır:

“Allah, İmrân oğlu Mûsâ’ya rahmet etsin! Eğer sabredebilseydi, daha nice acâyip ve garâib hâdiseleri, Hızır ona öğretecekti.” (Buhârî, Enbiyâ, 27; Ahmed bin Hanbel, V, 118)

İşte İslâmʼda, Allahʼtan başkasının bilmediği veya sadece dilediği kimselere bildirdiği, fakat aklın tartamayacağı gaybî hakîkatlere de teslîmiyetle îmân etmek vardır.

Bu sebepledir ki, akl-ı selîmin îcâbı olan hakîkat arayışını lâyıkıyla yerine getirebilmek, ancak ilâhî beyanlara râm olmakla mümkündür.

Dolayısıyla İslâm’ın akılcılığı, hakîkat arayışında aklın kudretini sınırsız kabul ederek onu âdeta ilâhlaştıran rasyonalist felsefecilerin görüşünden tamamen farklıdır. Çünkü İslâm; aklı, tabiî sınırları içinde değerlendiren realist/gerçekçi bir nizamdır.


[1] Bkz. el-İsrâ, 85.

[2] Bkz. el-Kehf, 66-82.

[3] Ledünnî ilim: Ancak Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf ve dilemesiyle hissedâr olunabilen, insan idrâk ve ihâtasını aşan birtakım sırrî bilgiler.

Kaynak: İslam Nazarında Akıl ve Felsefe, Osman Nuri Topbaş, 128 Sayfa, Erkam Yayınları, 2013